14 Eylül 2016 Çarşamba

Komünizmle Mücadele Dernekleri

Kastedilen, ellilerin başından itibaren kurulan dernekler değil.
Şu:
Sömürü ve zulüm güçleri, kitleleri kontrol ve disiplin altında tutmaya muhtaç. Zulümle birlikte ezilenler arasında birileri ön plana çıkıyor. Bu kişilere, verili ezilen kimliğinin “yüceliğine” dair bir ezber öğretiliyor. O ezilen kimliği, başkalarından üstün olduğu yanılsamasına kapılıyor. Bu yanılsama da doğalında burjuvazinin ara, orta sınıf olduğu dönemdeki muhalif bilincine bağlanıyor. O bilinci ve pratiğini kendisine referans alıyor. Tersten şu tespit yapılabilir: kendi ideolojisini üstüncülük üzerinden kuran her özne, ister istemez burjuvazinin bir uzanımı, gölgesidir.
Buradan şu söylenebilir: komünist siyaset, Marx ayracı öncesi ütopistlerin alanında yeniden formüle edilmektedir. İster geçmişe ister geleceğe referans versin, komün’cülük bugünkü ilişkilerde yoktur, zaten olmamak içindir. Çünkü kitlelere, sınıflara, kolektif dinamiklere değil, belirli özel kişilere ve onların üstün olma arzularına oynar. Bu üstüncülük, bugündeki karmaşanın, keşmekeşin, çelişkilerin, aşağılanmanın merhemidir. Komün’cülük en fazla, değerdüşümü korkusu yaşayan orta sınıfın içini serinletecek bir masaldan ibarettir.
Marx ayracı ise “bize göre komünizm teşkil edilmesi gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uyarlayacağı bir ülkü değildir. Biz şeylerin mevcut hâlini ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları bugün varolan öncüllerden doğarlar.” diyor. Bu nedenle “tüm insanlık kardeştir” diyen Adiller Birliği’ne “hayır değildir” cevabı veriliyor ve dünyanın iki sınıftan müteşekkil olduğu anımsatılıyor.
Burada kastedilen, bu harekete, komünizme karşı olanların “komünistlik” kisvesi altında kurdukları, adına “örgüt” dedikleri derneklerdir. Bu dernekler, özel kişilerin özel hayal dünyalarına ve pratik yaşamlarına layık, onların dişlerine uygun “özel” olabilecek kişileri buldukları yapılardır. Buna “komünist siyaset” demek mümkün değildir, çünkü bunların mevcut hâl ile bir dertleri yoktur. O hareketin öncüllerine her zaman küfretmek zorundadırlar. O dernekler, sadece belirli kişilerin üstün olma dürtülerini, ayrıksı ve özel olma arzularını, ezilen olma hâlini askıya alan, boş uzaya fırlatıp atan niteliğini istismar edebilirler.
Bu derneklere, “hiç çalışmayıp, teknolojiyle uğraşan, resim yapabilen” özel kişiler üye olabilirler. Sapla saman burada karışır ve komünizm bu kişilerin ağzında “toplumsal ölçekli bir yaşam tarzı”na indirgenir. Yaşam tarzı için üretici güçlerin gelişmesi beklenir. Dolayısıyla bugünde komünist siyaset yürütmek imkânsızlaşır. Sınıfsal, kolektif, iktidar karşıtı dinamiklerin din ve ırk dâhilinde işlediğine asla inanılmaz. Din ve millet içerisinde sömürene ve zalime karşı mücadele hattı açmayı bilmiş tarihsel komünist hareket, bu dernekler eliyle katledilmek zorundadır. Onların görevi budur. “Hiçbir Marksist eser komünizm hakkında ayrıntılı değerlendirmelere yer vermez” denilir ama tüm o Marksist eserden daha fazla komünizm hakkında malumat verilir ve geçmişte neden değerlendirmelere yer verilmediği asla sorgulanmaz.
Böylesi saf ve basit bir hayale milyonlar nasıl bağlanmaz, anlaşılır gibi değildir. Esasen sıradan insanların sıradan, saf, basit gerçeklikleri bu tip yazarların sandığından daha fazla “komünizm” barındırır. Burjuvaziye öykünüldüğü, onun öyküsü anlatıldığı için, sıradan insanları aşağılamak öğrenilmiştir, sadece aşağılamak öğretilmektedir. O dernekler bunun içindir. Komünizm, ileri, ayrıksı, öncü, üstün, güçlü, gerçek, canlı olma imkânı veren bir şurup olarak pazarlanmaktadır. Yoksulun, biçarenin, geçmişi bayrak edenin, kolektif güç imkânlarını diri tutanın, kendi bireyliğini değil aidiyeti öne alanın, eldeki nasırın, göz ucundaki yaşın, kalptaki kırıkların, insandan sayılmamanın örgütlenebileceği bir güç olma ihtimali sıfırdır.
Burjuvazi, komünizmin mevcut durumdaki her tür imkânından korkar. Bahsi geçen dernekler, o korku sonucu alınan önlemlerin bir parçasıdır. Başkasının AKP eliyle palazlanmasına laf edilir, ama kendi derneği üzerinden çalıştırılan “yoldaşlar”ın asgari ücrete talim ettikleri, sigortalarının yatırılmadığı, dernek başkanlarının yaptığı müteahhitlik işleri, borsa faaliyetleri pek görülmez.
Mevcut hâle son verecek harekete bu nedenle düşmandırlar. En fazla, değerdüşümü, irtifa kaybı konusunda yaşanan kaygıyı örgütleyebilirler, o da her zaman sabun köpüğüdür. Çünkü “komünist dünya devrimi”nden “sol siyaset”e ricat edilmiştir ve sol siyaset de önü sonu “pratik eleştirel bir hareket” olmalıdır. Gençlik, sınıfsız-sınırsız bir varlık olarak merkeze yerleştirilmelidir. Yeri geldiğinde bu merkeze “kadın” oturtulmalıdır. İleri, öncü, üstün kişilerin sınırlı ve sınıflı olmaları tabii ki mümkün değildir.
Esasında bunlar, eskiden “işçi sınıfı”nı da sınırsız-sınıfsız bir kurgu olarak istismar ediyorlardı. Onlar hep ilericiydi, sınıfa ilericilik öğretmek istediler, olmadı. Şimdi yeni denizlere yelken açmak istiyorlar. Kapitalizm karşıtlıkları da temelsiz. Giderek daha fazla, “vahşi kapitalizm” eleştirileri yapan liberallere yakınlaşıyorlar. (Marx-Engels, Alman İdeolojisi’nde şunu söylüyor: “Aziz Max komünizme ‘sosyal liberalizm’ diyor, çünkü o 1842’de radikaller ve Berlin’in en ileri ‘özgür düşünürler’i arasında liberalizm kelimesinin kötü şöhretinin ne kadar yaygın olduğunun gayet iyi farkında.”) Özünde “üretici güçler vs.” diyerek kapitalizmi de yüceltiyorlar. Kapitalizmi, bireysel üstünlükçülüklerinin altını oyduğu için eleştiriyorlar. Sınıfsallıkla, ezilmişlikle ilgili bir eleştiriye dilleri asla dönmüyor. Çünkü üreten elle tüketen el asla aynı düşünmüyor.
Âşık Veysel ile Ruhi Su da bir değil. Veysel’in Ruhi Su için “o balkonda, saksıda yetişmiş bir çiçek” dediği iddia ediliyor. TKP’liler de kendisini “saksı”ya benzetiyorlar. Sonra birileri KP kurmak isteyince, onlara “Avrupa Birliği’nin istediği partiyi mi kuracaksınız?” deyip alay ediyorlar. Üç ay sonra KP’yi kendileri kuruyorlar. Burada bir “halklaşma” derdi kesinlikle yok. “Halk”, sadece o derneğe üye olmaya layık, potansiyel kalabalık olarak anlaşılıyor. Şimdi ise “TKP’yi neden kurduk?” sorusu, içteki pazarlığın bir tezahürü olarak işgörüyor. Birbirlerini daha aydınlanmacı ve ilerici olmaklık üzerinden eleştiriyorlar. “En yeni kim?” ve “En iyi teori kimde?” yarışması içerisindeler sürekli. Görev istiyorlar.
Kapitalizmin dinamizmine de bel bağlamak, suçu, günahı ona yazmak gerekli tabii. Kapitalizmi en iyi kendileri anladığı için yeni dönemi de onlar görebiliyor, bir süre gençler bu “yeni” denilen masal ile uyutuluyorlar. Her şeyin üzerinde durduklarından, herkesten üstün olduklarından, hiç çalışan elle, basit-sıradan insanların dertleri ile düşünemiyorlar. Devlet mafya ile ulaşamadığı, giremediği yerleri örgütlüyorsa, burjuvazi de nüfuz edemediği, kontrol altında tutamadığı yerlere bu derneklerle giriyor. Komünizm öyle bir olmazlığa fırlatılıp atılıyor ki herkes, bugündeki sancıda devrimci olanı göremez hâle geliyor ve düşmanın dünyasına örgütleniyor. Türklükle yücelen ülkücüye, bir tür ütopya ile yücelen solcu denk düşüyor. En alttan, yerin bir karış altından, oranın derdinden-öfkesinden bakabilmek gerekiyor. Devletten ve burjuvaziden öğrenilecek bir şey bulunmuyor.
Kerem Kamoğlu

