13 Ekim 2016 Perşembe

Bob Avakyan Eleştirisi -VI

“Solcu” Bir Hahamın Uzun Eleştirisi
Bob Avakyan’ın kitabının son kısmı, iki din âlimine karşı yürüttüğü polemiğe ayrılmıştır: Rabbi Michael Lerner ve Karen Armstrong. Avakyan, konuya geçiş cümlesi için, “Lerner’in kitaplarına dair tartışmaya geçiş yapmak istiyorum” der ve sonrasında hahamın dinlerle ilgili ilerici faaliyetine itiraz eder. (Avakyan söylemez ama Lerner, Berkeley İfade Özgürlüğü Hareketi’nin üyelerinden biridir ve uzun süredir savaş karşıtı faaliyetler içerisindedir aynı zamanda halk arasında bilinen bir aydındır. Cornel West, onu “önemli bir aydın ve neslimizin manevî lideri” olarak tanımlar. Birkaç yıl önce Maneviyatçı İlericiler Ağı’nı kurmuştur. Eskiden Katolik rahibe olan Karen Armstrong ise Tanrı’nın Tarihi’ni Buda ve Muhammed ile ilgili çalışmaları da içeren, dünya dinleri ile alakalı konu başlıklarında çok sayıda eser ortaya koymuş bir isimdir.)
Avakyan, kitabının 43 sayfasını (yaklaşık beşte birini) Lerner’in Tanrı’nın Sol Eli: Ülkemizi Dindar Sağdan Geri Almak [The Left Hand of God: Taking Back Our Country from the Religious Right] isimli çalışmasına ayırır.[1] Bu kitapta Lerner, (Demokrat Parti içerisindeki solcuları da içerecek biçimde) tüm “sol”un din karşıtı oldukları suçlamasından kurtulmaları, dindar sağın ve onun savaş yanlısı, bilim karşıtı, gerici “aile değerleri” anlayışının karşısına maneviyat temelli bir savaş karşıtlığıyla, bilim yanlısı, ilerici bir gündemle çıkması gerektiğinden bahseder. Avakyan, Lerner’le birlik olmayı gerektirecek çok şeyin bulunduğunu kabul eder (s. 160), ama onu birkaç hususla ilgili olarak eleştirmekten de geri duramaz.
Avakyan’a göre, Lerner, “kapitalizmin temel çelişkisinin toplumsallaşmış üretimle özel mülkiyet arasında cereyan ettiğini anlamamaktadır” (s. 163). Aktardığı kadarıyla, Lerner, bu tip şeyler yazmak suretiyle, “az çok feodalizmi romantize eden şeyler” söyleyip durmaktadır: “örneğin o, Ortaçağ Kilisesi’nin işçi istihdam edenlere “adil ücret” vermelerini, pazarda mal satanlara ise “adil fiyat” belirlemelerini emrettiğinden bahsetmektedir. “[…] Başkalarıyla ilgilenmek, Hristiyan olmayı ifade eden ana özelliklerden biridir.”[2]
Haham Lerner, dindar sağdaki herkesin “kötü dürtüler”e sahip olduğu iddiasında değildir. Bu noktada “büyük çoğunluğu motive eden ilkelerdir, bunlar dünya için en iyi olanı isteyen insanlardır.” demektedir. Avakyan, bu yaklaşımı “epey çocuksu” bulur ve tekrar tekrar Lerner’in Hristiyan Faşizmini anlamadığını söyler (oysa bu kavramın Avakyan tarafından hâlâ açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.)
Lerner, “güvenli, yasal ve nadir bir eylem” olması sebebiyle kürtajı destekler ve onun kadına “duygusal açıdan çok acı verdiğini” söyler. Buna karşılık Avakyan “doğru değil” der (s. 186). Dindar bir isim olarak Lerner, “içimizden akıp giden hayatın mucizesine” inanan biridir. Bu, Avakyan’ın, gülüp geçtiği, alay ettiği (s. 187), alkışlarla protesto ettiği bir yaklaşımdır (s. 189).
Bu sebeple Avakyan, belli bir yere kadar Devrimci Komünist Partisi ile çalışmış olan (Bizim Adımıza Savaşmayın Kampanyası’na imza atan) Lerner’e saldırır. Saldırmasının sebebi, onun ateist ve komünist olmaması, DKP’nin “Hristiyan Faşist” kavramını desteklememesidir. İnsan, Avakyan’ın polemiğinin Lerner’in siyonizminden veya İsrail’in NATO’ya girişine destek olmasından neden bahsetmediğini merak ediyor.
Kitabın tüm bu bölümünde görünüşte ana husus, dindarların (DKP öncülüğünde gerçekleşecek) devrimi yapmada bir rol alıp almayacakları, almalarının gerekli olup olmadığıdır. Zira dindarlar da emperyalist savaşa karşı çıkmakta, ülke içerisindeki baskılara ve ekonomideki erimeye itiraz etmekte, en geniş ittifakın sağlanmasına katkı sunmaktadır. Oysa Avakyan, (henüz tanımladığı) Hristiyan Faşizmi tehdidine karşı bir savunma olarak, ateizmin popülerleşmesine odaklanmak niyetindedir.
Mitler Tarihinin Yanlış Anlaşılması
Son olarak Avakyan, Armstrong’un Kısa Bir Mit Tarihi [A Short History of Myth] isimli çalışmasını ele alır ve onun mitin niteliğine dair yorumunu sorgular.[3] Armstrong’a göre “mit […] doğrudur, zira o olgulara dair bilgiler vermektedir, ayrıca hayatın anlamına dair derin bir görüş kazandırmaktadır.”[4] Armstrong’un kitabı Yontma Taş Çağı’nda avcılıkla, onun inanç ve ritüelle ilişkisine dair bir tartışma ile başlar, devamında da Cilâlı Taş Çağı’nda yeryüzünün ve tarımsal emeğin miti nasıl biçimlendirdiğini, bildiğimiz hâliyle dinin milattan önce 800 civarında mitin içinden nasıl çıkıp geliştiğini inceler.
Açık ki burada bahsi edilen “doğruluk, sembolik, kültürel, antropolik ve psikolojiktir. Bu noktada “bizler mit üreten yaratıklarız, bizim acil ihtiyaçlarımızın ötesini görme tutkumuzun önemini anlamamız için mite ihtiyacımız vardır. Bizler, miti sadece bir ‘kaynak’ olarak kullanmıyoruz, ona dünyaya bir kez daha kutsal bir şey olarak hürmet etmemize katkı sunduğu için ihtiyaç duyarız.” Böylelikle Armstrong, tanrı ve tanrıçalara düz mânâda inanmaya ihtiyaç duymadığımızı söylemekte, insanlık tarihinde mitin yaygınlığına dair bir gözlemde bulunmaktadır. Sonunda da bugün mitin işlevinin bir roman içerisinden alınanlarla ifa edildiğini söylemektedir (buna şunu eklemek mümkün: bu işlev, liderlerin mitlerde görülen vasıfları kendi hanelerine yazma girişiminde ve günümüzde politik hayat içerisinde mevcut irrasyonel ama güçlü inanışlar eliyle ifa edilmektedir.)
Ne var ki Avakyan, Armstrong’un “mitik inanç eskiden bir yönüyle doğruydu” tespitinden rahatsız olur ve Armstrong’u “pragmatizmle ve araçsalcılıkla” suçlar, “gerçekliğe dair öznel bir tanımda bulunmakla” eleştirir (s. 203). İnsan tabii merak ediyor, Armstrong da birçok Marksist gibi, Avakyan’ın Lenin’deki mitte bulunan her türden hakikati inkâr etmeyi rasyonel bulan “felsefî rölativizm”e yönelik itirazına başvuracak mı? Avakyan, Tüm Tanrılardan Kurtulun [Away With All Gods] başlıklı kampanyasında Armstrong’un çabasını tümüyle yanlış anlamaktadır. Belki de kitabın bu entelektüel seviye ile son bulması daha uygun olurdu.
Sonuç bölümünde Avakyan, evrim teorisinin doğru olduğunu yineler; dinin kitlelerin afyonu olduğunu, insan doğasının sabit değil, zaman içerisinde değiştiğini, insanların sosyalist devrim yoluyla özgürleştirilebileceğini söyler. Bunların hepsi kesinlikle doğru. Peki ama insan sormaz mı, SSCB ve Çin’de sosyalist devrimler yenilgiye uğradıktan sonra bu ülkelerde insanlar akın akın neden dinî hareketlere koştu? İnsanlara ateizm telkin etme gayretleri neden hayal kırıklığı yaratacak ölçüde eksik kaldı ve hızla tersine döndü? Dinî inanca ait bu olgulara yönelik kusurlu bir analiz üzerinden söz konusu süreç, biraz kaba ve hassasiyetleri gözetmeden işlemiş olabilir mi?
Bayağılığın Kürsüsüne Çıkıp Vaaz Vermek
Avakyan, bu kitabında herhangi bir teorik sıçrama gerçekleştiriyor mu? Yoksa sırtını yaslayıp, ağdalı bir bayağılığın kürsüsünden vaaz mı veriyor? Üç İbrahimî dini gayet iyi anladığını söylüyor, ama bu tespitin beni hiç ikna etmediğini söylemeliyim. Elinden geleni yaptığı açık. Bu dinleri benimseyen insanlara empatiyle yaklaşıp onları Tanrı merkezli dünya görüşlerinden vazgeçirmeye çalışabilirdi. Hristiyan Faşistlerin belirli insanlara soykırım uygulayacağı ve öngörülebilir bir gelecekte teokrasiyi hâkim kılacakları üzerinden, Amerikan halkını tehdit ettiğini söylüyor, ama bu yaklaşımı da beni ikna etmedi. 237 sayfanın ardından bu kitabın “önemli bir toplumsal mesele” hâline gelebileceği, hatta gelmesi gerektiği iddiası da hiç ikna edici değil.
Devrimci Komünist Partisi Avakyan’ın “takdir, terfi ve popülerleşme kültürü”nü kabul etmiş durumda. Parti, yazarı büyük bir düşünür ve lider olarak tanıtma yönünde, misyonerlere has bir çaba içerisinde. Tahminimce onun ileride nasıl biri hâline geleceğini göreceğiz.
Belki de günün sonunda Avakyan, Armstrong’un “bir mit doğrudur, çünkü etkilidir” sözüne inanacak. Belki de bu kitap ve onun üzerinden yürütülen kampanya, “sahneye çıkıp muazzam bir tesire yol açacak.” Ama açık konuşmam gerek ki ben bu iddiaya ancak güler geçerim.
Ben Bultmann ile aynı fikirdeyim. Her şeyi mitsel niteliğinden arındırmamız gerek. Tanrılardan kurtulalım elbette! Ama bunu onlarla aynı safta olduğumuz sırada yapalım, tüm “o her şeyi küçümseyen kurtarıcılardan da kurtulalım.”
Pavel Andreyev
[1] New York: HarperCollins, 2006
[2] Lerner, s. 59, akt.: Avakian, s. 164
[3] Edinburgh: Canongate Books, 2005
[4] Armstrong, s. 10

