3 Eylül 2016 Cumartesi

Karaburun Bilim Kongresi Katılımcılarının Açıklaması

BASINA VE KAMUOYUNA
3 Eylül 2016,
Karaburun
1 Eylül Barış Günü gece yarısı Türkiye’de akademiye darbe yapıldı. Darbecileri tasfiye amacıyla yürürlüğe konulduğu iddia edilen OHAL, açıkça akademide barışı, demokrasiyi, özgür düşünceyi savunanlara da yöneldi. Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) 2.346 akademisyen kamu görevinden ihraç edildi ve binlerce ÖYP’li araştırma görevlisinin iş güvencesi ortadan kaldırıldı. İhraç edilen akademisyenlerden 41’i, Ocak 2016’da ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız!’ başlıklı barış bildirisinin imzacılarıdır. Kocaeli Üniversitesi’nden 19, Ankara Üniversitesi’nden 7, Niğde ve Adıyaman Üniversiteleri’nden 4’er, Gazi Üniversitesi’nden 2; Tunceli, Muş Alparslan, İTÜ, Manisa Celal Bayar ve Eskişehir Anadolu Üniversiteleri’nden 1’er Barışın Akademisyeni kamu görevinden men edildi. Ayrıca çok sayıda KESK üyesi akademisyen de aynı hukuksuz ihraç kararına maruz kaldı.
Akademide OHAL, ne bu KHK ile ne de 15 Temmuz’da başladı. İnsan, toplum ve doğa yararına bilimi savunan, eleştirel ve özgür düşünceden yana olan bilim emekçilerinin tasfiyesi Ocak ayından bu yana sürüyordu. Devlete vatandaşlarının yaşam hakkını koruma görevini hatırlatan ve çatışma sürecinin çözümü için barış masasına geri dönülmesini talep eden akademisyenlerin 130’u akademik çalışma alanlarından tamamen veya geçici olarak uzaklaştırılmıştır.
Adil bir soruşturma ve yargılama süreci olmadan gerçekleştirilen ve insanların hayatlarını geri dönülmez bir şekilde etkileyen bu uygulamalar, hiç kimse için ve hiç bir koşulda kabul edilemez.
Bilimsel ve özgür düşünceye vurulan bu son darbe, sadece güvencesizleştirilen ve işten atılan akademisyenlerin özlük haklarına, araştırmalarına ve öğrencilerine değil, toplumun geleceğine yapılmış bir saldırıdır. Akademi, iktidar odaklarından bağımsız olmalıdır; bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar. Tam da bu yüzden akademiden uzaklaştırılan arkadaşlarımızın bilimsel faaliyetlerinden alıkonmaları mümkün olmayacaktır! Büyütülen savaşa ve yaygınlaşan hukuksuzluğa karşı yaşayan, yeşerten, yaşatan bilimi ve bilim insanlarını savunmaya ve onlarla dayanışmayı büyütmeye devam edeceğiz!
- OHAL’e, ve bu kapsamda derinleşen hukuksuzluğa ve keyfi uygulamalara derhal son verilmelidir.
- İşten atılanlar görevlerine geri alınmalı ve darbe girişimine dâhil olduğu iddia edilen akademisyenler adil bir soruşturma ve yargılama süreci ile tespit edilmelidir.
- ÖYP’li araştırma görevlilerinin 50/d kadrosuna geçirilmesi kararı geri alınmalı ve eğitim haklarının gaspı durdurulmalıdır.
- Barış bildirisi imzacılarına ve KESK üyesi akademisyenlere yönelik baskı ve saldırılara derhal son verilmeli, gasp edilen hakları koşulsuz iade edilmelidir.
Özgür ve bilimsel düşünceyi hedef alarak yok etmeye çalışanlar tarihe hesap vereceklerdir.
11. Karaburun Bilim Kongresi Katılımcıları

