26 Eylül 2016 Pazartesi

Küçük Burjuva Entelektüelizmine Dair

Küçük burjuva entelektüelizminin burjuva askerî-bürokratik aygıt için biçilmiş kaftan olmaktan gelen sınıfsal güdüleri, bu tabakanın komünist bir kimlikle dahi proleter kolektivizme adaptasyonunda handikap yaratmaya adaydır.
Küçük burjuva entelektüelizmi, proletaryanın teknik, siyasal, kültürel birikime olan ihtiyacını bir sınıfsal tabaka olarak kendisine dair bir ihtiyaca dönüştürme ve böylelikle bürokrasiyi kurumsallaştırma eğilimindedir.
Bu, bireysel insan iradesinden bağımsız, doğrudan toplumsal üretici güçlerin tarihsel gelişme düzeyinin çelişkilerinin koşullandırdığı, eşitsiz gelişme yasasının, üretici güçlerin gelişme diyalektiği üstünde, kendiliğinden belirleyici etkisi ile gelişen bir olgudur. Çünkü sınıflar, sınıflı toplumlar tarihinin yarattığı bir olgusallığın ürünüdür.
Mülkiyet kavramı içerisine yalnızca maddî varlıklarla birlikte bilgi birikimi de dâhil edilmelidir. Teknik-entelektüel bilgi de bir mülkiyettir. Teknik-entelektüel bilgi, tıpkı sermaye gibi, değer yaratmak için kol emeğine ihtiyaç duyar. Teknik-entelektüel bilgi, bir mülkiyet biçimi olarak kurumsallaştığında, kendi mülkiyetini özelleştirmek ve ayrıcalıklı bir tabaka olarak varlığını sürdürmek için kol emeği ile arasındaki üretim ilişkisini bürokratikleştirme eğilimindedir. Çünkü, teknik-entelektüel bilginin ayrıcalık yaratan bir özel mülkiyet biçimi olarak kendisini yeniden üretebilmesi için, onun sıradan emek faaliyeti ile olan ilişkisini bürokratikleştirmekten başka bir seçeneği yoktur. Bu anlamda, teknik-entelektüel bilgiye ulaşmada bürokrasi engeli, doğrudan toplumsal işbölümü zorunluluğu tarafından yaratılmaktadır. İşbölümünün üretici güçlerin tarihsel gelişmişlik düzeyi tarafından belirlenen zorunluluğu bürokratizmin de koşullarını yaratmaktadır.
Küçük burjuva entelektülizmi, burjuva askerî-bürokratik aygıtın hem teorisyeni hem de pratisyenidir. Devrimci süreçlerde yaşanan büyük toplumsal yıkımlar küçük burjuvazinin bu tabakalarını da devrim saflarına savururken, entelektüelizm, devrimci saflarda kendi kültürel eğilimlerini ve bürokratik alışkanlıklarını kurumsallaştırmaya çalışır.
Entelektülizm, devrimci saflarda entelektüel-teknik bilgi birikimini bir ayrıcalığa dönüştürür ve bürokratlaşma eğilimini temsil eder. Küçük burjuva entelektüelizmi, bu niteliği ile tıpkı küçük mülkiyet gibi, proleter bir hukuk denetimine girmeden kolektivizme adapte olamayacak, kolektif ilişkilere bürokratik eğilimlerini taşıyarak, ayrıcalıklı bir tabaka olarak varlığını sürdürmek isteyecektir.
Küçük burjuva entelektüelizmi, devrimci saflarda ayrıcalıklarını bürokratik biçimler yaratarak kurumsallaştırmak için komplo-entrika dâhil her türlü burjuva siyasal politik yönteme eğilimli bir sınıf karakterini temsil eder.
Küçük burjuva entelektülizminin sınıflı toplumdan gelen bir tabaka olarak siyasal-politik eğilimleri, tek tek bireylerin öznel iradesinden bağımsız, eşitsiz gelişme yasasının ve toplumsal zorunlu işbölümünün toplumsal ilişkilere yansıma biçiminden başka bir şey olmayan nesnel bir olgudur.
Bireysel iradenin rolü, bu nesnel olguda kısmî ve görelidir. Esas olan, küçük burjuva entelektüelizmini yaratan nesnel toplumsal olgulardır. Burjuvazi, burjuva askerî-bürokratik aygıtı, kendisini küçük burjuva entelektüel-teknik birikim aracılığı ile inşa eder ve yönetir.
Küçük burjuva entelektüel-teknik birikim, sınıflı toplumdaki bu ayrıcalığını kolektif üretim ilişkilerinde de koruma ve bürokratik biçimlerde kurumsallaştırma eğilimindedir.
Küçük burjuva entelektüelizminin teknik, entelektüel bilgiyi kendi mülkiyetinde bürokratik biçimlerde kurumsallaştırma eğilimine karşı, bürokratik eğilimlerle sıradan emek gücünün, emek faaliyetinin kolektif niteliklerini esas olan bir proleter hukuk yaratılmadan mücadele etmek, kolektivizmin geleceği bakımından zafiyet yaratacaktır.
Özgür Bahar