11 Ekim 2016 Salı

Kerbela

Bugün Kerbela’nın yasını değil, gururunu, onurunu yaşama günüdür.
Zulme, barbarlığa, insanlığın yok edilişine karşı çocuk, bebek, kadın, 72 kişiyle sadece ölümü bile bile zulme karşı isyanın yıldönümüdür.
Emevi zihniyetiyle İslam özünü kaybederken, Hüseynî duruşla İslam’ın tekrar yeşerdiği Muhammed’in, Ali’nin, Selman’ın, Ebuzer’in mücadelesinin arşa çıktığı yerdir Kerbela.
Neden Ehlibeyt’in kurtuluş gemisi olduğunu anlamada en önemli olaylardan biridir o.
Kerbela, sadece Alevi-Şiilerin değil, hangi etnik köken, mezhep, din olursa olsun, bütün mazlum halkların ezilmiş, ötekileştirilmiş insanların sesidir.
Ehlibeyt’i canice katlettikten sonra Muhammed’in ailesine salavat getirip namaz kılanlar, bugün yine Suriye’de, Yemen’de, Irak’ta “Heyhat minel zille” diyenleri Yezit’i aratmayacak bir zulümle katletmeye devam ediyor.
Fakat bizim tarihimizde Hüseyin, Zeynep, Ali Asğar’ın duruşunun onuru olursa, yezitler hiçbir zaman ne bu dünyada ne de diğer dünyada rahat nefes alacaktır.
Kerbela’yı anlamak, kan-yaş dökme, yas tutma değil, Hüseyin gibi, en zor zamanda bile zulme karşı mücadeleyi bırakmama günüdür.
İşte dünya tarihindeki en anlamlı, en onurlu bu isyan, İslam’ın gerçek özünü yansıtan ve insanlığa miras kalan en büyük değerlerden biridir.
Hüseyin Güven