Viyan Nedir?

“Minbiç’te şehid düşen Viyan Qamişlo kimdir?” sorusunu öncelemesi gereken soru “Viyan nedir?” olmalı. İlkini soranlar, Batı’da onu “Kürdistan’ın Angelina Jolie’si” olarak takdim ediyorlar. Batı, onun yağını çıkartıp kendi ekmeğine sürmek istiyor. Ne Kürd’ün davası, ne Ortadoğu’daki savaş umurlarında. YPJ ise sadece "bizim tüm savaşçılarımız güzel!” diye cevap verebiliyor. Güzellik, estetik denilen şeyin ardındaki ideolojiye teslim oluyor. Sorun da burada başlıyor. Böylelikle bir kişiyi “poster-kızı” yapmalarına kızma haklarını da kendi elleriyle teslim ediyorlar.
Enklav nedir? İmralı’nın dışavurumları değilse nedir? Batı liberalizmi, “kadını milliyetçi devrimin kıyısına köşesine atmadığı, merkeze koyduğu için” harekete övgüler düzüyor. Bu övgüler de ancak kendi ekonomik, sosyolojik ve estetik kaygıları dairesinde dile dökülebiliyor. “Ortadoğu bataklığı”nda açan bu güller, Batı’nın hasadına kurban olacağı günleri bekliyor. Liberalizm, emperyalizmin akıncı birliklerinin ideolojisi olarak bölgeye hücum ediyor. Devletler, o liberal hamurla yeniden karılıyor. Janus olarak devlet, FETÖ ve Erdoğan ikiliğinde toplumu yeniden kuruyor.
ROAR’un tanıttığı kitabın yazarı Meredith Tax, ünlü bir ABD’li feminist. Kitabında Kürd hareketini diğer gerilla hareketleriyle kıyaslıyor ve kadınları sırf gerilla sayısını artırmak için kullanmaması sebebiyle övüyor. Cinsel ilişkiye yasak konmasına bir anlam veremese de üzerinde durmuyor. Tarihte ilk defa(?) liberaller, silâhla şekillenen bir toplumu yere göğe sığdıramıyorlar. Yazar, olası ihtimalleri de düşünerek, ABD’den harekete “kadını merkezden asla çıkartmayın” diyor. Özünde “bu desteğimizin sebebi bu” demiş oluyor. Mazluma ise, öznellik güzellemeleri, “her şeyi ben yapıyorum” yanılsaması düşüyor.
Jin Jiyan Azadi isminde bir blogu olan Dilar Dirik, geçen yıl bu Meredith Tax ile bir panele katılıyor. Haberi İlerici İsrail İçin Ortaklar ismindeki siteden okuyoruz. Haberin manşetini Dilar’ın şu sözü süslüyor: “Suriyeli Kürdlerin anarko-feminizmi ilk dönem İsrail sosyalizmine benziyor.” Bize “Allah sonunu, akıbetini benzetmesin” demek düşüyor. Zira İsrail’in o anarşistleri, komünalistleri, liberalleri bir bir iç ve dış İsrail devletine eklemleniyor. Getirdikleri “özgürlük ve eşitlik” de orta yerde duruyor. O kibutzlara bir tane Arap’ı almıyorlar. Topraklarını çalıyorlar. Yağmacılığın, yerleşimciliğin, gaspın kılıfı anarko-feminizm oluyor. Bugün İsrailliler, “bize yerleşimci sömürgeciler demenizde bir sorun yok, öyleyiz zaten” diyorlar. Bugün kadın birliklerini içeren ve bir tür “savaş komünizmini” işleten Nusra gibi yapılara karşı benzer bir “savaş komünizmi” ile cevap veriliyor ve bu tarz mutlaklaştırılıyor. İsrail’de aynı kibutz üyeleri, 1967 savaşında cepheye koşa koşa gidiyorlar ve savaş sonrası kendi konuşmalarını kayıt altına alan Yahudiler, kendi ifadeleriyle, “liberal” iken aşırı sağ çizgiye kayıyorlar.
Panelde Dilar’a “ama emperyalizm?” diye soruyorlar. O da “emperyalizm, bizim zaten aşmış olduğumuz Marksizm-Leninizm’in bir artığı.” diyor. Meredith Tax, başka bir yazısında bu konuma arka çıkıyor ve “emperyalizm karşıtları, köktencilere, şeriatçılara karşı mücadeleyi askıya alıyorlar” tespitinde bulunuyor. Yazısının sonunda da şunu söylüyor: “Liberalizmin temel taşı olan bireysel insan haklarının güçlü bir biçimde savunulması, her türden işe yarar solcu strateji için olmazsa olmazdır.” Kendinden mülhem, kendinden menkul, uzaydan ve mezardan konuşan, ezilenlere kapalı bir solculuğun rahminin neresi olduğu artık daha net görülüyor. Herkes liberalizme kul ediliyor. Bu ideolojinin rüzgârıyla şişirilen yelkenlere aldanmamak gerekiyor.
Aynı rahmin ürünü olan Meredith Tax, feminizmi kendi ülkesinde yakılan Müslüman kadınları görmüyor. Kendisine oy hakkı, mevki veren emperyalist devletlerinin icazetiyle muhalifçilik oynuyorlar. Bu muhalefet dilini emperyalizmin askerî çizmeleriyle birlikte Ortadoğu’ya da öğütlüyorlar. Sömürüye ve zulme karşı mücadelenin dilini, içeriğini tayin etmek istiyorlar. “Devrim yapamıyorsan, başkasının yapmasına da izin verme” bir kural olarak işliyor.