Darbe ve Ordu Konusunda İki Farklı Değerlendirme

“Ey dünya, sen bize neyi soruyorsunuz. Şahsımı almaya ya da vurmaya gelenler günlerce Marmaris’in ormanlarında gizlendiler. Bizim jandarmamız onları vurmadı. Vurabilirdi. Yakaladı.” Günlerce ormanda gizlendiler! Bu, Erdoğan’ın adli yıl açılışındaki konuşmasında bu 'sözde darbeyi' nasıl önceden bildiğinin ve kışkırttığının kendi ağzıyla itirafıdır.
Darbecilerin almaya ve vurmaya geldiğini, günlerce ormanda gizlendiklerini bilen Erdoğan, demek her şeyi bilmekte. Bu konuşmasıyla “sözde Darbe' şüpheleri iyice pekişmektedir. Neyse konumuz darbeyi tartışmak değil. Fakat her her vesileyle darbeyi değerlendirme durumunda kalıyoruz, bu da kaçınılmaz.
Bu 'sözde darbe' devrimcilerin farklı değerlendirmeler yapmasına farklı pencereden bakarak soru ve sorgulamalar yaparak yaşanan süreci kavramaya ve/ya analiz yapmasına vesile olmuştur. Burada fikirlerine değer verdiğim mücadele arkadaşım sevgili Atilla'nın hem darbe günü hem de orduyla ilgili değerlendirme ve sorularına farklı açılardan cevap vermeye çalışacağım. Her iki yazıyı dikkatle okumaya çalıştım eğer algılama eksikliği olursa Aytemur'un hoşgörüsüne sığınıyorum.
“Lafı uzatmayayım, kimsenin ölmediği direniş caddesinde selamlaşabileceğim, iki çift laflayacağım kimseye rastlamadan, sabah beş civarında, yine uzaklardan gelen uçak, helikopter, ambülans sirenleri ve silah sesleri arasında eve doğru yola koyuldum. İnsanlar meydana akmaya devam ediyordu. Müthiş bir organizasyonla harekete geçmiş filan değillerdi. AKP ilçe örgütü yöneticisi ve üyeleri ile belediye mensupları yavaş yavaş duruma nüfuz etmeye ve yönlendirmeye çalışıyorlardı.”[1]
Darbe gecesi ev halkının da karşı çıkmasına rağmen gece yarısı 00.30'da evden çıkarak o geceyi tanıklık etmesi ve bir fiil yaşamaya çalışmasını saygıyla karşılıyorum. Tam da burada aklıma gelen, neden bu saate kadar beklediğini maalesef yazmamış olduğu için subjektif bir yorumda bulunmak istemiyorum. Kendi adıma söyleyeyim: darbenin gerçek bir darbe olduğuna inansaydım, kime karşı yapıldığına bakmadan, anında dışarı çıkar ve tank paletlerinin altında ezilsem ve tek başıma olsam da karşı çıkardım!
Atilla'nın söylediği gibi, saatlerce bir tane tanıdık yüz görememesi ne karanlıktan ne de geç saatlerden dolayı kaçırmış olmasından değil, benim gibi düşünen genel sol tandanslı insanların darbenin gerçek bir darbe olduğuna inanmamasındandır. Evet bu darbeyle AKP ve Erdoğan’dan kurtulmak isteyenler de olabilir ama bir tek tanıdık yüz görmemesini AKP karşıtlığıyla izah etmenin doğru olmadığı kanısındayım. Atilla'nın algılaması ve bakışı kendisinin hangi gözle baktığı ve yorumlayışıyla ilgili olduğu için yanlışlığına ve/ya doğruluğuna bakmadan saygı duyarım. Zira tam da aynı olayı farklı açılardan algıladığım ve yorumladığım için ikimizin de göremediğini farklı açılardan görmeyi ve kavramayı sağlar kanısındayım.
İkinci yazıda orduyla bağlantılı olması aynı bakışın bir devamı olarak karşımıza çıkmakta haklı olarak bu temelde sorular sorup sorgulamalar yapmakta ve farklı değerlendirmeler tartışmaya değer katmakta.
“Değişimi, Fethullahçı 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı ‘bulunmaz bir siyasal iklim ve fırsatta, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin kendi siyasal gündemleri yönünde, gerçekleştirdikleri hakiki sivil darbenin somut tezahürü’ olarak değerlendirenlerin varlığı, olayları kavrama kapasitem hakkında beni şüpheye düşürüyor.”[2]
Neden şüpheye düşüyor, çünkü karşılıklı iki eski ortağın darbeleşme kavgasını izlediğimiz için nasıl bir sivil darbe olur, akla pek uygun gelmiyor! Atilla'nın kavrama kapasitesine göre şüpheye düşüyor olması, darbe gecesi ve darbenin Erdoğan’a ve AKP'ye yapıldığı kanaatinden dolayı farklı algılayan ve yorumlayanı şüpheye düşürmesi, bir açıdan pozitif diğer açıdan da negatif olduğu için anlamlı ve irdelenmesi gerekir. Zira aynı geceyi binlerce insan bu ikilemi bir şekilde yaşamıştır. O geceyi yaşayan ve evlerinde izleyen çok sayıda devrimci, demokrat insanın kafasında bu ve buna benzer soru işaretlerinin uçuştuğu ve fırtınalar koptuğu, çelişkiye düştüğü söylenebilir. Bu nedenle bu tartışmanın sadece Atilla’yla sınırlı olmadığının altını çizmek isterim.