Ceviz Mevsimi

Bu gece yarısı var dolunayın.
Düşünüyorum da
düşlerimde andığım her şey,
zaten biraz yarım.
Biraz mı dedim?
Çok yarım,
elektriğin henüz gitmediği yerler gibi yani.
Yarım,
karanlık
ve çok.
Tek bir ışık bile tamamlamıyor yarım karanlığı
yarım kalıyor bi sokağın
en güzel
   en çiçekli yokluğu.
Ama o sokağa bakan bir balkon gibi...
Ama nasıl bir bilseniz!
Hani nasıl kalmışsa bir evin caddeye bakan balkonu
öyle yarım kalıyor.
Bıraksalar tüm şehri sığdırabilirdim karanlığıma.
Yarım kalıyor
ama nasıl anlatsam...
Böyle
   birkaç kez
      birkaç yerden.
         farklı zamanlarda.
Yarım kalmış
   faili meçhul bir cinayetin
      bulunmamış adaleti gibi
         yarım kalmış.
Bir ayın tam ortasındayım
yazım yarım kalmış.
Ceviz mevsimi yaklaşıyor.
Ben ise
   ölçsem ölçsem
      yine eksik bir yarım kadar
bir piyanonun yarım bir melodisi gibi.
Hani bir çocuğun vuruluşu nasıl kalıyorsa
devlet tutanaklarında
öyle yarım kalmış defalarca kez.
Yarım kalmış bir umut gibi
    sınır boylarında otuz üç kez.
yarım kalan bir ekmekle
bir dolunay arıyorken gözlerim
yarım kalmış
    işte her şey gibi.
Ali Eren Demir

Aşura

Zeynep’e, Meryem’e, Hacer’e, Asiye’ye, Sümeyye’ye, Nikomedyalı Barbara’ya ve direnişleri görünmez kılınmış bütün kadınlara selam olsun!
Ali Şeriati, İslam'ın devrimci mücadelesinin izlerini üç hat üzerinden sürer: İlk olarak, inanmanın bedelinin çok ağır olduğu bir dönemde Peygamber'in hakikat mücadelesine omuz veren Mekke dönemi Müslümanları; ikinci olarak, Ali sonrası toplumsal ve siyasi yozlaşmaya karşı duran Ebu Zer, Hucr bin Adiy ve Ammar'lar; son olarak ise Kerbela'da Hüseyin ve yoldaşlarının açtığı yol. Bu yol bugün hâlâ kalbinde devrim ateşi yanan Müslümanlar için biricikliğini korumaktadır.
Ancak bu devrimci hattın örülmesinde birçok kadın öncünün emeği ve kanı din adamları tarafından görünmez kılınmış, Müslüman kadınların tarihsel hafıza ile ilişkileri kesilmiştir.
Peygamber ilk vahyi aldığında evine dönüp Hatice'den kendisini örtmesini istemiştir ve Hatice Peygamber’i yüreklendirici sözler söyleyip Müslüman olarak hem Peygamber’e hem de onun haklı davasına sahip çıkmıştır. İslam'ın ilk inananı bir kadın olduğu gibi, kanıyla ilk bedel ödeyeni de bir kadındır.
Maruz kaldığı işkenceye rağmen hakikati haykırmaya devam eden Sümeyye, katilleri tarafından yoksul ve güçsüz bir kadın, dolayısıyla kolay teslim alınabilecek bir kurban olarak hedef alınmış fakat zalimin kılıcı altında dahi büyük bir direnç ve kararlılık göstermiştir. Sümeyye hem sınıfsal konumu bakımından, hem de kadın olması sebebiyle dönemin toplumsal koşullarında son derece zor olan bir şeyi başarmış, Mekke'nin mülk sahibi statükocu ve kavmiyyetçi erkeklerine karşı tek başına devrimci bir üs olmuştur.
Asiye de tıpkı Sümeyye gibi kibirli ve saldırgan erkekliğe karşı boyun eğmemiş, Firavun ile evliliğini ve saraydaki lüks hayatını devam ettirebilecekken inandığı hakikat uğruna ölmeyi tercih etmiştir.
Dönemin dinî, siyasî ve askerî gücünü temsil eden Firavun'un karşısına dikilip adalet ve tevhid mesajını haykıran Asiye, Kuran'da tüm kadın ve erkekler için bir rol model olarak sunulmuştur. [Tahrim Suresi, 11. Ayet]
Ataerkil din ve tarih yorumu hakikat mücadelesinde kadınların emeğini hiçleştirmek konusunda ortaklaşmıştır. İlki adaleti örgütleme rolünü sadece erkeğe has kılarken, ikincisi toplumlarda adaleti örgütleyenlerin tümünün zaten erkek olduğu yanılsamasını pekiştirmektedir. Bu nedenle, kurak bir vadide yalnız bırakılmış Hacer'in iki tepe arasında kaygı dolu koşuşturmalarını, iftira ve dedikodularla yıpratılmış Meryem'in doğum sancısı ile bir hurma ağacına sarılışını, Zeynep'in ellerine bağlanmış zincirlerle şehir şehir dolaştırılarak aşağılanmasını hatırlamak kendi başına devrimci bir eylem olarak kabul edilmelidir.
Zeynep, Yeşil Saray'a savaş esiri olarak getirildiğinde dahi boyun eğmemiş, sessiz kalmamış, asıl yenilginin zalimleşmek ve haktan uzaklaşmak olduğunu haykırmıştır. Savaş alanından susuzluktan ve yorgunluktan bitap düşmüş bir halde çıkartılan Zeynep, örtüsü üzerinden çekilmiş ve elleri zincirlenmiş olarak halkın önünde teşhir edilmiş, aşağılanmıştır. Buna rağmen, Zeynep Kerbela'nın mesajının Kerbela'da kalmayarak çağlara yayılmasını sağlamış ve her fırsatta Saray Dini ile Ezilenlerin Dini arasındaki perdenin yırtıldığı Aşura Günü’nü anlatmaya devam etmiştir.
Zeynep'in tüm baskı ve tehditlere, aşağılanma ve hakaretlere karşı ısrarla yaydığı Kerbela bilgisi, o günün geçmişte yaşanmış, bitmiş elim bir olay olarak anılmasına ve bugün hâlâ zulmü, kibri, adaletsizliği meşru gören egemenlere karşı güçlü bir miras olarak güncelliğini korumaktadır.
Bu mirası sahiplenen kadınlar olarak, siyasî yozlaşmanın ve ekonomik adaletsizliğin giderek derinleştiği bir toplumda, savaşın ve sömürünün hüküm sürdüğü bir dünyada, sessiz kalmamız ve bize sunulan karanlığa razı olmamız mümkün değildir.
Bize unutturulmak istenen ve bu nedenle ya mücadelesi görünmez kılınan ya da mücadelesinin taşıdığı mesaj çarpıtılan kadın öncüleri bir bir hatırlayacak ve onların tarihe kaydettiği hakikati kucaklayacağız.
Devrimci kadınlar Nikomedyalı Barbara'dan Meryem'e, Hacer'den Asiye'ye, Hatice'den Fatıma'ya uzun bir zincirdir ve Zeynep bu zincirin en güçlü halkasıdır!
Ezilenlerin gasp edilen hakları için,
Adil ve insanca bir düzen için,
Hüseyin gibi, Zeynep gibi ayağa kalk!
Kadın-erkek herkes için,
Onurlu bir yaşam mümkündür!