The Economist Mısır’ı Değerlendiriyor

Lenin, The Economist dergisini “İngiliz finans kapitalin borazanı” olarak nitelemişti. Bu dergi, 6 Ağustos sayısının önemli bir kısmını Mısır'a ayırmış ve oldukça ilginç değerlendirmelerde bulunuyor.
Öncelikle, derginin ülkedeki sorunları gayet güzel anlattığını belirtmemiz gerekiyor. Bu sorunların anlatıldığı bölümleri alıntılayalım:
“Arapların nüfusu özellikle hızlı artıyor. 2010 yılında nüfusun 15-24 yaşları arasındaki kesimi 357 milyonluk toplam nüfusun %20’sini oluştursa da, 2010 yılında sayıları 46 milyonu bulan bu genç kesim 2025 yılında 58 milyon kişiden olacak.
Rejim çökmüş durumda, Körfez devletlerinden gelen parayla (ve biraz da Amerika’dan gelen askeri yardımla) ancak ayakta duruyor. Milyarları bulan petrodolarlara rağmen, Mısır’ın bütçe ve cari açığı artıyor. Bütçe açığı milli gelirin yaklaşık %12’sini, cari açık ise %7’sini oluşturuyor. Bay Sisi milliyetçi pozlar verse de, elinde şapkası IMF’ye gidip 12 milyar dolarlık bir kurtarma paketi talebinde bulundu.
Gençlerin arasındaki işsizlik %40’ın üzerinde. Hükümet boş boş duran memurlarla dolup taşıyor. Mısır’ın katı, devletçi ekonomisi içinde özel sektör her yıl iş piyasasına katılan yeni işçi kitlelerine yeterli iş veremiyor. Başka yerde olsa, bu kadar çok genç nüfus ekonomik bir avantaj olarak görülürdü. Ama Arap dünyasında gençliğe, yok edilmesi gereken bir lanet olarak bakılıyor. Bugünlerde genç Araplar için ülkelerinde yoksulluk, göç ya da sıra dışı durumlarda cihat gibi rezil seçeneklerden başka bir şey yok. Gerçekten de, Suriye gibi yerlerde en iyi para kazandıran işler arasında eline bir tüfek almak da var.”
Görüldüğü gibi, sistemin gençliğe verebildiği hiçbir şey yok ve Mısır patlamaya hazır bir bomba. Derginin bu sorunları tespit etmesi, onun çözüm arayışında olduğu anlamına gelmiyor. Tersine, derginin yazarları, bu sorunların savundukları kapitalist sistem içinde çözülemeyeceğini çok iyi anlıyorlar ve bu yüzden çözüm konusuna hiç kafa yormuyorlar. Yazarlar, bu sorunları böylesine nesnel bir biçimde tespit ediyorlar, çünkü bu sorunların "iyi yönetilmediğini" düşünüyorlar ve bu durumun bir tehlike oluşturduğunu görüyorlar. İşte bu yüzden Başkan Sisi'yi eleştiriyorlar:
"Bay Sisi işleri daha kötüye götürüyor. Mısır parası poundu korumakta ısrar ediyor, böylece enflasyonun ve açlık isyanlarının önüne geçiyor. Poundu güçlü tutarak, çoğu ithal edilen gıda maliyetlerini kontrol edebileceğini düşünüyor. Ama sermaye denetimleri dolar alınıp satılan kara borsanın ortaya çıkmasını engelleyemedi. Mısır poundu kara borsada üçte iki fiyatla satılıyor. Ayrıca bu denetimler yedek parça ve makine kıtlığına yol açtı. Bu da enflasyonu yükseltiyor (şu anda %14 ve artmakta). Bu durum sanayiye de zarar veriyor ve yatırımcıları kaçırıyor.
Ama belli ki, Sisi'ye henüz bir alternatif çıkaramadıkları için onun hemen yerinden edilmesini tavsiye etmiyorlar. Amaçları onu orta vadede değiştirmek:
"Mısır’ın stratejik önemi o kadar fazla ki dünyanın Bay Sisi’yle idare etmekten başka şansı yok. Ama Batı ona karşı pragmatizm, ikna ve baskıdan oluşan bir politika izlemeli. Mısır’a ihtiyacı olmayan ve bütçesini de aşan Amerikan F-16’ları ya da Fransız Mistral helikopter taşıyıcıları gibi pahalı silahları satmamalı.
Şu anda başka bir ayaklanma ya da hatta başka bir darbe ihtimalinden çok söz edilmiyor. 2011 yılında gafil avlanan gizli polis, yükselen muhalefetin kokusunu alma yeteneğini artırdı. Ama Mısır’daki demografik, ekonomik ve toplumsal baskılar büyük bir hızla artıyor. Bay Sisi sonsuz istikrar sağlayamaz. Mısır’ın siyasal sistemi yeniden ele alınmalı. Bay Sisi’nin 2018 yılındaki seçimlere aday olmayacağını açıklaması fena bir başlangıç olmaz.”
Emperyalizm, tıpkı Mübarek döneminin sonunda olduğu gibi, bekçi köpeğinden pek memnun değil. Bu bekçi köpeğinin kaynayan devrimi engelleyemeyeceğini biliyor.