Atilla'nın da kafasında böyle darbe olur mu sorusu var, hatta bu soru nedeniyle evde beklediğini, beklediğimizi düşünüyorum. Ne de olsa darbeler görmüş geçirmiş bir kuşağın insanlarıyız, hani bir söz vardır: “ben insanın gözünden anlarım.” Evet bizler de bir darbe nasıl olur, başarısız darbe girişimi nasıl olur, anlarız. Darbeyle ilgili değerlendirmem anı anına kendi Facebook sayfamda var.
“Darbeden sonra OHAL ilan eden hükümet, ilk iş olarak bir ‘kanun hükmünde kararname’ (KHK) ile TSK’nın komuta ve kuvvet yapılanmasında değişiklik yaptı. Ağırlığını okulların teşkil ettiği askeri kurumların çoğu siyasi iradenin kontrolü altında alındı.
Askeriye alanında yapılan Cumhuriyet döneminin bu en kapsamlı değişimi karşısında, yıllardır orduda reform isteyen soldan, özellikle de sosyalist soldan kayda değer bir ses çıkmadı. Bu sessizlik, görmezden gelme ve/ya geçiştirme halinin bir nedeni ve anlamı olmalı diye düşünüyorum.”[3]
Bu sözde darbe girişimini teşvik eden ve planlayıp uygulayanların bizzat Erdoğan olduğunu görememek, darbenin kimin işine yaradığına bakmayı da imkânsızlaştırıyor. Örneğin; “Çünkü askerî darbe girişimleri, askerî darbe döneminin zihniyeti ve kanunları ile ortadan kaldırılamaz, aksine askerî darbe dönemlerinin zihniyeti daha da pekiştirilir.” diyen 2.346 akademisyenin görevine son verildi.
Yüzbinleri bulan soruşturma ve işten atmalar, 12 Eylül döneminde bile yapılmamıştı. 12 yıl birlikte olduğu atanan her devlet memurundan bizzat haberdar olan Erdoğan, değerli ortağı Fethullah Gülen hocanın ne yaptığını başbakanlık döneminde bilmiyor muydu?
Demokratikleşmenin olmadığı ortamda hangi reformlar olmuştur? Ve/ya demokratik hakların tamamen bitirildiği bu koşullarda Erdoğan mı orduda reform yapacak?
“Aldatıldık” demek, neyi ve hangi gerçeği çözer ve hangi olayın açıklanmasına yarar? Bu soruların cevabı yok. Ama darbeden sonra “OHAL ve KHK'lerin Osmanlı ve devamı olan Cumhuriyet ordusunu reforma tabii tutmasına neden sessiz kalınıyor?”[4] diyerek, sosyalist ve devrimcilere yüklenmeyi de doğru bulmuyorum.
“Bilindiği gibi sol, özellikle de sosyalistler, hemen her zaman, demokratik bir siyasal rejimde ordunun rolünün tamamen yurt savunmasıyla sınırlanmasını ve iç güvenlikten elini çekmesini istemiştir.”[5] Değerli arkadaşım ülkemizde, senin de belirttiğin gibi, demokratik bir siyasal rejim mi var? Varsa biz neden göremiyoruz? Evet dediğin gibi, demokratik bir rejim olsaydı, senin görüşlerinin altına imzamı koyardım, ama maalesef yok. Bu ülkenin korkak burjuvaları, kendi demokratik rejimini savunmaktan bile acizken bu görevi de yine sosyalistlerin ve Kürt devrimcilerinin yapıyor olması bir tesadüf müdür?
“Ayrıca, TBMM genel kurul ve komisyon çalışmalarında bu partinin temsilcilerinin sözü edilen konulardaki eleştirileriyle epey etkili oldukları da biliniyor. Ancak, TSK’nın Cumhuriyet tarihi boyunca maruz kaldığı en geniş çaplı değişikliğin son darbe girişiminin hemen ardından yapılmasına rağmen, HDP’nin eşbaşkanlarının, Meclis grup başkan vekillerinin ve parti basın sözcülerinin kayda değer bir yorum yapmaması ister istemez dikkat çekti.”[6]
Atilla, “HDP, ÖDP ve Yeşiller Partisi’nin darbe sonrası bu kadar kapsamlı reformların olduğu anda neden suskunlar?” diyor. Basit bir yaklaşıma sırtını yaslayan Atilla, liberal değerlendirmelerle beyinleri âdeta mevcut Erdoğan diktasına mahkûm etmeye çalışıyor. Tüm medya alanları, tek bir adamın düşüncesini savunmakla ve/ya karşı çıkanları etkisiz ve bozmaya çalışmakta. Sözde demokrasi görünümlü bu kadar etki ve güce sahip hangi devlet ve devlet adamı vardı? Atilla bu gerçeğe gözlerini kapatıyor.
-Devam Edecek-
Tevfik Özkorkmaz
04.08.2016
Dipnotlar
[1] Atilla Aytemur, “Sol TSK’daki Değişikliğe Nereden Bakıyor?”, Serbestiyet, 31.08.2016.
[2] A.g.m.
[3] A.g.m.
[4] A.g.m.
[5] A.g.m.
[6] A.g.m.