Emperyalist Feminizm ve Liberalizm” yazısından dolayı Deepa Kumar da Meredith Tax’in hedefi hâline geliyor. Kumar, Tax’e verdiği cevapta CIA ile ilgili bir Wikileaksbelgesinden söz ediyor. Belgede, “Afgan kadınlarının çektiği çile NATO işgali için gerekli olan kamuoyu desteğini sağlayacağından” bahsediliyor. Kumar, bu noktada “sömürgecilik, sömürgecilik misyonunu güvence altına almak için her daim yerelde kimi borazanlara ve işbirlikçilere ihtiyaç duyuyor.” diyor. Özünde Amerikalı liberaller ve o emperyalizmi perdeleyen dilleri, yereldeki çatışmalarda emperyalizmin oynadığı rolü gizliyor ve zulmün bıçağını kemiğinde hissedenlerin çığlığını o sömürgeciliğin çıkarlarına uygun hâle getiriyorlar. Zalimler, her zamanki gibi, bugün de havuç ve sopa ile işgörüyorlar.
Dilar Dirik’in “lügatten çıkarttık” dediği emperyalizm, Lenin’in bir neşteri. Avrupalı sosyalistlerin emperyalist devletleriyle bir ve birlikte düşünen zihinlerine atılan bu neşter sayesinde Marksizm mazlum halklara açılabiliyor. Demek ki Marksizm devredışı kalmışsa, mazlum halklar kendilerini emperyalist devletlerle bir gören, birlikte hareket eden unsurlara peşkeş çekiliyordur. O Avrupa, bugün Ortadoğu’ya gölgesini düşürüyor ve Lenin’den intikam alıyor. Herkesi emperyalist devletleriyle bir ve birlikte düşünen isimlere dönüştürüyor. Kürdler ise kızlarının “poster kızı” yapılmasına ses çıkaramayacakları bir hizaya çekiliyorlar. Batı’da o kadınlar, ait oldukları gerçekten soyutlanıp, mülkiyet-rekabet ilişkilerinin figüranına dönüştürülüyorlar. “Viyan nedir?” sorusu, esasen IŞİD kadar ve Batı emperyalizmi üzerinden de cevaplanmayı bekliyor. Zarfta IŞİD, mazrufta Batı tasfiye ediyor Kürd’ü, görülmeyen bu. Asıl mesele, Viyan’ın aidiyet ilişkisinden soyutlanıp belirli bir mülkiyetin ve rekabetin ideolojisine bağlanması. “Çirkinlik” edebiyatı üzerinden bir ideolojik saldırı yaptıklarını zannedenlerin bunu düşünmeleri gerekiyor.
Batı, mazlumiyeti kendi namlusuna sürme konusunda mahir. Bölgede o mazlumiyet, cümlelerinde hep “feodalite ve kabile ilişkileri”nden bahsediyor. Kadının merkeze alınması meselesi, özünde toplumsal bir projenin ana ekseni olarak görülüyor ve feodal bağlardan, kabilevî ilişkilerden kurtulmak için kadın kimyasal çözücü olarak kullanılıyor. Başka bir anlamı yok. Herkes emperyalizmin ilerlemeciliğine kul-köle ediliyor. “Kadın”, liberal bir öze indirgeniyor ve sınırsız-sınıfsız ve yek beden olarak formüle ediliyor. Batı, jeopolitikasını (sınır), ekonomi-politikasını (sınıf) ve biyopolitikasını (beden) buradan kuruyor. Bugün cihad konusunda aldatıldığını söyleyen IŞİD’liler, bu kurgunun harç makinesi olarak işgörüyorlar.
Sunday Times, Viyan’ın katli haberini "Angelina Jolie" vurgusu ile birlikte paylaşıyor. Mazlum olmanın gereği, bu haber ile kimi Kürdlerin içleri gıcıklanıyor, seviniliyor. Haberde Viyan’ın Minbiç saldırısında değil, IŞİD’den arındırılmış topraklarda öldürüldüğünden bahsediliyor. Dolaylı olarak “bu güzel kızı esasında Tayyip Erdoğan öldürdü” demek istiyor. Şu görülmeli: Batı’nın Erdoğan’la derdi nedir, bilemeyiz. Bizim ona yönelik sınıfsal öfkemiz ile Batı’daki Erdoğan eleştirileri arasında keskin bir ayrım olmalı. Biz, Erdoğan’ı Batı gibi eleştiriyor olamayız. Batı’nın zarfta sunduğu eleştiri, mazrufta gösterdiği örtük bir dostluktur. Erdoğan, Ortadoğu’nun yeni jeopolitikası, ekonomi-politikası ve biyopolitikasının bir bileşenidir. “Cambaza bak” diye kandırılmaya çalışıldığımız açıktır. Erdoğan’da Batı’yı, Batı’da Erdoğan’ı eleştirmeyi artık öğrenmeliyiz.
* * *
Aşk örgütlenmektir.
Viyan, aşka örgütlenmektir.
Ait olduğu mazlum halkların sevdasını ilmek ilmek örmektir. Onlar aşka her daim düşmandır.
Yusuf Karagöz