Yeni Kerbela Yemen'dir

Yemen… Yasın, hüznün, matemin, hazineyi kaybetmenin, sevgiliyi yitirmenin, nefesten kesilmenin, el ve ayaktan düşmenin…
...yürüme takatinden kesilmenin, görmekten olmanın, hissetme duygusunu yitirmenin, değerliyi kaybetmenin…
…sudan çıkmış balığın durumuna düşmenin, kol ve kanatları kırılmış uçamayan kuşa benzemenin…
…boynu bükülmüş olmanın, verebileceği bir cevabı olamamanın, emanete sahip çıkamamanın, en sevgiliyi toprağa vermenin…
…anne sütünden kesilmiş bebeğin durumuna düşmenin, ciğeri param parça olmuş annenin, gözyaşlarına boğulmanın, içten içe kor bir ateş gibi yanmanın…
…karalar bağlamanın, tad alamamanın, sararmış yapraklara dönmenin, gök gürültülü yağmurlarda sırılsıklam ıslanmanın, kalbi sancımaların, dilin değil gözlerin çığlık çığlığa lisana gelmenin, yalnızlık ve kimsesizliği hissetmenin…
…son arzuyu yerine getirememenin, derde kedere ıslak imza basmanın, başını taşa toprağa yaslamanın, yastığı sesiz gözyaşları ile ıslatmanın…
…paylaşmak istediğini paylaşamamanın, kavuşmak istediğine kavuşamamanın, tanışmak istediği ile tanışmamanın…
…varmak istediği menzile varamamanın, dokunmak ve sarılmak istediğine sarılamamanın…
…duyguların, hayallerin, sevdaların söndüğü, sevdiklerini bir anda avuçlarında kayıp gittiğini görmenin…
…çıldırmanın, aklını yitirmenin, dağlara ovalara düşmenin, acıları tekrar tekrar yaşamanın…
…uykuya hasret kalmanın, yemeden içmeden kesilmenin, gözyaşlarından başka bir sermayeye sahip olmayanların, dert, elem, acı, hüzün, yas, matem ve ızdırabın yaşandığı bu ayda…
Yemen'de yeni Kerbela’ların yaşanıldığına şahit olduk...
Muharrem içinde Muharrem...
Aşura içinde Aşura...
Kerbela içinde Kerbela...
Yine referans aldıkları cedleri, İmam Hüseyin'in (a.s.) mirasına sahip çıkmak isteyenlerin yeni Kerbelaları...
Geçici ve fani dünyanın zevk ve rahatını, gelecek kaygılarını, evlerini, barklarını, çocuklarını, ailelerini, konumlarını bir kenara iterek...
Onurlu, şerefli, izzetli bir yaşam adına yeni Kerbelalar...
Yemen yeni Kerbela...
Dünya mustekbirlerine, Yezidlerine, Firavunlarına, Nemrutlarına, belamlarına, İblislerine, Emevilerine, Haricilerine, beyaz zulüm saraylarına karşı yekvücut olup;
Kerbela ruhunu, misyonunu, eylemini, tercih edenlerin yeni Kerbelası… Yemen.
Amerika, İsrail, Suud ile dost olmaya çalışanların acımasız ve vahşi operasyon ile saldırılarına maruz kalan yeni Kerbela...
Evet bu yas ayında sayıları bine yakın mazlum ve sivilin katledildiği Yemen...
Duyulmayan, gündeme gelmeyen, perde arkası edilen, medyaya düşmeyen yeni Kerbela...
Yezid'in torunları ile Hüseyin'in torunları...
Eksen kayması yaşamayan BOP, NATO İslamcıları nasıl Emevi ve Yezidlerin yoluna sıkı sıkıya biat ettiyse…
Yemen'in imanlı evlatları da bugün Peygamber’e, İmam Ali'ye ve İmam Hüseyin'e biatli...
Dün nasıl Osman'ı katleden grup, Osman'ın kanlı gömleğini sokak sokak gezdirip hesabını İmam Ali den sormaya çalıştılarsa…
Bugün de aynı katiller, Şam, Halep ve Musul'un hesabını Yemen'den sormaya çalışıyorlar...
Fakat Yemen, birilerinin düştüğü hataya düşmemenin bedelini ödüyor...
Dünün Muaviye, Yezid ve Hind'lerini tanıdığı gibi, bugünün Amerika, İsrail, Suud ve dostlarını da tanıyor.
O yetmediği gibi; dünün Ali’lerini, Hüseyin’lerini tanıdığı gibi, bugünün Ali ve Hüseyin’in evlatlarını da tanıyor.
İşte bu, günümüz zalimlerini tedirgin ettiği için tüm şimşekleri üzerine çekiyor...
Birileri gibi, tarihteki İmam Hüseyin'e methiye dizip, günümüzdeki Hüseyin'in evlatlarına ihanet etmiyor.
Birileri gibi, tarihteki Yezid'e lanet okuyup, günümüz Yezid evlatlarına şakşakçılık yapmıyor.
Birileri gibi, tarihteki İmam Ali’ye muhabbet duyup, günümüz Ali evlatlarına karşı cephe almıyor.
Günümüzdeki zalimlere muhabbet tellallığı, tarihteki zalimlere ise lanet okumakla vicdanı rahatlatma seanslarına katılmıyor.
Muharremde yas tutmanın, Peres'e, Şaron'a, zalimlerin diğer dost ve müttefiklerine lanet okumayı zaruri kıldığına inanıyor...
Peygamber’in kokusuna doyum olmayan çiçeğinin dalından kopartılmasını bayram değil yas ve matem olmasına inanıyor...
Osman'ın kanlı gömleğini dolaştıranları ve niyetlerini iyi biliyor…
Nuh'un karadaki gemisine binmenin deniz üzerinde yolcu bekleyen belamların, Nemrutların gemisinden daha güvenli olduğunu iyi biliyor...
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki; böyle yas ve matemli aylarında yine zamanın Yezid ve evlatlarının saldırılarına hedef olup
Bine yakın mazlum sivil çocuk kadın ve ihtiyarlarını Allah'a kurban sunuyorlar...
Hiç kimseden de yardım olayı gündeme getirme isteklerinin olduğunu sanmıyorum...
Çünkü olayı işleyenler, bizzat Yemen ile aynı Allah'a, aynı Peygamber’e, aynı Kuran'a, aynı dine inandığını iddia eden, ayakları kaymış alçaklar, Yezidler ve dostlarıdır.
Tarihte Osman'ın kanlı gömleğini gezdirenleri, Medine'nin münafıklarını, Beni Sakife'yi, Gadir-i Hum'u Kerbela'yı okuyan ve irdeleyenler, Yemen'in tarafını ve Yemen'e bomba yağdıran tarafı iyi tahlil eder. Yemenliler de zaten bunu anladığı için bu bedeli ödüyor.
Allah Yemenlileri, Peygamber’in okşamaya ve öpmeye bile kıyamadığı mübarek başı, vücudundan ayırıp Yezid'e götüren ve sonradan da hiç utanmadan sıkılmadan Peygamber’den şefaat dilemeyi isteyen alçaklar durumuna düşürmesin... Allah Yemenlileri muzaffer kılsın…
Allah'ın rahmet ve bereketi Yemen'de Hüseynî şiara bağlı olanlara, laneti de; işe zalimin zulmünden değil, mazlumun mezhebini sorgulayanlardan başlayan ve günümüzün deşifre olmamış ‘Medine münafıklarına' olsun...