2 Eylül 2016 Cuma

CHP Takıntısı

“[…] CHP, sosyal demokrat kimlikli bir parti olarak; çoğulculuk ve katılımcılığı, insan haklarını, özgürlük ve hukuk devleti kurallarına sahip çıkmayı, Azınlık haklarına saygıyı, eşitlik ve adalet ilkelerini, dayanışmayı, barış ve hoşgörüyü, emeğin önceliği ve bütünlüğünü, çevrenin ve doğanın korunmasını, yani sosyal demokrasinin çağdaş evrensel değerlerini her koşul ve ortamda sahiplenir, politikalarında rehber olarak değerlendirir. […]”
[CHP Parti Programı’ndan]
Arkadaşlarım diyorlar ki, “kardeşim sana ne, neden CHP yönetimi ile uğraşıp duruyorsun? Sen sosyalist bir adamsın. Sen ‘size’ bak. Ayrıca bu bir devlet partisi, kurucu parti. Ondan ne beklenebilir ki?”
Haklılar mı, değiller mi?
Yukarıdaki parti programından aldığım pasaja bakarsanız, demokratların, sosyalistlerin bu partiden birtakım beklentileri olması doğal görünüyor. İddialı hedefler. Bu pasajdan öte daha iddialı hedeflerin belirlendiği CHP metinlerine de rastlamak mümkün kuşkusuz. Kaldı ki, içinde, tabanında binlerce demokratı barındıran bir parti. Parti meclisinde, milletvekilleri arasında birçok tutarlı demokrat var.
Diğer taraftan “devlet kurucusu” bir parti, evet! Genetik kodları, “ne olursa olsun aslolan devletin bekası” anlayışı tarafından şifrelenmiş. Bu da doğru. Geleneksel olarak diğer sosyal demokrat partiler gibi “işçi hareketleri temelinde yükselmiş/oluşmuş bir parti” değil. İşçi hareketiyle anlamlı bağları olan bir parti değil.
Meselenin farklı cephelerini yansıtan bu değerlendirmeler bir bütün olarak CHP’nin fotoğrafını yansıtıyor, kuşkusuz. Bu çelişkili bir manzara. Uzlaşmaz çelişkilerin partisi…
İyi de bu çelişkiler bir sosyalist olarak benim çelişkilerim değil ki. CHP’nin çelişkileri. Dolayısıyla diyorum; sosyalistlerin CHP’yi -bir kitle partisi olarak- etkilemeye çalışmasından daha doğal ne olabilir? Tabii ki, kendi özgün programlarından taviz vermeden, kuyrukçuluk yapmadan.
Peki umutsuz bir çaba mı? Hem evet, hem hayır! 60’lı yılların sonunda başlayan ve 70’li yıllar boyunca devam eden CHP’nin “değişim” sürecine bakarsanız, CHP’nin daha “iyi” zamanlarını da gördük, deyip umutlanabilirsiniz; ya da çeşitli dönemlerdeki kritik çıkışlarını dikkate alarak… Son zamanlarda yeniden nükseden “genelkurmay brifinglerine yönelik hassasiyetlerini” dikkate alarak da umutsuzluğa kapılabilirsiniz, tabii ki…
CHP’nin Yakalandığı Amansız “Kürt Kapanı”
HDP ile birlikte fotoğraf vermeme kaygısı, bu partiyi felç ediyor. “Terörizmle anılmak ve bölücülük” propagandalarına karşı bütün demokratik duyargaları etkisizleşiyor, bir tür zombi haline dönüşüyor. Yumuşak karınları burası… Aşilin topuğu gibi. Devlet refleksi ve muktedirler buradan yakaladığında CHP ökseye yakalanmış kuş gibi. “İçindeki devlet” şahlanıyor.
Bu nedenle, Kürt illerinin yerle yeksan edilmesi ona tesir etmiyor, sivillerin ölmesi, hukuksuz gözaltılar, kayıplar, kitlesel göçler onu ırgalamıyor. Dış ses “ama hendek kazmışlar, ama silâhları var” deyince iş bitiyor. “Nedeni, niçini” artık onları ilgilendirmiyor. “İyi de bu yaşlı amca ve teyzenin bu sabi sübyanın ne günahı vardı” diyemiyor. Barış için imza veren akademisyenler, aydınlar olmadık hakaretlere maruz kalırken, işten atılıp gözaltına alınırken yeri göğü birbirine katamıyor. Karnından konuşuyor…
Şimdi de “Millî Mutabakat” Kapanı
“Yahu kardeşim, sizler politik İslamcı iki hizip olarak memleketi uçurumun kenarına getirdiniz; kollayıp himaye ettiğiniz katiller sürüsü, faşistler elindeki olanaklarla halka demokrasiye saldırdı, sen ne mutabakatından söz ediyorsun” diyemiyor. OHAL ilanını hemen destekliyor,
On binlerce insanın işten atılması, açığa alınması, kitlesel tutuklamalar karşısında nutku tutulmuş durumda. Memleket OHAL ilanının gerekçeleriyle hiç ilgisi olmayan Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetiliyor, CHP felç. Cılız sesler, serzenişler, sitemler… Dünyanın tanıdığı edebiyatçı Aslı Erdoğan, Yazar Necmiye Alpay tutuklu, onlarca TV kanalı, gazeteler kapatılıyor, gazeteciler tutuklanıyor, el çabukluğu marifet muhalifler bertaraf edilmeye çalışılıyor CHP “kem küm”… Denize düşen Saray iktidarına cankurtaran simidi oluyor. Yargı esir alınmış, medya, akademya hançerlenmiş, paramiliter güçler organize ediliyor, kamu alanı bırakın İslam’ı, İslam’ın bir mezhebi tarafından fiilen yeniden yapılandırılıyor, fiilî bir başkanlık rejimi inşa edilmiş, CHP’nin haline bak.
Üstelik bütün bu tablo, 6 milyonun üstünde seçmenin oyunu alarak barajı geçip 59 milletvekiline sahip olmuş bir partinin tecridi ve dışlanmasıyla oluştu. Anayasa komisyonuna çağırmıyorlar, Meclisi tamamen devre dışı bıraktılar. “Efendim ama biz eleştirdik, ama biz karşı çıktık”. Yer miyiz, bilmem.
TSK, iktidarın emri, birtakım evrensel hegemon güçlerin gizli-açık onayıyla başka bir ülkenin topraklarına giriyor. CHP yönetimi, harekâtın gerçek hedeflerinin gizlenmesine bile bile rıza gösteriyor, onay veriyor… Bir savaş macerasına doğru pupa yelken… CHP yönetiminin temel sloganlarından “yurtta sulh, cihanda sulh” “yurtta savaş, cihanda savaş”a dönüşüyor; CHP dut…
Laf Oldu Torba Doldu!
Kendimizi mi yorduk? muhtemelen. Kader utansın; memleket öylesine kritik bir dönemde ve öylesine tehlikelerle dolu bir mecrada ilerliyor ki; CHP’nin o tarafta ya da bu tarafta tutum alması ülkenin kaderiyle ilgili.
Maalesef sosyalistlerin bugünkü varlığı ve etkinliği ülkeyi bu badireden kurtaracak düzeyde değil. Bu “hazırlıksız yakalanma” halinin nedenlerini bulmak çok önemli tabii ki, ancak bu başka bir yazının konusu olabilir.
Şu anda temel ve acil ihtiyacımız; Demokrasi Cephesi
Ne dersiniz?
Cengizhan Güngör