Bir Asırlık Tecrübe -II

Bu bölümünde giriş yaptığımız konunun arkaik tarihine bir bakalım.
Teoloji; Tanrıbilim, Tanrı kavramı ve din olgusunu inceleyen bilim dalı. Günümüzde sıklıkla, dinî konular ile ilgilenen bilim anlamında kullanılmaktadır. Teoloji ile ilgilenen kişilere teolog, ilâhiyatçı, din bilimci veya tanrı bilimci denir.
Felsefe; Varlık, bilgi, gerçek, adalet, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili genel ve temel sorunlara ilişkin yapılan çalışmalardır Felsefe kişilerin yaşamı merak etmesinden doğar. “Yaşamı en çok merak eden çocuklardır.”[1] Aynı zamanda felsefî düşünce, insanın evreni içinde kendi varlığını merak etmesiyle ve bu konuda sorular sormasıyla başlar. Felsefe için merak etmek ve soru sormak yeterli değil ve sorulara sistemli bir açıklama getirmek, açıklamanın sistemli veya sistemsiz olması da felsefe için önemlidir.
Milattan önce ve sonra toplumların çok zor şartlarda yollarını ararken Aristotales, Farabi, İbn-i Sinan, İbn-i Rüşd, İbn-i Haldun ve Farklılıklarıyla İsfahani ve Gazali karanlıkları aydınlatan birer fener olur ve günümüze birçok değerli eser bırakırlar.
Aristotales; MÖ. 384-322. ilk neden bir şeyin özünü ve de asıl doğasını açıklar. Dolayısıyla ilk neden, bir şeyin varlık nedenidir ve biz ancak bunun sayesinde bir şeyin ne olduğunu anlar, şeylerin doğasını ve özünü araştırmaya yönelebiliriz. “[…] ‘Felsefenin neye yarar?’ denildiğinde, kimileri yasa korkusuyla yaptığı şeyleri bana buyrulmadan, kendiliğimden yapmayı öğretti.” Aklını kullanarak ve aklının kılavuzluğunda yaşamak Aristotales için çok önemliydi.
Farabi; MS. 872-950. Farabi 8.yy. ve 13yy. arasında İslam'ın Altın Çağ’ında yaşamış ünlü filozof ve bilim adamı, aynı zamanda gökbilimci, mantıkçı ve müzisyendir. Aristotales'ten sonra ikinci usta olarak anılır. Farabi'nin “İkinci Üstad” kabul edilmesinin ana nedeni, İbn-i Haldun'a göre, onun mantık alanında yaptığı katkıdır.[2]
Farabi'nin diğer bir çalışma alanı Doğa Felsefesi, Metafizik ve Psikoloji olmuştur. Doğa anlayışı, dönemin Batlamyusçu dünya merkezli görüşüne uygundur. Farabi'nin geliştirdiği sudûr teorisi ise Neoplatoncu ve İsmailî kökenlere dayanır. Bu anlayış daha sonra İbn-i Sina tarafından geliştirildi.[3]
Farabi'nin bilgi felsefesinde suret -varlığın görünen yanı, beş duyu ile algılanan- cismin hem kendisinde hem de beynimizde vardır. Böylece cisimden çıkan ışınlar gözümüzle alınır, şeklin bilgisi ise akıldan gelir.
İbn-i Sina'nın; M.S 980-1037. Tıp ve Felsefe alanına ağırlık verdiği Orta Çağ Modern Biliminin kurucusu ve hekimlerin önderi olarak bilinir. İbn-i Sina, akıl konusunda, Platon/Eflatun; idealizmi ile Aristoteles'in deneyciliğini uzlaştırarak birleştirici bir akıl görüşü ortaya koymasıyla Aristotales ve Farabi'den farkını ortaya koyar.
İbn-i-Rüşd/Averroes; MS.1126-1198. Endülüslü-Arap felsefeci İbn-i Rüşd, Aristo'nun eserlerine yaptığı Arapça tercüme ve şerhleriyle ünlüdür. Avrupa orta çağda kendisine gösterdikleri saygıdan ötürü Dante ve Victor Hugo saygıyla anar. Victor Hugo Quasimodo ile Esmeralda'nın talihsiz öyküsünü anlattığı, Notre Dame'ın Kamburu adlı eserinde, bilimle hukukun kaynaklarına değinildiği bir bölümde, İbn Rüşd’e referans verir.[4]
İbn-i Haldun; MS.1332-1406. 19. yüzyılda geç anlaşılan Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedildi. Eserleri büyük takdir gördü. Öyle ki Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra onun için şöyle dedi: "Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi.”[5]
İbn-i Haldun, tarih, insanların ve kavimlerin hâl ve durumlarının nasıl değişmiş olduğunu, devlet sınırlarının nasıl genişlemiş, kuvvet ve kudretlerinin nasıl artmış bulunduğunu, ölüm ve yıkılma çağı gelinceye kadar yeryüzünü nasıl imar ettiklerini bize bildirir. Bu tarihin zahirî -açık anlaşılan- manasıdır. Tarihin içinde saklanan mâna ise incelemek, düşünmek, araştırmaktan ve varlığın -kâinatın- sebep ve illiyetlerini dikkatle anlamak ve hadiselerin vuku ve cereyanının sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir. İşte bundan dolayı tarih şereflidir ve hikmetin içine dalmıştır. Bundan ötürü tarih, hikmet = felsefe ilimlerinden sayılmaya layıktır.[6]