12 Eylül 2016 Pazartesi

Gerçeğin Yarısı

Ne çok güzelleme yapılıyor. Kurban vesilesiyle İbrahim'den ve İsmail'den ne çok bahsediliyor. Allah'a ulaşacak olanın kurbanın etinin ve kanının değil, kurban kesenin Allah'a olan kulluk sorumluluğundan/takvadan.
Elhak doğrudur. Da, bu gerçeğin yarısını konuşmak olmuyor mu? “Gerçeğin yarısını konuşmak gerçeği konuşmamak” derlerdi eskiler, haklı mıydılar dersiniz!
İbrahim'in şirkten arındırdığı hanif tevhid inancı, bunun için kavmiyle yaptığı mücadele ve nihayet sırf bu sebeple aralarında oluşan düşmanlıktan dolayı kavmini terk edişi neden konuşulmuyor?
İbrahim, sadece kurban kestiği için mi tek başına bir ümmetti? Bize örnekliği, atalığı, liderliği hangi sebeple bildirildi?
İslam'ı muhafaza ve müdafaa etmeyen, şeriatla hükmetmeyen, zayıfı güçlüye ezdiren, ümmet lehine kullanım hakkı vermek yerine küllî haram olduğu hâlde ümmetin malını özelleştirerek sermayeye temlik eden kapitalist ve demokrat iktidarlara, devletlere, kurban vesilesiyle, gerçeğin diğer yarısını da söylemek gerekmez mi?
İbrahim tek başına bir ümmetti. Çünkü büyük imtihanlardan geçti. O sebeple Allah onu bizim atamız, nesebimiz, liderimiz ve önderimiz kıldı. Ondan bize kalan mirasların ve örnekliğin tümünü konuşma ve yaşama vakti olsun bu kurban.
Hüseyin Alan