Kıvılcımlı'ya Saygıyla

Sosyalizm yolunda inadın ve direncin adı Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı ölümünün 45. yılında saygı ve sevgiyle anıyorum.
Hayatını işçi sınıfına ve devrimci mücadeleye adayan Kıvılcımlı, tarihsel maddeciliği daha da derinleştirerek, Doğu toplumlarının gelişim proseslerini en ince ayrıntısıyla ele aldı.
Marksist klasikleri Türkçeye çevirdi. Yüzlerce kitap, broşür ve makale yazdı.
Hayatının üçte birini zindanlarda geçirdi. Kaba materyalizm ve idealist felsefenin dışında, din olgusunun tarihsel, sosyolojik ve antropolojik kökenlerini diyalektik ve tarihsel materyalizm ışığında inceledi ve en özgün eserleri Marksist külliyata kazandırdı.
Kıvılcımlı, dünya çapında bilinen bir insan olması gerekirken, eserleri Türkiye'de bile yeteri kadar ilgi görmemekte.
Okuma alışkanlığı sadece örgüt yayınlarından ibaret olan sosyalist gençlerin, bu medrese sofuluğundan kurtulup, paradigmasını daha da derinleştirmesi ve geliştirmesi gerekmektedir.
Kıvılcımlı'nın şu sözleri ile yazımızı bitirelim:
“Tarafsızlık bizim harcımız değil. İşçi çocuğuyuz. Olduk olası: başta işçi sınıfımızdan yana düşünüp davranmayı öğrendik. İnsanoğlunun ancak ve yalnız İşçi Sınıfı yanından gerçek insan olacağına inanıyoruz. O noktada en ufak ikircilik geçirenler, ‘Stalin’ olsalar, bizi bağlayamamışlardır ve bağlayamazlar.”
İbrahim Utku Nar

10 Ekim 2016 Pazartesi

Kibbutzculuk Neden Sosyalist Değil?