İsfahani; MS.954-1109. tarih boyunca ‘akıl-vahiy ilişkisi’nde çatışmacı düşünüşlerden tamamen uzak olarak uzlaşmacı bir tutum sergileyen İslâm düşünürlerinin tipik bir temsilcisidir.[7]
İfsahani, Gazzali'yi etkilemiştir. Önemli eseri ez-Zerî’a ilâ mekârimi’ ş-şerî’a’dır. Bu eserinde, özetle şu tespit ve değerlendirmede bulunur: İnsan için biri dâhilî/batınî diğeri de haricî/zahirî olmak üzere iki tür nebî söz konusudur. Dâhilî/batınî nebî, akıl olup onsuz, haricî/zahirî nebî işlevsiz ve yararsızdır. Zira dâhilî/batınî nebî yani akıl, haricî/zahirî nebînin getirdiklerini ve çağrısını değerlendirerek, onun doğru olup olmadığını tayin ve tespit eder.[8]
Gazzali; MS.1058-1111. “Taklit, başlangıçta birtakım telkinlere dayanmaktaydı. Bunların da hangilerinin hak ve batıl olduğu konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktaydı. Kendime şöyle dedim: Benim istediğim, her şeyin gerçek yüzünü öğrenmektir. Öyleyse önce bilginin gerçek yüzünün ne olduğunu öğrenmekle işe başlamam gerekir.”[9]
Yaşadığı dönemde hakikati bulmak isteyen insanların dört kısma ayrıldığını ve her birinin hakikati kendi yolunda aradığını gördü. Bunlar; felsefeciler, kelâmcılar, sufiler, batınîlerdi. Hepsinin görüşlerini inceleyerek; kelâm, felsefe ve batınîlik yolunu kitaplarında ayrıntılarıyla tenkit etti ve sufilerin yolu olan tasavvufa yönelerek hakikati bu yolda aradı. Gazali’nin de dediği gibi, akıl temel, vahiy bu temel üzerine inşa edilen bina mıydı?
Felsefeye karşı verdiği mücadele ile İslam dünyasında felsefî düşüncenin gelişmesini önlediği düşünülmekte. Yunan felsefesine karşı yazdığı reddiyeler sonucunda İbn-i Rüşd, İbn-i Tufeyl ve İbn-i Bacce gibi düşünürler, felsefeyi ona karşı savunmak ihtiyacı duydular. Gazzâlî, felsefe öğrenerek ve felsefî yöntemler kullanarak felsefecilerle tartışmış, sert eleştirilerini reddiyeler şeklinde yazarak Aristoteles, İbni Sina ve Farabi’nin üzerine yöneltmiştir.[10] Gazzâlî'nin felsefeye yönelik olumsuz tutumuna karşın, mantığın birçok yanını İslamî din bilimlerine sokmada önemli katkısı olmuştur.
Günümüzde bu tartışmalar bir şekilde devam etmekte. “Biri anlamadığı ve bilmediği bir dine inanmış ve onun taraftarlığını yapıyor. Öbürü de anlamadığı ve bilmediği bir dini reddetmiş. Aslında bunlar farklı değildir; aynıdır. Aynı oldukları nokta da anlamama ve bilmemedir.” Ali Şeriati'nin bu uyarısı, tartışmaya çalıştığımız konuda oldukça uyarıcıdır. Toptancı “red” ve “kabul”ler sonuç olarak analiz ve somutun kavranmasını olumsuz etkilemekte.
“Sahih -kaynağına; yani Allah'a ve peygambere ait olduğu kesin bulunan- vahiy ile apaçık ve kesin akıl hükümleri arasında çelişme olmaz. Eğer böyle bir görüntü varsa önce araştırma yapılır; nakil-vahiy ile gelen bilgi-sahih, aklın bilgi ve hükmü de açık ve kesin ise vahiy-âyet ve hadis-tevil edilir; yani yorumlanır, ilâhî maksadın ilk bakışta ve sözün sözlük manasından anlaşılan olmadığına, ortada mecazi, temsili bir anlatımın bulunduğuna hükmedilir.”[11]
“İnanç kaynağı haline getirildikten sonra, Kurân vahyinin işaretleriyle akletmek, ona ve onun ölçülerine bağlanmak, asıl haline gelir. Böylece eylemlerimize kılavuzluk yapan düşüncenin ölçüsü, Kurân nasslarıyla belirlenmeye başlar. Yaratılış amacımızın, Rabbimizin bize verdiği nimetleri elimizde tutabilmek ve onları gereğince değerlendirip hayat sınavını kazanmak olduğunu bütün Müslümanlar bilmektedir. Ve bu imkânı da, Kurân'ın muhkem hükümleri açık, anlaşılır ve tevile fırsat bırakmayacak bir tarzda bizlere göstermektedir.”[12]
Burada iki farklı değerlendirmenin odak noktası, Kuran nass'ların tevil edilemeyeceği veya belli koşularda tevil edileceğidir. Gerçi tevil ve tefsirin manası konusunda farklılıklar söz konusudur. Tefsir Peygamber ve ashabı tarafından yapılabilecek, tevil de İslam âlimlerinin yorumundan ibaret olacaktır. İkisi arasındaki fark, tefsirde kesinlik, tevilde ihtimaller olmasıdır. Bazı değerlendirmelere göre de Nass'lar “kesin hükümdür ve tevil edilemez”dir.