1 Eylül 2016 Perşembe

AKP Neden Dağılmaz?

Kısa ve Orta Vadede AKP Neden Dağılmaz?
Bu yazımızda “iç dinamiklerin çelişmeleri hangi yönde gelişebilir?”i anlamaya, aklımıza gelen soruları cesurca sorarak cevaplar bulmaya çalışıyoruz.
Dıș faktörlerin çok yoğun etkilemeye başladığı bir dönemin içinde olmanın dayanılmaz hafifliğini görüyor, bu hususa dikkat çekiyoruz.
Ülkede iktidara hâkim ve tek güç olmaya çalışan örgütlü bir AKP vardır. Dokuz kez “seçim” kazanan iktidar olmanın avantajıyla sürekli çıtayı ve konsolide ettiği kitle tabanını kutuplaștırarak kemikleștiren ve İslamî muhafazakâr misyon yüklenen bir dava hareketinin yükseliși var. Bu hareketi ister beğenelim isterse beğenmeyelim ister küçük görelim isterse büyütelim, karșımızda çok ciddi bir AKP gerçeği bulunmakta. 2002 seçimleriyle iktidarı ele geçiren ve așağıdan yukarı devletin zirvesine ulașan AKP, 2014 cumhurbașkanlığı seçimiyle, 2023 yılını kazanma planlarını uygulamaya sokmuștur.
AKP'yi değerlendirme konusunda son seçimler dâhil çok ciddi iki hata yapılmakta ve hatalı bu bakıșın devam ettiğini görmekteyiz. Milli Görüș’ten bu yana sürekli gizli, açık bir küçümseme genele hâkim durumda. Bu bakış, mevcut gücün doğru analizini engellerken, farkında olmadan ona destek sunulmuş olundu.
Bașta aydınlarımız sanal ve ana medyada; muhalefet partileri kendi araçları üzerinden, anti-AKP temelli bir bakışla hareket etti. Sosyalist devrimciler de bu küçümsemeye katkı sundu. Kendi payıma bu anlayıșa bir șekilde șöyle destek olduğumu düşünüyorum: On altı devlet geleneğini içselleştiren, neo-kapitalist sistem koșullarında varlığını sürdüren, kendi iç siyasal krizlerini çözen derin devlet rejiminin merkez siyasal yelpazede sağ ve sol uçları nasıl maniple ettiğini acı tecrübelerle görmüștük. Muhafazakâr İslamcıları da bir șekilde maniple edeceği düșüncesindeydim ve 12 yıllık süreçte yanıldığımı görmekteyim. Aynı zamanda bir sosyalist olarak, tüm aksi iddalarıma rağmen, beynimin bu düzenle, rejimle uyumunu gördüm!
Bu küçümseme, dar bir AKP karșıtlığına dönüștüğü için, bir șeye karșı olma temelinde olușturulan alternatiflerin etkisiz ve yetersiz kaldığı ve topluma sunacakları alternatif projelerin eksik ve yeterince topluma anlatılamadığı görülmüștü. İkinci hata, AKP'nin dayandığı kitlenin konsolide edilmesinde tüm anti-AKP'cilerin müthiș bir desteği olmasıdır. Bu destek, küçümseyerek, alay ederek AKP'nin mağduriyetine sürekli zemin hazırlaması arayıp da bulamadığı fırsatı AKP'ye verirken, aynı zamanda o kitleyi de kemikleștirmiștir.
AKP'ye oy verenlerin çoğunluğunun ișçi ve emekçi olduğu gerçeği göz ardı edilmekte ve bu sınıf desteğinin nedenlerini araștırma zahmetinde bulunmadan, yukarıdan söylemlerle devam edilmesi, durumu kavramada nasıl zarar verdiği ortada.
Aynı zamanda bu bakıș AKP'ye oy vermeyen kitlenin üzerinde çok ciddi bir psikolojik baskı yaratarak küçümseme, korku karışımı, șuursuz tepkisel davranıșlara neden olmuștur. Basın ve sanal medyada söylediklerimize bolca örnek vardır.
Cumhurbașkanlığı seçiminden sonra tam 16 gün ülkede siyaset adına her șey donduruldu. Egemen sınıflar, kendi yasalarını bir kez daha krizden çıkmak için çiğnemișlerdi. Dava ve misyon uğruna her șey mubahtı. Havuz medyası, sakin ve hızlı yapılan değișimlere korkuyla karıșık methiyeler düzerken, AKP bünyesinde olası çelișkilerin çözülmeden dondurulduğu anlașılmaktadır.
AKP'nin en zayıf halkası șoklanan kendi iç çelișmesidir. Toplumsal dinamiklerin talep ve çıkıșları her zaman örtüşmez, bazen de yoğun bir çatıșma uyumsuzluk içine girer. Bu zayıf halkanın ne zaman kırılacağı, iç ve dıș faktörlerdeki gelişmelerin AKP iktidarı aleyhine dönmesiyle gündeme gelebilir. Kısa ve orta vadede iç faktörlerde böyle bir “tehlike” görülmüyor.[*] AKP'nin așil topuğu “seçim, sandık ve demokrasi” oyun ve yalanını bozmak ve sabırla uzun vadeli örgütlülüğü mücadele içinde ortaya çıkartmaktır. AKP'de hem “kitle” partisi hem de “dava” partisi olarak “mahşere” kadar ideolojik birlik olma misyonu ve pratiği așılanır. Parti lideri, kendi iç çelișme ve çatıșmalarını değișime dönüșüme yönlendirirken de davaya ve hedefe bağlılıkta çok büyük bir dikkat ve özen gösterir. Cumhurbașkanlığı ve Parti kongresinden sonra muhaliflerde genel kanı, AKP’nin de diğer partiler gibi DYP ve ANAP gibi dağılacağı yönündedir. Politikalar bu kanaat üzerine inşa edilmektedir. Bu, aç tavuğun kendisini buğday ambarında görmesine benzer.
Genel küçümseme aynı zamanda siyasi tembelliği, kolay kazanma ve siyasal yüzeyselliği de teșvik etmektedir. Bu tip tarihsel-dönemsel analojiler yaparken, tarihin tekerrürden ibaret olmadığı, aynı yerde aynı ağacın yanından girdiğin suyun bile aynı su olmadığı hatırda tutulmalı. Asıl olanın yeni dinamikleri çıkartan değișimin sürekli diyalektiğidir. Sürekli değișimin bizlere öğreteceği somut gerçeğin analizini derinlemesine yapamadığımız sürece sosyalistler de kendilerini aç tavuk gibi buğday ambarında görmeye devam edeceklerdi.
Kısa ve orta vadede AKP'nin dağılmasını beklemek, siyasetini bu naif bakışa ve çelișkiye dayandırmak, AKP'nin 2023 yılı projesine destek olmak demektir. AKP karșısında eski muhalefetin -CHP ve MHP’nin misyonu bitmiștir. AKP’ye 12 yıldır koltuk değneği olan muhalefetin gerçek yüzünü sıradan insanlar görmekte ve radikal direniș alanlarına barikat kurmaktadırlar. Toplumun çok ciddi parçası olup AKP’ye oy vermeyenler, küçümseme-korku karıșımına șimdi de umutsuzluk ve çaresizlik eklemiștir.
Her șey zıddıyla birlikte gelişir. Yașamsal gerçeğin güzelliği de burada yatar. Korku ve çaresizliğin gelişmesi, yeni alternatif arayıșlarını gündeme getirmektedir. HDP’nin son seçimdeki bașkan adayı Selahattin Demirtaș, yaygın bir kanı olarak, bașarılı olmuştur. Bu bașarıdaki faktör, adayın kendi tarzı ve topluma sunduğu yeni yașam programıdır.
AKP karșıtlığına düşmeden, birilerine karșı olma temelinden uzak, topluma ne istediğini anlatan bu tarz kazanmıștır. Milyonlarca insan mevcutlardan farklı toplum projeleri duymuș ve etkilenmiștir. Türkiyelileșme programı ve vizyonu toplumda cevap bulmuş, Kürt Özgürlük Hareketi'nin oy potansiyelini önemli oranda arttırmıștır. Kısa ve orta vadede AKP'nin karşısındaki gerçek ana muhalefet gücü HDP kendi tecrübesiyle ortaya çıkmıștır. Bu durumun kıymetini tüm sosyalist, demokrat, yurtsever, anti-kapitalist müslüman ve aydınların sahip çıkması ve gözü gibi koruyup geliștirmesi gerekir.
Halkların demokratik güçlerinin, tüm ezilenlerin, bașta ișçiler, emekçiler ve köylüler olmak üzere tüm çalıșan ücretlilerin ve kadınların ön saflarda liderlik rolleri alarak, inanç farkları ve ötekileştirmelere bakmadan, Alevi, Ezidi, Süryani, Ermeni, Yahudi, Sünni demeden, LGBT gibi farklılıkları, anti-kapitalist ve sistemden memnun olmayan herkesi kucaklayan program ve olgunluğa sahip halkların demokrasi şuralarında mevcut rejimin gerçek alternatifi örgütlenebilir.
Ülkemiz ve bölgemizin sınırlarında yangınlar hızla büyürken, kurtlar sofrasında çakal olup yem kapma hayalleri peşinde koşan AKP iktidarının ve onun maceracı politikaları karşısında kurbanlık koyun gibi oturup beklemeyeceğiz. Halkların demokrasi güçleri, her düzeyde örgütlenmeli ve Ortadoğu ateș çemberinde tarihsel rol alacaklar, kibirli ve ağabey tavırlarına girmeden, hoșgörü ve sabırla, yok saymadan, kıskanmadan, birbirini büyüten, ısrarla “yașamak direnmektir” diyen, șuralar yaratarak, birleșerek gerçek alternatif olabilirler.
Tevfik Özkorkmaz
1 Eylül 2014