Demokrat Parti’nin aday yoklaması esnasında anaakım medya organlarında Bernie Sanders’ın açıktan ilân ettiği sosyalizmi tarif etmeye dönük mücadele verdiği dönemde, birçokları onun İsrail’deki bir Yahudi kibbutzunda gönüllü çalıştığı döneme vurgu yaptı. New York Times’daki manşetlerinden birinde, “Bernie Sanders’ın Kibbutzu Bulundu. Sürpriz: Bu Kibbutz Sosyalist” yazıyordu.
Oysa Sanders’ın 1963 tarihinde gerçekleştirdiği seyahat Times’ın ve başkalarının aktardığından daha açıklayıcı değildi. Sosyalist bir cennet olarak takdim edilen ve Emek Siyonizminin can verdiği kibbutz, özünde hiç de öyle bir yer değildi.
Kurucularının tahayyül ettiği biçimiyle kibbutz (ya da İbranicedeki karşılığıyla toplantı) Siyonizmin ve Yahudi milliyetçiliğinin ülküleriyle eşitlikçi ve komünal ülküleri kaynaştıran, ütopik bir kır topluluğu idi. Bu gönüllü kolektif toplulukta yeni gelen Yahudiler, mülkiyet ortaklığının, ekonomik eşitliğin ve üretimde işbirliğinin keyfini çıkartıyorlardı. Ana şiar, “herkesten becerisine göre, herkese ihtiyaçlarına göre” idi ve bu şiar bayrak misali göğe yükseltilmekteydi.
İlk kibbutzcular, yirminci yüzyılın başında Avrupa’dan Filistin’e göç etmiş olan idealist genç Siyonistlerdi. Kendilerini devrimci varsayan bu gençler, kibbutz kurucularının sosyalizmle Yahudi milliyetçiliğini birleştiren vizyonlarını gerçekleştirme konusunda gayet heveslilerdi.
Oysa inşa ettikleri, sosyalizmin inkârından başka bir şey değildi. İsrail öncesi dönemde kibbutz hareketinin ardındaki itici güç olan Emek Siyonizmi gibi bu deneyin milliyetçiliği de hızla eşitlikçi ülkülere galebe çaldı. Sosyalist bir ütopya inşasına dönük bir çaba olarak başlayan süreç, etnik milliyetçiliğin zulme dayalı bir biçimini koşulladı.
Sosyalist Siyonizmin İnşası
Kibbutz’un sosyalist olduğu iddia edilen temellerine yönelik en net reddiye, Emek Siyonizmin öncüllerinden geldi.
1899’daki üçüncü Siyonist Kongresi’nin ardından kurulan Emek Siyonizmi, Yahudi meselesi olarak adlandırdıkları meseleyi, Osmanlı Filistin’indeki Avrupalı Yahudilerin elindeki topraklarda yerleşim sürecini ve kitlesel olarak Yahudilerin bu topraklara nakledilmesini kolaylaştırmak suretiyle çözmeye çalıştı. Dov Ber Boroçof gibi Avrupalı kurucu teorisyenlerinin kanaatine göre, Siyonizm, Yahudi halkını hem ekonomik hem de tarihsel açıdan kurtarabilir, nihayetinde yüzlerce yıldır süren zulmü sona erdirebilirdi. Bu kişiler, Avrupalı Yahudilerin kitleler hâlinde Filistin’e göç etmesi sürecini kışkırtacak ana dinamik olarak dünya kapitalizminin yükselişine baktılar. Buna göre, Yahudi proletaryasının sınıf mücadelesi, sonuçta Yahudilerin ulusal kurtuluşunu getirecekti.
O dönemde Sosyalist Siyonistler, Theodor Herzl’in Yahudi milliyetçiliği ile sosyalizminin harmanlanmasına itiraz eden Siyonist Kongresi’nden kendilerini ayırdılar. Sosyalist Siyonist kampın üyeleri, Moses Hess ve Ber Boroçof gibi ortodoks Marksistler ile Nachman Syrkin’den A. D. Gordon gibi Marksist olmayan sosyalistlere, oradan da David Ben-Gurion ve Berl Katznelson gibi halkçı sosyalistlere dek uzanan bir ideolojik skalaya tabiydiler.
Oysa Marx ve Engels’in öncesinde arkadaşı olan Hess gibi biri üzerinden bile bakılsa, kibbutzun göbeğindeki çözülmesi mümkün olmayan gerilim görülebilirdi.
Sosyalist bir risaleden çok bir tür kolonizasyon manifestosu olan Hess’in 1862 tarihli Roma ve Kudüs kitabı, Yahudilerin Filistin’e mesihî tarzda dönüşünü övmekteydi. Esasında Hess, Yahudilerin kurtuluşunun ve Yahudi milliyetçiliğinin uzlaşmaz iki olgu olduğunu, ama Yahudi kurtuluşu anlayışının artık terk edilmesi gerektiğini tespit ediyordu. Dolayısıyla Marx ve Engels’in bu eski yoldaşlarıyla alay etmelerinde ve birlikte onu “burjuva toplumunun savunucusu” olmakla suçlamalarında şaşılacak bir yan yoktu.
Öte yandan Siyonist müritlerine göre, Hess bir serseriden çok bir aziz gibiydi. Roma ve Kudüs, Emek Siyonistleri ve Filistin Mandası’nda kibbutz kuranlar için bir taslak metin hâline geldi. Emek Siyonizminin fikrî babası Hess’in müridi oldu.
Syrkin’in tespitiyle, Yahudilerin kurtuluşu, ancak Filistin’de sosyalist bir Yahudi devleti kurulması suretiyle mümkündü. Onun zihninde bunun için gerekli araçlar gayet açıktı: Yahudilerin Avrupa’dan kopartılması ve Filistin’deki Arap halkın sökülüp atılması. Hess’in Roma ve Kudüs’ünün ardından ilgi gören Yahudi Sorunu ve Sosyalist Devlet isimli risalesinde (1898) Syrkin, Sosyalist Siyonizmin misyonunu Filistin’e kitlesel göç ve burada kolektif yerleşim sürecinin desteklenmesi olarak tarif ediyordu.
Ber Boroçof gibi ortodoks Marksistler bu yaklaşımı benimsediler: Ulusal Sorun ve Sınıf Mücadelesi ile Platformumuz(1906) isimli çalışmalarında Boroçof, ısrarla Avrupalı emperyalist güçlerce desteklenen, Filistin’de sosyalist bir devlet kurulması sürecinin nihayetinde oradaki Arap halkının yok edilmesini ister istemez gerekli kıldığı üzerinde duruyordu.