Muhkem; Kur'an’ın Âl-i İmrân Suresi'nin 7. âyetinde geçen bu kelime, açık ve kesin olarak hüküm veren âyetleri nitelendirmek için kullanılmıştır.
İslam’da Kur'an ayetlerinin görünür anlamlarının dışında, daha derinde gerçek anlamları bulunduğu inancı, ayetleri buna göre yorumlayan akımdır batınîlik. Bu düşünceyi benimseyen kişiye de “batınî” denir.
Batın; gizli olan, bir şeyin gerçeği, iç yüzü anlamına gelir. Naas; kat'ilik, kesinlik, açıklık. te'vile ihtimali olmayan söz veya delil.
Nass olan genelde dogma ile karıştırılır. Nass anlaşılmaya, birden fazla yoruma, tefsire ve tevile açıktır. İslam’da birden fazla mezhep ve binlerce tefsirin yazılmış olması ve halen yazılması ancak bu sayede mümkün olmaktadır.
Zahir; açık, belli olan. Batın; gizli olan, bir şeyin gerçeği, iç yüzü anlamına gelir. Nebi; haber alan anlamına gelir. Resul; Peygamber, elçi. Kitap gönderilen peygambere Resul, yeni din getirmeyip, önceki dine davet eden peygamberlere Nebi denir. Her resul, nebidir; fakat her nebi resul değildir.
Mutasavvıf; Rabbi için her türlü bağ ve her endişeden sıyrılıp Allah'tan başkasına tapınmayı ve O'nun emirlerinden başkasına uymayı terk edendir. İlk akla gelenler, her biri bir tarikat önderi olan Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlânâ Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş-ı Veli ve Hacı Bayram-ı Veli’dir.
Bağdadî açısından nebevî ve dinî bilgilerin aklî bilgilere “izafe olunması”nın biricik sebebidir. Bu yaklaşım biçimi, dinî bilgilerin meşruiyet zemininin de aklî bilgiler olduğunu açıkça gösterir. Aklın ortaya koyduğu bilgi, nebinin geçerliliğini onaylamadığı sürece sahih bir dinden ve dolayısıyla da o dine bağlı olarak elde edilen dinî bilgilerin doğruluğundan ve meşruiyetinden söz edilemeyecektir.[13]
Aklın ortaya koyduğu bilgiyi Nebi'nin geçerli olduğunu açıkça onaylamadığı sürece 'sahih' bir din ve meşruiyeti söz konusu olamaz. Nebi, haber getiren peygamber veya resul aklın ortaya koyduğu bilgiyi geçerli olduğunu onaylamadığı zaman o dine bağlı dinî bilgilerin doğruluğu ve meşruiyetinden söz edilemez. O zaman aklımıza eski dönemde nebilerin varlığı, toplumsal yaşamın yeniden organize olmasında yol gösterici olurken, günümüzde aklî bilgilerin doğruluğunu neye göre yapılmakta olduğu sorusu akla geliyor.
Dinî ilimler, dine tâbi olarak ortaya çıktıklarından dinin varlık tarzına ve muhtevasına bağlı olarak vücut bulurlar. Bu çerçevede Farabî, biri fıkıh diğeri de kelâm olmak üzere iki dinî ilimden söz eder. Anlaşılacağı üzere, fıkıh, din koyucunun belirlediği görüş ve fiilleri her hangi bir temellendirmeye başvurmaksızın müsellem ilkeler olarak alırken, kelâm, onları desteklemekte ve savunmaktadır. "Farabî’ye göre, kelâm dine hizmet ederken, aslında dolaylı olarak da felsefeye hizmet etmektedir. Zira Farabî açısından kelâm, dine tâbi olduğu gibi din de felsefeye tâbidir.”[14]
Konumuz "din" tartışması olmadığı için İslamcı-Müslüman, Nakilci-Kelâmcı düzlemdeki tartışmalara girmeyeceğiz.
-devam edecek-
Tevfik Özkorkmaz
27.09.2016
Dipnotlar
[1] Dünya Bilgelerinden Özlü Sözler, Müzeyyen Tüzün, 2012, s.120.
[2] Nasr, Seyyid Hüseyin, 2001, İslam Felsefesi Tarihi, Açılım Kitap.
[3] Nasr, Seyyid Hüseyin, a.g.e.
[4] Notre Damme'ın Kamburu, s. 193 (ing.). 9 Mart 2016 tarihinde kaynağından arşivlendi.
[5] Toynbee, Arnold J. (1934) (İngilizce). A Study of History: III The Growths of Civilizations, Oxford University Press.
[6] İbn Haldun, 1990, Mukaddime, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı. s. 4-5.
[7] “Dinî İlimlerin Meşruiyet Kaynağı Olarak Felsefe: Fârâbî ve Gazzâlî”, say.51, Akademide Felsefe Hikmet ve Din.
[8] Akademide Felsefe Hikmet ve Din, a.g.e.
[9] Muhammed Gazzâlî, El münkız mine'd Dalal, İran baskısı 1998.
[10] R.M. Frank, Al-Ghazali and the Ash'arite School, Duke University Press, Londra 1994.
[12] Gizli ilimlerin kütüphanesi, Akıl-Vahiy İlişkisi, Hamza Türkmen.
[13] Akademide Felsefe Hikmet ve Din, a.g.e.
[14] Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûfs.71. “Dini İlimlerin Meşruiyet Kaynağı Olarak Felsefe: Fârâbî ve Gazzâlî”, say.52, Akademide Felsefe Hikmet ve Din.