31 Ağustos 2016 Çarşamba

Kıskaç

Son beş yıldır duyduğumuz çığlıklar esasında bir susma biçimidir. Suskunluk, Suriye ile ilgilidir. Batıdakiler, Ankara’nın üzerine çökmüş kara bulutların dağılacağına; Doğudakiler, Rojava’da bir güneş doğacağına inandıklarından susmuşlardır. AKP’ye karşı muhalefet, bu nedenle “laiklik-gericilik” ikiliğine indirgenmiştir. Suriye sustuğumuz, susturulduğumuz yerdir.
Suriye iç savaşı konusunda ABD’de ya da başka yerlerdeki solcuların onda biri kadar bile bir mücadele sergilenmemiştir. Dolayısıyla oradaki kan, muhalifi-muktediri, herkesin gömleğindedir.
Suriye’de Pentagon ve CIA arasında bir bilek güreşinin yaşandığından bahsedilir. Libya’daki yıkım sonrası oradaki silâhların ve çetelerin Suriye’ye akacağı kanal Türkiye üzerinden kurulmuştur. Bunun bir sebebi de kanal inşaatının ucuza mal olacak olmasıdır.
İslamcı ekiplere yol veren, destekleyen, içinde cirit atan CIA; onları bulundukları yerde ezen, ezmesi için Kürd’ü örgütleyen, Esad’a istihbarat sağlayan, Rusya ile bu konuda anlaşan Pentagon’dur. Hepsi de bataklıkta toplanıp ölecek birer sinek düzeyindedir. Aynı hamlede düşman görünenler dost; dost görünenler düşmandır.
Bu açıdan “İslamcılar yeryüzünden silinince sosyalistlere gün doğacak” diye ellerini ovuşturanlar, fena bir vehim içerisindedir. Emperyalizmin kıskaç harekâtı onları da içermektedir. Yeni Ortadoğu’da eski sosyalizme asla yer olmayacaktır. Herkes Amerikan ölçülerine göre yenilenmek zorundadır.
Bunu söyleyen, emreden, DSİP ve türevleridir. Kıskaç harekâtının bölgesel boyutuna bir de yerel boyut eklemlenmektedir. Türkiye’de sol-sosyalist yapılar, yeni dönemin binası içerisinde bir tuğla olmak adına, DSİP-TKP kıskacına örgütlenmek zorundadır. 1 Eylül ve 30 Ağustos tartışmaları bu minvaldedir.
Bir taraf emperyalizmin ordularını; diğer taraf Türk ordu geleneğini hepimize sevdirmekle görevlidir. Her ikisi de iradesine kul oldukları orduları AKP döneminde ari ve temiz tutmaya mecburdur. Ordulararasındaki bağlar böylelikle gizlenmekte, geçişkenliğe karşı bu sayede susulmaktadır.
ABD, İran’la anlaşma öncesi bir hamle yapmış, Erdoğan’a altın-gaz takası üzerinden İran’la iş yürütülmesine izin verilmiş, bu işin kirli çamaşırları CIA-Fethullah aracılığıyla ortaya dökülmüştür. Paranın önemli bir kısmının orduya gittiği söylenmektedir. Eğer öyleyse aynı ordu bizi Can Dündar’a asker kılmıştır.
Kıskaç harekâtı, balık avı misali işlemektedir: balığın ağzına takılan zoka serbest bırakılmakta, sonra da sertçe çekilmektedir. Bu zoka herkes, hepimiz için geçerlidir. Fethullah zokasını yutanlar, hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmektedir. Kimse hesap vermemektedir. Üç kuruşluk varlıkları için devrimci varoluş ezilmektedir.
Benzer bir hikâye, “MİT krizi”ni de içermektedir. Sobadaki kestaneleri maşayla almaya meraklı Obama emretmiş, silâhlar akmış, olayı ifşa etmek de gene CIA-Fethullah’a düşmüştür. Cümlemiz, iktidardaki bu pazarlığın figüranı, tezahüratçısı kılınmıştır.
DSİP kadar TKP çizgisi de zokadır. Bu iki çizgi semboliktir, bugün tüm sol bu iki çizgi altında toplanmıştır. 30 Ağustos konusunda yaşanan tartışmalarda bu zokanın damağımıza geçtiği anki sancı örtbas edilmektedir. Dolayısıyla ham hayallerle “bu ülkede tek devrimci gelenek var, o da Kemalist ordu geleneği, herkes onuna diz çöksün” diyenlerin bu gelenekten bir “halk kurtuluş cephesi” çıkartabileceklerine dair beklentileri oyalamaya dönük bir siyasettir. “Emperyalist” dedikleri, emperyalizmin piyonu olarak kullanılıp atılmış Yunan ordusudur. Sovyetler sayesinde kurulan devlet masalına inananlar, Sovyetler’e rağmen kurulan devleti allayıp pullamak, bu pratiği de “devrimci” sosuna banmak zorundadır. Her iki kesim de Sovyetler’in devrimi ile değil, devleti ile bir bağ kurmakta, o ilişkinin bağbanı olmaya çabalamaktadır. Bu bağbanlar, eskiden yok hükmünde kabul ettikleri Sovyetler yerine ABD devrimi ile ilişki kuruyormuş gibi görünüp o devletten, üstelik devletin bugünkü çıkar ilişkilerinden yirmilere bakmaktadır. Halklar bunların asla umurunda değildir. Bu çevreler, ABD ve batı metropollerindeki orta sınıfların hasretle andıkları, özlemle yad ettikleri hayatlarını biz fukaraya önermekten başka bir şey yapmamaktadır. Onların “iyi niyet” taşları cehennemimize giden yolu döşemektedir.
Bülent Uluer’in 1920 Türkiye’sinde halk direnişinde milliyetçilik görmesi ile bu tür solcuların anti-emperyalizm görmesi, aynı madalyonun iki yüzüdür. Herkes neye ve kime karşı mücadele edeceğini unuttuğundan, devrime ve sosyalizme olan inancını-bilgisini silip attığından, bu tür masabaşı hesaplar içine girmektedir. Bağban olununca her tür mahsul alınabilir zannedilmektedir. Sadece kendi öznelliğine güvenenlerin, sadece ona bakanların aldandığı nokta budur. Onlar, öznellikleri dışında her şeye karşı suskundur. Öznelcilik, gizli bir susma akdidir.
Çığlık susma biçimidir. Ne konuda yaygara kopartılıyorsa, başka bir yer karartılıyor demektir. Cerablus konusundaki tartışma, 15 Temmuz’la bağlantılıdır. Pentagon-CIA arasındaki bilek güreşi devam etmektedir. Dün “IŞİD ve AKP aynı şey” diyenler, bugün internet kanallarında “Türk askeri ile IŞİD birbirine girdi, 51 Türk askeri telef oldu” diye haber yapmaktadır. Önemli olan, baktığımız değil, bakmadığımız yerdir.
Pentagon-CIA kıskacında hareket etmek zorunda olan AKP, “yerli ve milli”den dem vurmaktadır. Oysa o, bugün Pentagon’un yerliliğine ve milliliğine tabidir. Sıradan bir Amerikalı, Pentagon’un ülkesinin özçıkarlarını koruduğuna inandırılmaya mecburdur. Aynı durum bizim için de geçerlidir. Tüm bu hengâme, 1 Ocak’ta Hillary’nin başa geçmesiyle bir miktar değişecektir. O güne dek herkes, koz ve güç elde etmek derdindedir.
Pentagon çoğu zaman iyi polisi; CIA kötü polisi oynamaktadır. Kirli işler CIA’ye; onları temizlerken atılacak adımlarsa Pentagon’a düşmektedir. AKP Türkiye’si bu oyunda figüran ve piyondan fazlası olabilir mi?
DSİP içinde Fethullahçı çıkmasına neden şaşırılır? “Fethullah Konferansları” isimli çalışmanın logosunun HDP logosuna benzerliği neden garipsenir? Kendi özgürlük kavgaları olmayanların, ABD’nin özgürlük ordularına bağlanmasına neden kızılır? Anti-emperyalizm, hiçbir şey yapmamanın kılıfı değil midir? Kimlik ve etnisite siyasetinin, bu gerçeklerin örtüsü olduğu niye görülmez?
“ABD bizi bu sefer satacak mı satmayacak mı?” diye kırılan lades kemiği, Kürd’ün belkemiği olabilir mi? Medyada şişirilen isimlerin belirli güçlerin ajanı olduğunu görmek bu kadar mı zor? Onların ağzından çıkana göre değerlendirmede bulunanların, siyaset yürütenlerin devrim ve sosyalizm gibi dertlerinin olduğu söylenebilir mi?
Kıskaçtır bazen gevşetilir. Bu rüzgârla isimlerini yaldızlayacağını, Twitterve Facebook takipçi sayılarını artıracağını, bürolarını kalabalık kılacaklarını düşünenler, fena yanılmaktadır. Şeytana satılan ne varsa, geride ödenmesi gereken büyük bir bedel bırakacaktır.
Suriye’ye yönelik her yeni hamlede AKP aleyhine olacak bir haber sızdırılmakta, herkes “laiklik-gericilik” ikiliğiyle oyalanmaya mecbur edilmektedir. Emperyalizm, her türlü ihtimali düşünmektedir. Hiçbir yeri boş bırakmaksızın ilerler. Rakip güçleri tokuşturmayı, kendisini kurtarıcı olarak satmayı, her fırsatta mevcudiyetini yaldızlamayı sever. Bu nedenle Millet Camii’ndeki Kadirî zikrine “şeriat geliyor” yaygarası kopartmak yanlıştır. Asıl sorun, Anadolu irfanının tağut olan devlete kul-köle edilmesidir. Kıskaç harekâtı, bu toprakların İslamî direncine yönelik de işlemektedir. Bu noktada devrimcilere-sosyalistlere devleti aklamak, korumak, ona yandaşlık yapmak, “ama sana yakışmıyor” demek düşmez.
Her gün beş vakit insanlar “hayalel felah” denilerek kurtuluşa çağrılmaktadır. Kurtuluşumuz, gizli ya da açık ordulara bağlanmak değil, kendi özgücümüze örgütlenmekte, onu örgütlemektedir.
Yusuf Karagöz