İbrahim

İbrahim, aşağı barbar anahanlıktan kurbanlık koç kesen orta göçebe barbarlığa ve Kâbe’yi kurup kent tohumunu atan yukarı barbarlığa kadar bütün komünal toplum biçimlerini 300-500 kişilik aile efradıyla yaşamakla kalmaz, ilk Irak medeniyeti Sümer kentlerinden kalkıp, Anadolu’ya, savunmalar eşliğinde bezirgânlık yaparak göçerken, kıtalararası medeniyetleri de tanır.
Aşağı barbar geleneği (tanrılara yakarak çocuk kurban etme geleneği) İbrahim zamanında kaldırılmaya başlasa da yeniden etkinlik yollarını bulur:
“Allah İbrahim’i deneyip ona dedi: Ey İbrahim; şimdi oğlun İshak’ı al ve Moriya diyarına git ve orada sana söyleyeceğim dağların biri üzerinde yakılan kurban olarak takdim et.”
İbrahim oğlunu kurban etme yerine, göçebeliğe geçtiklerinin sembolü olan Koç’u kurban eder. Ancak Kenanlılar neredeyse anahan geleneklerinde kaynaşmışlardır. Bu İsrailoğullarından ve daha sonra bile etkilerini göstererek, aynı ilk çocuğu kurban etme geleneklerini yeniden canlandırır.
Hacer’den olma İsmail’i ve Annesi Hacer’i Güney Ticaret Yolu üzerindeki Hicaz’da Mekke’nin olduğu yerde arada bir yoklayıp Kâbe’nin kuruluşuna ön ayak oluyor. Orada karargâhlaşıp zürriyetinin gelişmesini hedefliyor. (İslam’a göre Hacer’den olma İsmail’i) aşağı barbar geleneklerine göre kurban etmekten vazgeçme sentezini gösteriyor. Geleneklerin zincirlerini kırıyor ve elindeki sürüden bir koçu kurban edecek kadar hangi aşamada bulunduğunu anlıyor ve toplumuna benimsetiyor. (Bap 22)
Besbellidir ki İbrahim; zamanının olaylarını en iyi değerlendiren ve kendi toplumunu o dar boğazlardan geçirebilen ender bir liderdir. Anahanlığı da Göçebeliği de Medeniyeti de anlar. Toplumdan ileriye fırlayışı ve Yahudiler’e de Araplar’a da ata oluşu boşuna değildir.
Göçebelikten geri dönüşü tıkayan başka bir keskin prensibi de kurban olur. Artık tanrıya insan değil hayvan kurban edilecektir: (Tekvin, Bap 22)
Burada ilahlar; tarih öncesi geleneksel çoktanrılar, henüz terkedilmemiştir. Fakat başrolü oynamazlar. İbrahim tektanrıcılığı, İbrahim’in toplumunu büyük bir tarihsel devrim görevi büyülemediği ölçüde sarıp sarmalayamaz. İbrahim’in tektanrı sentezi kendi içinde büyür. İbrahim, tektanrı sentezini dayatmak yerine kendi toplumunu kendi seviyesine çıkarmak üzere eğitmek aşağı barbar geleneklerini kesip atmak, göçebelik, ticaret, sunaklar, KURBAN, temizlik, sünnet, derleniş işleriyle uğraşır. Bunları başardıkça tektanrı sentezini toplumunda sabırla mayalandırır. İbrahim’in tarihi prosesi, aşamaları, görevleri kavranmadıkça, O’nun tektanrıcı tutumu da toplumundaki gelişimi de anlaşılamaz.
Ama İbrahim o tektanrı senteziyle, çoktanrı karmaşasından, zincirlerinden kurtulmuş; yaşadığı olayları daha gerçekçi, determinist yorumlayarak yaratıcılığını pekiştirmiştir. Kurban olayına kadar Kenan diyarında tutunuşu, medeniyet ve onların uşağı kentler arasında yaşayabilmesi büyük bir başarıdır. Tarihsel devrim için toplumunun hazır olmadığını sezmesi, toplumunu koruması ve göçebelik-ticaret ekonomisinde ustalaştırışı ve uzun vadeli stratejiye oturtuşu, geliştirmesi o Filistin hengâmesinde büyük bir strateji ustalığı gerektirir...
Bu yüzden İbrahim’in sunakları sadece göçerliğinden gelmez; toplumunu eğitirken tektanrı sentezine sığınır; sentezine sığınırken kendisinden daha ilkel kalmış toplumunu eğitir...
Çünkü tektanrı ana fikri ne geleneklerde ne kutsal kitaplarda ve de tarihi gidiş içinde birdenbire olmuş gösterilemiyor. Sadece İbrahim ile birlikte tarihsel aydınlık kazanıyor; veya mitolojik sembollerden, masal karanlığından kurtuluyor. İbrahim bile kısmen Kurban-Hacer-İsmail-Kâbe olaylarında Mitolojik kalıyor.
Hikmet Kıvılcımlı
Allah-Peygamber-Kitapisimli çalışmasından seçki
Hikmet Kıvılcımlı Enstitüsü