Küfr

Modernizm…
Ne çetrefilli fakat capcanlı bir kavram.
Söz gelimi 90'lı yılların mücahitleri ne vakit bir taşa takılsa ayakları, “Allah'ın belası modernizm, batı” deyip, hem çok korktuğu hem de bazen maslahat gereği yapışıp kaldığı bu kavrama söver durumdaydılar.
Ancak şimdi öyle mi; “Modern hayatın bir getirisi” deyip kılavuzunu kuğu diye yamamaya çalışıyor. Bakınız; İslâmî kesim.
Dramatik, trajik, romantik olmaktan kendimizi alamamışız, alamamışsınız, alamamışlar.
Bu üçlemenin gerektiğinden fazlası da bir modernizm varyasyonu olarak önümüzde durmakta.
Biz var ya biz, Batı'nın mazlumlarını bile kucaklamak için doğmuşuz. Hâl böyleyken ve içerimizde bu potansiyel var iken, ırkçılık, ümmetçilik yapmak Yaradan’ın bize bağışladığı merhamete küfr olur.
Bütün insanlığın saadet ve selameti bilumum toplumsal kuramlardan önce gelir.
Merve Özman

Mesuliyet

Ülkeyi terk etmek isteyenlerin veya “bir sihirli değnek olsa da bir sabah Türkiye’yi Avrupa’nın Baltık diyarına taşısak” diyenlerin galebe çaldığı bir dönemden geçiyoruz.
Bu dönemde sadece on beş yıllık devlette yaşıyormuş gibi yapıyoruz. Geçmişi unutuyoruz, onu anımsatanları hayal âleminde, komplolar dünyasında yaşamakla, ânı hissedememekle eleştiriyoruz. Geçmişe bağlanacak öfke, rehabilite edilmek isteniyor.
Metrobüs kazasını AKP’ye bağlamaya mecburuz. AKP’yi bize yakışmayan özelliklere sahip olan Erdoğan’a indirgemek zorundayız. AKP’den nefret edildikçe, herkesin bize yaklaşacağını, bizim ideolojimize, varlığımıza bağlanacağını zannediyoruz. Tersten, devlet ve cumhuriyet, AKP şahsında örgütleniyor. O, devletin ve cumhuriyetin kirini-pasını örtbas ediyor. AKP, devletin alt işlevi.
İslam yok olunca, sosyalizme alan açılacak zannı, ne büyük yanılgı. AKP’de yansıyan şeyin adı İslam değil, devletin kadîm geleneği. Zikir yapanlar, İslamcı değil, devlete ait bir ritüelin basit parçası. Cübbeli’nin bireyin hizmetine teksif ettiği şeyin İslam olması mümkün değil. Adalet, eşitlik ve hürriyet gibi kolektif ideallerin kavgasına dair gelenek, bu tip isimleri her daim düşman ve düşkün görmüş. Cemaat, tarikat diye görülenler, devletin örgütlenmesi.
CHP’liler, “elinizdeki imkânları bahşeden devlettir, o devlet Türk’tür, dolayısıyla o imkânlara Türkler layıktır. Herkes devletin malıdır. AKP, Arap bedevî kültürünün ürünüdür” demekle meşgul. Diğer sol ise, “elinizdeki imkânlar, burjuvazinin, ilerlemenin mahsulüdür. Herkes onun malıdır. Ancak ona layık olanlar, yaşama hakkına sahiptirler. AKP, insan-bireye düşman olan İslam’ın ürünüdür” tespitinin esiri. “Türk devleti” ile “insan-birey” arasında bir fark yok. Biri içeriye, diğeri dışarıya dönük kontrol ve disiplin aracı. Devlet iki tespite basarak ilerliyor.
Buradan tüm burjuvaziden ve sınıftan ari tutulan devlet, tüm memurlarda ve AKP binasında somutluk kazanıyor. Özgecan cinayeti sonrası feministler, bir otobüs şoförüne saldırıyorlar. Son metrobüs kazasının yolculardan birinin şoföre saldırması sonucu yaşandığı iddia ediliyor. Şirketler, sorumluluklarını kişisel gelişim kursları üzerinden “birey-çalışanlar”ına havale ediyorlar.
AKP koşullarında, devlet, birey bağlamında, birey özelinde örgütleniyor. Metrobüs kazası, Soma, Özgecan, Cizre vb. olaylar, bireyin mutlak bütünlüğü üzerinden istismar ediliyor. Metrobüs kazası haberi, ABD’de camekân içinde koruma altına alınmış şoförlere atıfla veriliyor. Şoförlerin terapi görmesinden bahsediliyor. Koruma altına alınmak istenen bireyin hassasiyetlerine oynanıyor. Bu oyunda en ileri teklifi sunan, kazanacağını sanıyor. Kazanan, hep egemenler oluyor.
Dolayısıyla devletin sicili, AKP üzerinden temize çekiliyor. Bağlarından kopartılmış, kendinden menkul bireyler, asli güce bağlanıyorlar. Sarıklı-cübbeli kişileri uzun süredir görmeyen gözler, bugün nefretle doluyor, devletin ajanları olarak onlara saldırıyor. Emek, toprak, müşterek canla kurulan bağlar kopartılıyor; bireyler, devletin iktisadına, coğrafyasına ve biyolojisine bağlanıyor. Bunun sonucunda içi boş “kadın partileri” kuruluyor. Burjuvazi ve devlet bu yolla örgütleniyor. AKP, bu bağlanma sürecinde bir dolayım olarak iş görüyor. Liberalizm, devlete bireyle ilgili sorumluluklarını; solculuk, burjuvaziye gene bireyle alakalı sorumluluklarını anımsatıp duruyor. Her iki pratik de AKP’ye işaret ediyor. İkisi de kendilerine sorulan soruları asla işitmiyor (Nejat’ın sorularını nasıl duysun!).