Hâlen ufak çapta olsa da Sosyalist Siyonistler hareketi yirminci yüzyılın ilk on yılı içerisinde büyümeye başladı. Özellikle Hertz’in İngilizlerin desteğiyle Doğu Afrika’da Yahudi halkı için bir vatan teşkil edilmesini öngören, 1903 tarihli Uganda Programı’nın ve Afrika, Asya, Avustralya ile Sovyetler Birliği’nin muhtelif kısımlarında Yahudi ülkesi (veya ülkeleri) kurulmasını öneren Ülkesel Yahudi Örgütü’nün yükselişi ardından ciddi bir popülerlik kazandı.
Tuhaf olan şu ki Yahudilerin ülke kurmaları fikrine hararetle itiraz eden Sosyalist Siyonistler, enternasyonalizmin eşiğinde duran en önemli grup olduklarına inanıyorlardı. Sosyalist Siyonistlerin tespitine göre, ileride Yahudi devleti, ancak birden çok kooperatif ve komünal tarım yerleşimlerinin oluşturulması aracılığıyla kurulabilirdi. Yahudi kibbutzu, bu amaçla projenin yüce amacı olarak belirlendi. O, Emek Siyonizminin sosyalizmi ve milliyetçiliği birleştiren anlayışının hem bir sembolü hem de tezahürüydü.
Ne var ki Filistin’de Emek Siyonizmi, proleter devrimden çok farklı bir sonuç üretti. Bu yanlışın en açık delili, yirminci yüzyılın ilk on yılları içerisinde Filistin’e yönelik Yahudi akını ardından gelişip serpilen, Yahudilerin Siyonist gençlik hareketleriydi. Örneğin Doğu Avrupalı Siyonistlerin 1903’te kurdukları, sonrasında Bernie Sanders’ın da gönüllü çalıştığı kibbutzu kuran Haşomer Hatzair [Genç Muhafız] isimli grup, Filistin’de ilk kırsal kibbutzculuğun oluşturulmasında önemli bir rol oynadı.
Sosyalist ve eşitlikçi platformuna ve Boroçof’un Marksist felsefesinden ilham alan üyelik yapısına rağmen Haşomer Hatzair amaçlarını, yeni gelen Yahudilerin müsadere edilmiş Arap topraklarına yerleştirilmesi olarak belirlemişti. “Kibbutzculuğun anası” anlamında Degania adıyla 1909’da Kuzey Filistin’de kurulan ilk kibbutz, bu vizyonu pratiğe döktü. Bu kuruluşun sonuçlarını öngörmemek mümkün değildi.
Yahudi yişuv’unun (yerleşiminin) ilk aşamalarından itibaren Emek Siyonizminin ve kibbutz hareketinin liderleri, Arap-Yahudi kardeşliğini parçalamayı veya önlemeyi asli hedefleri hâline getirdiler. Bu liderlerden biri, sonrasında İsrail’in ilk başbakanı olacak olan ve ülkenin kurucu babası denilerek göklere çıkartılan David Ben-Gurion’du. 1907’de, Rus İmparatorluğu’ndan Filistin’e varan ilk ekibin ardından genç Ben-Gurion, Yahudi Ulusal Fonu’na ait topraklarda sadece Yahudilerden oluşan bir işgücü oluşturulması çağrısında bulundu.
Ben-Gurion’un fikirleri, nihayetinde iki milliyetçi öğretiyi pekiştirdi: İbranî Emeği ve İbranî Emeğinin Fethi. Bu iki öğreti, birlikte, ilhak edilmiş Arap toprakları üzerine kurulmuş Yahudi komünal yerleşimlerinde Arap işçilerin Yahudi işçilerle ikame edilmesinin gerekçesini temin etti.
İki politika, sonuçta yaygın bir destek elde etti. Bir ara (Hapoel Hatzair gibi) Marksist olmayan Siyonist partilerce ve alabildiğine sosyalist olan (Poale Zion-Siyon İşçileri gibi) Siyonist oluşumların desteğini gördü.
1919’da Ben-Gurion ve yoldaşları, Siyonist Örgüt ile yan yana gelen ve Komintern’e üye olan işçi federasyonu Ahdut Haavoda’yı (Emeğin Birliği) kurdu. 1920’lerde Ben-Gurion, Filistin Mandası’ndaki tüm Yahudi ekonomisi genelinde İbranî emeği öğretisinin zorla gerçeğe dökülmesi için adımlar attı.
Bunun dışında Arap ve Yahudi cemaatlerinin tümüyle ayrılmasını talep etti: 1920’de yazdığı bir yazıda ifade ettiği üzere, “Yahudiler ve Araplar, ayrı yerleşimlerde ve ekonomiler dâhilinde yaşayıp çalışmalılar”dı. 1924’te birleşik demiryolu işçileri sendikasının konseyinde yaptığı konuşmada, kendisinin Filistin Demiryolları Şirketi gibi Yahudilerin ve Filistinlilerin birlikte çalıştıkları işyerlerinin etnik temelli bölünüp ayrı sendikalar kurulması görüşünü desteklediğini söyledi.
Pratikte ise Ben-Gurion, kibbutzla ilgili nispeten daha romantize edilmiş görüşleri tekrar tekrar dile getirdi. 1956’de kaleme aldığı broşürde, “kibbutz hareketinin genelde inanılan biçimiyle, sosyalist ülküleri temel almadığını, bu ülküleri Yahudi emeğini korumaya dönük bir araç olarak gördüğünü” söyledi. Ben-Gurion’un izahına göre, İbranî Emeği sınıf mücadelesinin değil, etnik ayrımcılığın içinden çıkmıştı; Emek Siyonizmine bağlı isimler, etnik ve ulusal çıkarları sınıf dayanışmasının üzerine çıkartmak zorundalardı.
Sosyalist Siyonizm, böylelikle sınıf mücadelesinin tümüyle ırksallaştırılmasına ve emeğin etnik temelli ayrımlar üzerinden yeniden yapılandırılmasına yol açtı. Emek Siyonistlerine göre, Arap emeği proleter devrime hiç uymayan, ilkel bir üretim tarzından başka bir şey değildi. Sosyalist Siyonist projeye gerekli gücü yalnızca İbranî Emek hareketi verebilirdi.