Gifara

Sahte kahraman, Davos’ta kurulan tiyatroda, Ortadoğu’da yıldızı parlasın diye, İsrail’e “van minüt” çekip, sonrasında İsrail’le anlaşanlardır. İsrail, altmış yıldır Kudüs’ün başkenti olduğunu kabul ettirmeye çalışır. Onlar, bir anlaşma ile bunu kabul ederler. “Sahte kahraman” dedikleri ise dün olduğu gibi bugün de Gazze’dedir, Ramallah’tadır, mazlum halkların direnen aklı, yüreği ve yumruğundadır.
Devletle imza ettikleri yeni akit İslam’ın içerisindeki direniş ruhunu köreltmek, yok etmek üzerinedir. Mısırlı besteci Şeyh İmam’ın Gifara şarkısı aynı zamanda Ebu Zerr Gifari’yi anıştırmak içindir. Onlarsa Ebu Zerr’e de düşmandır.
Che Guevara Afrika’da yerlileri örgütleyendir. Ertesi günkü çatışmalara hazırlanan yerlilerin vücutlarına kutsal belledikleri bir sıvıyı sürdüklerine şahit olunur. Guevara’nın yoldaşları, “buna müdahale etmek gerek, yerlilere materyalizm konusunda eğitim vermeliyiz” derler. Guevara savaşçıdır, savaşın maddesini ve diyalektiğini tanır. Bu sebeple yoldaşlarına “yarın neler olacak, bir bakalım” der. Ertesi gün üzerine kutsal sıvı sürmüş yerliler üç kat daha fazla cesur ve dirençli bir şekilde dövüşürler savaş alanında. Guevara, orta sınıf din düşmanlığının da panzehridir. Nereye Molotof atacağını iyi bilendir. O yerlilerin kutsalına savaşın ihtiyaçları dairesinde dokunmayandır.
Yeni akdin neferleri ise teslimiyetçidir. Devlet denilen dine biat etmişlerdir. Dudaklarındaki dua, her daim, o dinin hükmü altındadır. Che ise kurtuluşa yazgılı bir teolojidir. Yoksulların nefesiyle örülen bu teoloji, devlet dinine düşmandır.
Devlet dedikleri birkaç para kasası bir-iki karış arazidir. Sahipleri bellidir. Yeni akdin neferleri, kendi iradelerine sahip oldukları yalanını sürekli pazarlamak zorundadır. “Bu devlet hiç bağımsız olmadı” derler ki kendi bağlarını gizleyebilsinler. Amerika “yap” der, onlar da yapar. İsrail “gir” der onlar da girer. Onlar çoğunluğu çokluk-büyüklük masalları ile kandırmak için vardır.
Che ise zaten çok olan mazlumlarla birliktedir, birdir. Kim nerede kütlesel gücünü görüp isyan bayrağını çekmişse, ona mutlaka değer. Onların “kanaat önderleri” vardır, mazlumların “hareket önderleri”.
Onlar kendi teslimiyetlerini yaldızlamak zorundadırlar. “Yerli ve milli” dedikleri burjuvacadır. Bu burjuva masallar ile emperyalist-kapitalizme göbekten bağlı oluşlarına makyaj yapmaya mecburdurlar. Mısırlı bir şair Ebu Zerr’i Che ile birleştiriyorsa, bu toprakların da birleştirilmeyi bekleyen yerli ve milli direniş öncüleri elbette vardır. Devletin muhalefeti dizayn etmesine, formatlamasına, hizaya sokmasına izin verilemez. AKP’ye kızılıp devletin kucağına koşulamaz. Che, zihinlerdeki popüler bir devlet imgesinin tezahürü olamaz. Kavga yoksa, kitlelerle gerilimli bir ilişki kurulmuyorsa, Che, ya piyasanın ya da devlet koridorlarının süsü olur. Gençlere yakıştırılamamasının sebebi, o gençleri dışarı atmak, terörize etmek, onların halkla bağlarını kopartmak, geri kalanı ipotek altına almak ve hepsini piyasaya kul kılmak arzusudur.
Küçük savaşçılar, devletin büyük savaşına direnme biçimidir. O kanaat önderleri ve o küçük savaşçıların mirası üzerine inşa edilmiş meclisin başkanı, savaşına halel gelsin istememektedir. Onların gemisi Pentagon-CIA geriliminde ilerler. Küçük savaşçıların savaşı, tam tersine, ekberdir, büyüktür, hakikidir, gerçektir. Kendisine odaklanmaz, halkın devrimci ocağında harlanır. Başkasının yüzüne inen tokadı kendi yüzünde hisseder. Düşmanınsa artık halk karşısında hiçbir yüzü yoktur.
Sahte kahramanlar, halkı yalanlarla, avuntularla, boş vaatlerle gütmek derdindedir. Gerçek kahramanlarsa neyse odur, azı çok göstermez, bozkırı tutuşturacak kıvılcıma sahip değil aittir, imanı kiri pası söküp atacak güçtedir.
Bahri Dikmen