Türk’ün devleti veya burjuvanın batılı bireyi, AKP’ye basarak yükseliyor. Televizyonlar, artık “erkek terörü”nden bahsediyorlar. “Trafik terörü” tabiri, toprağın yollarla çizilmesinin, fethedilmesinin zeminini teşkil ediyor. Bir sosyalist partinin kadın liderinin ifadesiyle, “sosyalistler, kadınların AVM’lerde dolaşma hakkını savunuyorlar.” “Erkek terörü”, kentlerin AVM’lerle düğümlenmesi için gerekli zemini teşkil ediyor, tüketici kadına gerekli meşru zemini sunuyor. Devlet ve burjuvazi, gerçeğine yabancı olduğu kolektif olanı, çıkarına uygun hâle getiriyor. “Terör” tabiri, kolektif olan meseleyi dışsallaştırmanın bir yöntemi olarak dile getiriliyor. Kendi yaydığı dehşeti bireylerin gözünde gizliyor. Egemenler, kolektif dinamikleri nasıl maniple edeceklerine dair bilgiyi sürekli güncelliyorlar.
Kolektif, mesuliyeti gerekli kılıyor. Devlet ve burjuvazi, kolektife karşı mesuliyetini bireyler üzerinden iptal ediyor, geçersiz kılıyor. “Yerli ve millî” Tayyip Erdoğan, şiir okuyup hapse girdiğinde Uluslararası Af Örgütü’ne başvurduğunu, örgütün bu başvuruya cevap vermediğini söylüyor. Onun, bu mesuliyetten kaçmaya meyyal olduğu, bu başvurudan anlaşılıyor. Uluslararası Af Örgütü ise özel bireylerin, kolektif mesuliyetten kaçanların affedilmesi için gerekli kurum olarak işliyor.
“Devletin kendi partisi, milletin kendi partisi” olduğundan söz ediliyor. İsmet İnönü’nün Menderes taifesinin kurucu ilkelere bağlı olduğunu söylediğinden ve onlara yol verdiğinden bahsediliyor. Benzer bir süreç, Erdoğan’ın yolunun Deniz Baykal sayesinde açılmasında da işliyor. Kurucu irade, hiç mesuliyet almak istemiyor. Sorumluluklarını bu sefer sosyalist sola havale ediyor. Süreci geri planda idare etmeye çalışıyor. Sosyalist sol bir eliyle demokrasiye, diğer eliyle devlete işaret ediyor. Devrimin demokrasisinden ve iktidarından kimse bahsetmiyor. O da kaçtığı yer itibarıyla, sorumluluğu karşı tarafa atıyor.
Mesuliyet sual; sorumluluk soru sözcüğünden kök alıyor. Kentin efendisi burjuvazi ve toprağın sahibi devlet, varlığını asla sorgulatmıyor. Eskiden sorumluluğu kendine layık bireye bahşeden bu güçlerin yeni dönemdeki moda tabiri, “her şeyi devletten beklemeyin”. Bu tabir, burjuvaziye ait. Demek ki iktidar, kent ölçeğinde inşa edilecektir. Ya da belirli bir kentte odaklanmış iktidar, diğer kentlerde yeniden örgütlenecektir.
Bu amaçla Soma, bireyin tercihi adına kurban edilmiştir. Kadın denilen yeni yüce birey adına, Özgecan yeniden katledilmiştir. Cizre, onların ülkesi adına yıkılmıştır. Devlet ve burjuvazi, tüm bu olayların sorumluluğunu belirli şahıslara yükleyecektir.
“Sömürü!” diye bağırarak devletin; “zulüm” diyerek burjuvazinin sorumsuzluğuna kaçılmaktadır. “Marx’a dönüş” meselesi, Marx devrimsiz olduğu için yapılmış bir hamledir ve devrimin sorumluluğundan kaçmakla ilgilidir. Kaçanlar, hiçbir soruya cevap vermezler. Sorumsuzluğa sığınıldığında, doğalında sığınağın da korunması gerekir. Devletin ya da burjuvazinin mevcut mevzileri, otomatikman koruma altına alınır.
AVM’den memnun olanın, Suriye’de askerin konuşlanmasına laf etmeye hakkı yoktur. Sorumsuz bir özne olarak tasavvur edilen kadını yüceltenin, erkeğe “mırıldanmakla yetin” emrini veren başbakana itiraz etmesi mümkün değildir. Soru ve sorgu, örgüyle, bağlarla, bağlama ait olmakla alakalıdır. Ülkeyi terk etmek, sorusuz, sorunsuz, sorgusuz olma istemidir. AKP, sorumsuz, sorgulamayan, soru sormayan bir sol inşa etmektedir.
Bu sol, Beyoğlu’ndaki dönüşümü, içki masasındaki rahatsızlık derekesinde ele alabilmektedir. Demek ki işret âlemine dokunmasa, oradaki sermaye-mafya-devlet ilişkisinde bir sorun yoktur. Misal Ahmet Saymadi meseleyi böyle ele almaktadır. Ona göre AKP solun içtiği yerlere saldırmaktadır. Bilindiği üzere, Saymadi’nin buna bulduğu çözüm, sokak çocuklarının kaldığı metruk binaları gasp etmek, o çocukları dayaktan geçirmek, “hırsız” diyerek kriminalize etmektir. Saymadi’nin Beyoğlu Belediyesi’nden ne farkı vardır? Ayrıca AKP döneminde açılan içkili mekân sayıları nedir? Okul ve camiye yakın olmama şartını kaldıran kimdir? Kentin efendisinin sorumluluğunu gizleyen Saymadi’nin, sınıfı adına, o sınıfın Beyoğlu ve başka yerlerdeki yağmasını AKP ile örtbas etmeye çalıştığı açıktır. Bilmelidir ki o sokak çocukları yüzlerine inen o tokadı hiç unutmayacaktır.
Oysa devletin ve burjuvazinin varlığını sorgulamak, sol değil midir? Bu sorgu için denk bir kudretin ve aklın-vicdanın örülmesi gerekir. Sorumsuzluk, bu örgüyü imkânsızlaştırmaktadır. Sendika üyeleri, sendika konfederasyonlarının eylem kararları ile alay etmektedir. Onların bu tarz eylemler içerisine girmeyeceğini görmektedirler. Dipte sömürüye ve zulme dair, öfkeli bir çığlık birikmektedir. Teoriyi ideolojiye; ideolojiyi politikaya bağlayacak araçlar, bu çığlıkla şekil almak zorundadır.
Yusuf Karagöz