Filistin’deki ulusal girişimi ve devlet kurma faaliyetini destekleme adına Emek Siyonistleri, sadece Yahudi işçileri içerecek Yahudi yerleşimleri örgütlemeye çalıştılar. Burada nihai hedef olarak, Yahudi proletaryasının kurtuluşuna işaret etmeyen Emek Siyonizmi, yereldeki ekonomi, üretim araçları ve pazar payı üzerindeki tekel hâline geldi. Yahudi kibbutzu, bu esnada ileride kurulacak Yahudi Devleti’nin prototipi olarak etiketlendi. 1951’de Ben-Gurion, “devletimiz ne kapitalist ne de sosyalisttir” diyordu. O sadece Yahudi bir devlet olacaktı.
Filistin Mandası’nda Sosyalist Siyonizm yoldaştan çok düşmana sahipti. Sadece Yahudiler üzerine kurulu bir politikanın, ülkedeki Arap halkına yabancılaşması ve onunla çatışması hiç de şaşırtıcı değildi. 1935 tarihinde Arap işgücünün sadece yüzde beşi (ağırlıklı kısmı tarımda olan) Yahudi sektöründe çalışıyordu. Kibbutzların elindeki topraklarda tek bir Arap çalışmıyordu.
Takip eden elli yılı aşkın sürede mülksüzler isyan ettiler. 1936’da patlak veren genel grev beş ay sürdü. Grevi tetikleyen, Emek Siyonizmi ve onun İbranî Emeğipolitikası idi. Bu grevi, binlerce yoksul işçinin, kıyıya köşeye itilmiş emekçinin ve topraksız köylünün öncülük ettiği, üç yıl süren ulusal bir ayaklanma takip etti. Ülkedeki İngiliz güçleri, Siyonist paramiliter güçlerin yardımıyla, ayaklanmayı ezdi. Bu, Emek Siyonizmi için nihai zaferin adıydı ve sonuçta Filistin’de sosyalizme son darbeyi indirdi.
Trajedi şu ki gerçekten de solcu birçok yol önerilmişken, Emek Siyonistler, bu yolların hepsini reddettiler.
Bu solcular ülke kurulmasına karşı çıktılar, Yahudilerin Filistin’de veya başka bir yerde ulusal bir vatana sahip olma fikrini eleştirdiler; çokuluslu imparatorluklarda Yahudiler için toprağa dayalı olmayan ulusal haklarını savunan özerkçiliğe itiraz ettiler ve Yidce konuşan kitleler arasında Yahudilere has kültürel kimliği teşvik eden halkçılığı kıyasıya eleştirdiler.
Siyonizmden uzak duran ve “Yahudi sorunu”na yönelik cevabın ancak Doğu Avrupa’da hem sosyalizmin hem ülke kurmama fikrinin hem de ulusal-kültürel özerklik anlayışının muzaffer olması ile verilebileceğini düşünen Yahudi işçi partisi Bund türünden gruplar ezildi. Yahudi olmayan, Yahudi üyelerinin hem Siyonist ülke kurma fikrindeki hem de Bundcuların kültürel formlarındaki Yahudi milliyetçiliğine itiraz eden sosyalist partiler, bunun yerine sosyalist bir devrim çağrısında bulundular.
Yereldeki Arap toplumu ile Yahudilerin entegre olmasını savunan, Yahudi anti-Siyonist komünist örgütler dâhil pasifist birçok oluşum da aynı kaderi paylaştı.
Bazıları İçin Kurtuluş
Filistin Mandası’nın son yıllarında Emek Siyonizmi militarist bir harekete dönüştü. Emek gruplarının çoğu, İsrail Savunma Güçleri’nin (IDF) çekirdeğini teşkil eden Hagana ve Palmah gibi savunma ve paramiliter örgütler hâline geldi.
Milliyetçilik ve sonrasında ağır bir militarizmle yüklü olan Emek Siyonizmi, böylelikle tarihçi Sven Beckert’in “savaş kapitalizmi” dediği şeye yol açtı. Emek ve toprak merkezli bir tür kapitalizm, sadece fabrikalarda değil, tarlalarda da gelişip serpildi ve esas olarak toprak ve emeğin ağır sömürüsüne sırtını yasladı. (Bu yeni doğan kapitalizm formunun köklerinin izlerini Bilu ve Hovevei Zion türünden ön-Siyonist örgütlere kadar sürmek mümkün. Bahsi geçen iki örgüt, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Filistin’de tarıma dayalı yerleşimler ve koloniler kurulmasını teşvik etmek amacıyla kurulmuştu.)
İlk başta çelişkili özelliklerin arasındaki bir tür huzursuz izdivaç olarak biçimlenen Emek Siyonizmi’nin sosyalizmi, hızla Siyonizmin yerleşimci-yayılmacı girişimi tarafından yok edildi. Boşanma süreci ise, İsrail Devleti’nin kuruluşu ile tamama erdi.
Emek Siyonizminin yapıtaşı ve onun en derine nüfuz etmiş ülkülerinin pratikteki ifadesi olarak kibbutz, bu tarihin ayrılmaz bir parçası.
Eşitlikçiliğe veya sosyalist enternasyonalizme dayanmayan etnik ayrımcılığa rehberlik eden, modern kibbutzun kurulması idi. Etnik gruplar arasında sınıf dayanışmasını sağlamak yerine Emek Siyonistleri, toplumsal hiyerarşileri, etnik hegemonyayı ve dinsel baskıyı pekiştirdiler.
“Sosyalist Siyonizm” veya konumuzla ilgili olarak “sosyalist kibbutz” tabiri, bize tezatmış gibi gelse de Demokrat Parti’nin aday yoklaması esnasında medyada çıkan haberler, kibbutzu kuşatan ve hâlâ varlığını koruyan kafa karışıklığının birer tanığı niteliğinde.
Suların bulanmasının bir sebebi, “komünal” ile “sosyalist” olanın birleştirilmesi. Kurucularının tarif ettiği biçimiyle, Yahudi kibbutzu, ortak mülkiyet, ekonomik eşitlik ve üretimde işbirliği ilkelerine dayanan komünal bir yerleşimdi. Oysa esasında onda söz konusu olan, Yahudi mülkiyetiydi, Yahudi eşitliğiydi ve Yahudi işbirliğiydi. Evet, o belki de bir komünal cennetti, ama sadece belirli bir etnik grup içindi.
Gerçek sosyalizme ait bir örnek olarak bu kibbutzlara bakanların daha uzağa bakmaları mümkün oysa.
Seraj Assi