Çarpıtma

Allah'a kesilen hayvanların etleri ve kanları ulaşmaz.
Ona ulaşan sizden sâdır olan takvadır.
[Hacc:37]
Ateist ve müşrik arkadaşların kurban ile ilgili yorumlarında çarpıtmalar var:
Evvela “kurban”a ihtiyacı olan bir Tanrı yok yukarıda. Kurban “Tanrı”yı razı etme meselesi değil. Kurban gayet devrimci bir eylem olarak, insanın sevdiği şeyi vermesi, muhtaç olanlara en sevdiği servetini paylaşmasıdır.
Kişinin kurbana ihtiyacı var; Tanrı'nın değil. Onu dünyaya bağlayan ve sevdiği şeylerden arınmasıdır. Eski insanların en değerli servetleri hayvan olduğu için onu verirlerdi.
İşin özünü bilmek icap eder… Gerçek mümin, ihtiyaç fazlası olan evini de arabasını da verir ve vermelidir.
Sanki Tanrı’nın ihtiyacı var da kesiliyormuş düşüncesi, çarpık bir din ve Tanrı anlayışının ürünüdür. Bu ateist arkadaşlar, Tanrı’yı göklerde bir yerde, elinde sihirli bir değnek ile âlemi idare eden bir gaddar varlık olarak tasavvur ettikleri için kurbanı da böyle algılıyorlar.
Ayrıca “hayvan kesme” üzerinden yapılan sözümona eleştirinin de tuhaflığı ortada. Sen et yemiyor musun? Eğer et yiyen biri isen bu konuda çıt çıkartmaya hakkın yok. Yemek iyi de kesmek mi kötü oluyor? Sen onu mideye indirmek için boğazlıyorsun iyi de başkası, başkası ile paylaşmak için kesiyor, kötü mü oluyor? Onu kendine kurban ediyorsun ama… Bırak bir kez de başkasına kurban edelim; tuhaflık nerede?
Adnan Fırat Bayar

11 Eylül 2016 Pazar

İrfan Aktan Hadisesi

Nuray Mert, çözüm sürecinin çok çıkmasına neden olduğu liberal bir ses. Onunla boğuşmak da aynı liberalizmle malul. Buna mecbur. Çözüm süreci ve HDP ile birlikte daha çok duyduk bu sesleri. O günlerde Nuray Mert, “HDP Türkiye partisi olsun diyenlere katılmıyorum, aksine HDP Kürt partisi olmalıdır” diyordu. Ayrıca o dönemde eleştirilen HDP adaylarına istisnasız sahip çıkıyordu. Oysa bugün Rojava’da olan kimi sosyalist örgütler, o adayların bazılarını beğenmedikleri için kendi adaylarını göstermişlerdi.
Nuray Mert “HDP Kürt partisi olsun” derken, onun PKK’nin yerini alacağını ummaktadır. Sivil siyaset ve demokrasi kavgası galebe çalmış, medya bu konfetilerle süslenmiş, HDP ile yeni bir çıkış örgütleneceği vehmi ağır basmıştır. Ama her “güzel” hikâyenin bir sonu vardır.
İrfan Aktan da aynı kapıdan girmiştir. Eski arkadaşları sayesinde o konfetilerden biri olmuş, birden Hakkârili olduğunu anımsamış, ÖDP’nin kapısını suratına çarpmış, oradan ayrılıp yeni “demokrasi kavgası”na yelken açmıştır. Nuray Mert’le kapışması yeni zeminin meşruiyeti ile ilgilidir. Bu, ne Türk ne Kürt aydını olabilmenin, daha doğrusu işine geldiğinde Türk, işine geldiğinde Kürt olmanın ceremesidir.
Muzaffer Oruçoğlu, “herkes gerçeklere ya uzaydan ya mezardan baksın” diyor ya, gerilim bununla da alakalıdır. İrfan Aktan, zaten hepten ve her daim haklı olduğunu düşündüğü gücün yanına hizalanmayı önemsiyor. Başkası mümkün değil. Bu, fikrî ve pratik faaliyeti doğalında askıya alıyor. Ezilen bir hareketin bileşeni olmayı zûl kabul ediyor, bunu utanç verici ve aşağılayıcı buluyor. Zaten yazısında İrfan Aktan Nuray Mert’in tespitine hak veriyor. “Dolayısıyla bir mücadeleyi kendiniz için verirsiniz, Kürtler için değil.” diyerek kendi konumunu da özetliyor. O gerçeğe ya uzaydan ya da mezardan bakıyor. Gerçekle her türlü bağını koparttığını ikrar ediyor. Zihindeki bir işlem, pratiği bu şekilde kuşatıyor. Sonra da başkalarıyla “idealist” diyerek alay ediyorlar!