30 Ağustos 2016 Salı

Savaş Davulları

Savaş davulları mahallemizde çalmaya başladı.
Bu kimin savaşı ve esas amaçları nedir?
Emperyalistlere karşı olmadığı çok açık. Bu savaş, bölgede direnen ve yeni toplumun nüvelerini yeşerten, başta Kürtler olmak üzere, demokratik oluşuma karşıdır. IŞID bahane, Kürtleri ve demokratik oluşumu tasfiye etmek şahane!
Ortadoğu’da eski ittifaklar çökerken yeni ittifaklar kuruluyor. Aslında kimse ne istediğini tam olarak bilmiyor. Bilinen bir gerçek varsa askerî çözümlerin var olan sorunları daha karmaşık hâle getirmekten başka bir işe yaramadığıdır.
Bölgesel “ulus devlet”lerin kendi topraklarını koruma kaygısıyla yapacakları bölgesel ittifakların eskisi gibi güçlü ve kalıcı olacağı koşullar azaldı. Eski politikada ısrar, herkesin kendi alanını Kürtlere karşı korumak -bu alanlar aslında var olan Kürdistan’ın tamamıdır- günümüz koşullarında bir araya gelemeyen Kürt dinamiklerini tarihi bir karar almaya itebilir.
Dış politikası çökmüş ne olursa olsun Esad'sız Suriye ısrarından şimdilik vazgeçen Türkiye, sözde IŞID bahanesiyle Suriye topraklarında yedi gündür hedefe doğru ilerliyor. Bu hedef, direnen Kürtleri ve diğer halkların yaratmış oldukları yeni toplum nüvesinin tasfiyesidir. Bu tasfiyede baş hedef, PKK ve YPG özgürlük direnişçilerinin topyekûn fizikî tasfiyesiyle birlikte fizikî bir Kürt soykırımının yapılmasıdır.
Suriye’nin satranç tahtasında haksız bir bölgesel güç savaşı verilmektedir. Zaten yapılması düşünülen de birkaç taktik değişiklik gibi gözüküyor. Daha fazlası, adı konmamış bir dünya savaşının başlangıcı olacaktır.
Türkiye'nin tavrındaki ısrarı bir kıvılcım olabilir. Fransızlar ünlü donanmasını Akdeniz’e yolluyor ve çok iştahlılar, İngiltere Kıbrıs adasında mevcut uçak sayısını artırıyor, ikilem içinde, Almanya dengelerin dengesi politikası izlemeye devam ediyor, ABD, dünya lideri rolü gereği açıklamalar yapıyor aslında. Irak tecrübesiyle benzer bir savaşın içine direk girmek istemiyor, İran bölgenin kadim devleti olarak mezhepsel görünümlü ulusal çıkarlarını koruma peşinde, Rusya Akdeniz’e ulaşan stratejik mevzilerini koruma ve artırmanın hesapları içinde.
Emperyalistler ve bölge işbirlikçileri sahada kendisinden başka kimse yokmuş gibi davranıyor. Ortadoğu halklarının başta Kürt halkı ve Türk halkı olmak üzere tüm dünya halkları bu satranç savaşını izleyecek sanıyorlar, tam da bu noktada yanılıyorlar.
Bölgedeki mazlum halklar bu haksızlığı kabul etmezler.
Savaşın tüm acılarını her zaman olduğu gibi kadınlar ve çocuklar çekmekte, geride kapanmayacak dram ve yıkımlara yol açılarak insanlık bir kez daha katledilmektedir. Bu savaştan kim ne kazanacak ve Ortadoğu bataklığında yapılan her askerî müdahalenin daha büyük bir yıkım olduğu hâlâ görülmemekte ve gençlerimizi kaybetmekteyiz.
Bir Kürt kırımına karşı barış ve demokrasi bloğuna çok büyük görevler düşüyor. Ermeni kırımının günahına “ortak” olanlar, yeni bir Kürt kırımın günahına ortak olmasınlar. Bu savaş, emekçilerin ve halkların savaşı değildir ve Kürdistan halkının kırılmasına karşı direnilmelidir.
Tüm emperyalistler ve işbirlikçileri, savaş planlarınızdan ve bölgeden elinizi çekiniz! Savaşa ve Kürt soykırımına hayır!
Tevfik Özkorkmaz