Eskiden, Özal zamanında, “herkes kendi kapısının önünü süpürsün, her şey güllük gülistanlık olur” derdi liberaller. Sonra temizlik işçilerinin büyük kentlerde başlattığı grev bunun böyle olmadığını gösterdi. Her yerde çöp dağları oluştu. O dönemde sol, en azından “herkes kendi kapısının önünü süpürürse, meydanlar, ortak alanlar ne olacak?” sorusunu sorardı. Mert ve İrfan, bu dönemi liberal sığınaklarda geçirdiği için bu bilince erebilmiş değil.
Ayrıca İrfan Aktan’ın sıkışınca her daim devreye soktuğu Cezayir analojisi de yersiz. Dolayısıyla karşısında Sartre görmek istemesi de anlamsız. Dahası Sartre’ın Cezayir’i Fransa’nın bileşeni olarak gördüğü ve oradaki çapaklı direnişi psikolojik vak’aya indirgediği de bir gerçek. Sömürgecinin aydını, sömürüden vazgeçemez. Sömürülenin kavgasını ancak sağaltılması gereken, patolojik bir olgu olarak görebilir. Aktan ve Mert gibiler arasında bir ayrımdan söz edilemez. Birey denilen devletlerinden, o uzaydan ya da mezardan bakıldığında, her şey marazmış gibi görünür. Nereden bakıldığı önemlidir.
Cezayir’i kana boğan paraşütçü birliğinin komutanı, “bana ‘faşist’ diyorlar, bu kanıma dokunuyor, ben Direniş’in [La Résistance] bir parçasıydım, o faşistlerle ben mücadele ettim.” diyor. Kürd’ün mücadelesi ile Cezayir direnişi arasında ancak kâğıt üzerinde analoji kurmak mümkün. Fransa’daki Cezayirliler, “kimliğimizde bir sömürgecinin ismi yazamaz” deyip kimliklerini yakıyorlar misal. Mesele, o komutanın veya “sömürgeler kalmalı ama ilerletilmeli” diyen sosyalistlerin yanından bakmaktadır.
Bu analojinin imkânsızlığında, Aktan da kendi mahallesinin huysuz liberal muhaliflerine çatabiliyor. Tek derdinin “demokrasinin nimetleri” olduğunu söylüyor. Mert’i mahallenin kafesinde kahve yudumlarken, sigaya çekiyor ve “ona buranın insanı, ol kâfi” diyor. “Olmadı git ÖDP’ye destek ver” diye nasihat ediyor. Kendi yaptıklarını anlatıyor ve Mert’e “bari benim gibi ol” diyor. Ona, “özel ve güzel liberalizme halel getirme bari” demiş oluyor. Örtük olarak, “beni de zor duruma sokuyorsun” anlamına gelecek laflar ediyor. Taraf, Diken, T24’e (dondurmacı) Duvar diye bir halka ekleniyor. Dolayısıyla Aktan, bu yayınlar bağlamında, liberalizminin sakatlanmasını istemiyor. İşine geldiğinde hemen Kürt’e sokuluyor. Kürt olmaktan değil, kendi meselesinden bakıyor Kürt’e. Kürt’ten bakmak, aşağılayıcı ve işe yaramaz kabul ediliyor. Mert, lütufta bulunuyor, yeni paraşütçü birliklerine selam çakıyor, Aktan da geri kalmış Kürt’e Sartre ve Fransız aydını gibi, muhalif ama Paris’ten bakmayı matah bir şeymiş gibi, satıyor.
Ezilenlerin mücadele birikimi, özellikle yirmi yıldır geri, uygunsuz, yetersiz ve zararlı kabul ediliyor. Öğrenilen de öğretilen de bu. Hepsinin elinde sihirli değnek olsa, herkesi bir dokunuşta liberal, sosyalist, komünist yapabilseler, bu imkân karşısında ya korkup kaçarlar ya da “bozuk bu değnek!” deyip kahvelerini yudumlamaya devam ederler. Çünkü ezilene yönelik korku, ondaki bilinemez, kontrol edilemez yan, sol örgütlerin varlık sebebini tehdit eden bir güçtür. Liberalizmden rol çalınmasının, ona öykünülmesinin, onunla tartışılmasının ana nedeni budur. Sonra “burjuvazinin her şeye hâkim olması, her şeyi ilerletmesi gerek” yalanına sığınılır. Böylece hiçbir kolektif dinamiğe, ezilen hareketine ait olmamanın kılıfı da bulunmuş olunur.
İrfan Aktan’ın Mert’ten önce harekete geçirmesi gereken milyonları vardır. Okların Mert’e dönmesinin sebebi, o milyonların hareketsizliği, Aktan’ın bahanesiz, gerekçesiz, bağlamsız kalmasıdır. Mücadele keskinleştikçe, liberalizm gene sığınaklarına kaçacaktır. Mert-Aktan polemiği, bu kaçışa dair bir emaredir.
Yusuf Karagöz

Cedel

Kürt belediyelerine atanan kayyıma “bu saldırı, Meclis’e atılan bombalardan farksızdır” sözüyle eleştiri yöneltmek yanlıştır. Bu yanlışlık, Demirtaş’ın “Erdoğan’ı değil, cumhurbaşkanlığı makamını alkışladım” sözünün güncel tezahürüdür. Kürd’ün kendine karşı kurulmuş bir devletten alacağı, alabileceği hiçbir şey yoktur. Söke söke aldığı varoluşsal haklarının kişisel cedelleşmeye kurban edilmemesi gerekir. Devletin eldiveni olarak demokraside pay sahibi olma çabası, devletin pratik örgütlenme sürecine dâhildir.
Aynı şekilde “Kayyım Darbedir” lafı da varolduğu düşünülen bağlar üzerinden düşünmenin bir ürünüdür. “Türkiye demokrasisi” diye bir alan varsayılmakta ve oraya örtük ya da açık mesajlar gönderilmektedir. Kürd’ün o demokrasi alanı ile ilişkisi bir tebaa ilişkisinden başka bir şey değildir. Bu söylemle AKP’ye yapıldığı varsayılan darbeye atıfta bulunulmakta, hâlâ AKP’yle masa altından bir ilişki yürütmenin imkânları araştırılmaktadır. Esasen “demokrat ve sivil siyaset” devlet mekanizması üzerindeki renkli örtüden başka bir şey değildir. Devlet demokrasi içinde ve bünyesinde, onun üzerinden örgütlenen bir güçtür. Statik, durağan, sabit bir koltuğun varolduğunu ve o koltuğa talip olmanın önemsenmesi gerektiğini söyleyenler bilerek ve bilmeyerek o güce örgütlenmişlerdir. Bu nedenle, ehil, yetkin, belirli bir çapa sahip, kâmil, ileri vs. görülmedikleri için ezilenler ve sömürülenler, demokrasi mücadelesinden dışlanmaktadır. Özünde demokrasi mücadelesi, devletin hareket serbestiyeti içindir. Ve aslında ezilenlerin-sömürülenlerin güç imkânlarına dair bir pratik olabilmelidir.
Bu anlamda “seni başkan yaptırmayacağız” siyasetinin merkezine yerleştirilen, örtüyle dikilmiş elbiseler giyen isimlerin yanlış yaptığı görülmelidir. Önemli bir bölümü, esasen PKK’nin silâhlı varlığının tasfiyesi ve yaratacağı imkânlar, açacağı ikbal kapıları için böylesi bir yola tevessül etmiştir. Devlet, PKK’nin tarihsel varlığı ile kurduğu ilişki biçimlerini dönüşüme uğratmaya mecburdur, ama burada özde bir dönüşüm yaşandığı yanılsamasına kapılmakta ciddi bir sorun vardır. Liberallerin hücumu, sınıfsal bir eleştiriye tabi tutulamamıştır. Liberallerin görevi, ezilenlerin-sömürülenlerin mücadele birikimlerini tarumar etmek, o birikim içerisinde sınıf atlamak isteyen failleri devlete bağlamaktır. “Kürd hareketinin basit bir demokrasi mücadelesi bileşenine indirgenmesini, Kürd halkı mı istemiştir?” sorusu hâlâ meşru bir sorudur.
“Başkan yaptırmayacağız” siyaseti, sosyal medyada bizatihi kendisini başkan zannedenlerin ideolojisine teslim olmuştur. Bu da meseleyi Erdoğan’a hapseden bir dilin oluşmasına yol açmıştır. Artık herkes, kendi bireysel varlığını aşan bir gerçekle mücadele etme zorunluluğundan, o mücadelenin niteliksel sıçrama yaşaması gerekli emekten el yumuştur. Sosyal medya, ülkeye nizamat verenlerle, “ah ben başbakan olsam!” diyenlerle, aklını fikrini bireysel dünyasında gördükleri ile biçimlendirenlerle doludur. Anti-Erdoğan siyaseti, bir sosyal medya yanılsamasıdır. Demek ki gerçek bir devrimci siyaset, sosyalliği başka yerlerde aramakla alakalıdır. Siyasetin kişiselleşmesi, kişinin siyasallaşmasını doğurmamaktadır. Sadece siyasetle gündelik merak düzeyinde haberdar olunmakta, giderek, “her şey oluruna varır, bu işleri bilenler var nasılsa” kolaycılığına teslim olunur.
Kayyım meselesi de maalesef basit birkaç basın açıklaması ve sosyal medyadaki yiğitlenmelerle geçiştirilecektir. Seslenilen yer artık açıktır. Ezilenin öfkesi, örgüt büroları-akademi-basın zinciri içerisinde lime lime edilecektir. Ezilenlerin, sömürülenlerin kirli yanları, o zincir aracılığıyla arındırılmak zorundadır. Tüm teorik, ideolojik değerlendirmelerin amacı bu yöndedir. O zincirin sahibi kadar, onun bileşenleri de kirlilikten nefret etmekte, ihtimallerden korkmaktadır.
Bir tamirci çırağına “ileride ne olmak istiyorsun, bir hayalin var mı?” diye sorarlar. Çocuk tek cevap verir: “yok”. Emekli bir amcaya, “yılbaşında milli piyango sana çıksa ne yaparsın?” diye sorarlar. Amcanın cevabı nettir: “Bana çıkmaz.” İşte büro-akademi-basın zincirinde eksik olan, bu sınıfsal netliktir. O zincirin nerelere bağlı olduğu, kimlerin boğazına dolandığı artık görülmek zorundadır. Zincir, bireylerden oluşmaktadır ve karşısında ancak düşman varsaydığı bireyler görmektedir. Buradan mesele, bireysel tercihlere, (dindar olup olmama gibi) kişisel özelliklere, ağızdan çıkan sözlere indirgenmektedir. Herkes ancak “ah yerinde ben olsam” düzeyinde siyasetle ilgilidir. Kolektif disiplin, örgütlülük, işbölümü ve hiyerarşik zorunluluklar hükmünü yitirmektedir.
Demokrasinin eşitlik ve özgürlük yanılsamasına kanmamak gerekir. Orada teşkil edilen zincirin bir halkasında, 7 Haziran öncesi sallanan Türk bayrakları asılıdır. Aynı bayrak, bugün belediye binalarının balkonundadır. Masa başında, gizli odalarda verilmiş sözler varsa, bilinmelidir. “Açıklık, demokrasi, sivil siyaset vs.” diyenlerin bu bilgileri saklamaması icab eder.
Bahsi geçen zincir, tekil bireyler özelinde teşkil edilmiştir. Gerçeğin çok boyutlu, çok katmanlı niteliği karşısında zincir, bilinci ve pratiği boğmakla görevlidir. Türkiye gerçeği nereye örgütleniyor, neyi örgütlüyor, nereden kuruluyor, nerede inşa ediliyor, tüm bu hususları görmekten kaçanlar, o zincire eklemlenme derdindedir. Sosyal medyada imza yaldızlama, benliğini okşama derdinde olanların, o gerçekle ilgili bir derdi ve öfkesi kalmamıştır.
Onlar, ne sömürülenin derdiyle, ne de ezilenin öfkesiyle hemhal olma çabasındadır. İnşaattan düşen işçi de, kayyım üzerinden hakkı çalınan Kürd emekçi de masa başı işlemlerin basit bir kaleminden ibarettir. Devlet, kendisine halel getirmeyecek isimlerle kurmaktadır zinciri. Tayin edeni, şakırdatanı, boynumuza dolayanı, neden dolandığını anlamak, önemli bir yükümlülüğümüzdür.
Bahri Dikmen