Hipermetrop

Müslüman dindar bir kadındır Cihan Aktaş. Denk geldikçe de okurum yazılarını. Bir tweet atmış. Der ki: “Günde en az 40 kez ‘Allah'ım bizi doğru yola ilet’ diye yakaran insanın ‘doğru yol kesinlikle benim gittiğim’ demesi nasıl mümkün olabilir?”
Böyle düşünen İslamî muhafazakâr, entelektüel insanlar da var bu camiada. Bu topraklarda böyle bir İslamî gelenek de var. Şeyh Bedrettin, Alevî değil, Sünnî İslam yorumundan gelmektedir mesela. Özellikle belirttim. Bedrettin'in fıkıh çalışmaları kimilerine göre hâlâ en iyi fıkıh çalışmalarıdır.
Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, bu topraklarda başka bir İslam'ın peşinden giden isyancı dinî liderler. İlki Sünnî dinî lider, ikincisi Alevî bir siyasi lider, üçüncüsü ilk adı Manisalı Samuel olan, Yahudilikten İslamiyet’e ihtida etmiş bir derviş. Muhteşem bir uyum.
Bu adamlar hakkında sempozyum düzenleyen sol camia, akşam içki masasında dine küfür edecek kadar kafa karışıklığına sahip. Latin Amerika'daki kurtuluş teolojisi üzerine kitaplar yayınlar bir sol yayınevi mesela. Sonra aynı yayınevi ile bağlantılı gazetenin yazı işleri müdürü “dini ne anlayacağız kardeşim, bizi yakanlardır bunlar” mealinde bir tweet atar.
Latin Amerika'da Hristiyanlığın farklı bir yorumuna methiyeler yaz, sonra da burada dindarlara “gerici, yobaz” her türlü yaftayı yapıştır. Kalıtsallaşmış hipermetrop sorunumuz var.
Doğrudur, böyle bir İslam da var memlekette. Siyasal İslam tam da buna karşılık geliyor belki de. Derdim, bunları aklamak değil, iktidar da böyle bir İslam anlayışından besleniyor.
“Emevî İslam’ı” ve “devlet İslam’ı” böyle bir tanımlama mesela. Onlarla zaten bir mesafe koymak gerektiğini düşünüyorum.
Fakat Anadolu İslamı'nda başka bir damar da var. Bu damarı yakalamak lazım. Evet yüzlerce yıldır devletin İslam anlayışına göre zehirlenen beyinler var. Belki onlarla uğraşamayız. Gerek de yok zaten. Fakat artık solun kendine bir bakması gerekiyor. Siyasal İslam denen terane iktidarın çirkinliğini olabildiğince içinde barındıran düşünce yaktı, yıktı, kesti de sol hiç mi yapmadı?
En ufak bir lider eleştirisini dahi örgüt içi infazlarla halleden, “bavul cinayetleri” ismi ile cinayet tarihine yeni sıfatlar kazandıran, yıllarca beraber mücadele ettiği dostları tasfiye edildiğinde haysiyet cellatlığı yapan ya da mesela Stalin'i baş tacı eden bir sol da var bu memlekette.
Reel Sosyalizm deneyiminden sonra “gerçek sosyalizm bu değil” deme kolaycılığını gösteren sol, “gerçek İslam bu değil” diyenlere neden alaycı bakar?
Bir düşüncenin modern zamanlarda ortaya çıkması, ona inananları gerici olmaktan kurtaramaz. Memleket Marksistlerinin büyük bir kısmı bu anlamda gericidir.
Yani demem o ki temas etmek lazım Müslüman birey ile. Yoksa bu karanlıkta, bu zulüm ikliminde hep birlikte boğulacağız.
Tekin Yasin Çelikkaya

25 Eylül 2016 Pazar

Anadolu İrfanı Sanrısı

“Burada güvenlikçi arkadaşlarımızı üstümüze salıyorlar. Size bir sır vereceğim. Altlarını tutamıyorlar, hepsi ishal. Amirleri burada kameraya alıyor. Baskı yapıyor: ay sakın Cemal ile konuşmayın. Selam vermeyin. Ben de soruyorum. Hani sizin Müslümanlığınız? Bak kameraya konuşuyorum. Müslüman mısınız? Soruyorum. Müslüman adam Müslümana selam verir. İşçi de işçiye selam verir. Ama bunlar hep yalan dolan. Koltuğa oturan, mevki makama oturan ne din ne iman ne Allah’ı tanıyor, ne emeği ne alın terini tanıyor. Al burada yüzüne söylüyorum. Biz sizin gibi arkadan konuşmuyoruz.”[1]
Söz nasıl tüketilir? Bir zamanlar insanların hayatlarına değen, onları örgütleyen, toplumsallaştıran söz nasıl yitirilir? Adaleti, dayanışmayı, mazlumun derdini dilinden düşürmeyenler; Anadolu irfanını bugün hâlâ yere göğe sığdıramayanlar; resmî ideolojinin tarihyazımını beğenmezken, yerine tüm kültürel, zihinsel maziyi millî ve dinî duygularla çoraklaştıranlar, aslında hiç inanmadıkları ve anlamaya çalışmadıkları bir şeyi ucuzca satıyor olmasınlar?
Her fırsatta geçmişinden övgüyle söz eden, kendi mağduriyet ve kahramanlık hikâyelerini Malazgirt kapılarını açan Türklerle, Haçova ruhuyla, Kurtuluş Savaşı’yla irtibatlandıran muhafazakâr cenah, kültürel ve zihinsel sermayeyi tüketip yerine kıymetli bir söz bırakamadığından, bir zamanlar var olmuş bir ruh üzerinden devasa sanrılar evreni oluşturuyor. Asla hakkı verilerek anlam dünyasına çekilmeyen bu kültürel birikim, bağlamından koparılarak parçalı ve kullanılabilir bir hâle getiriliyor. “Dinî hassasiyetinin, merhametinin, iyilik ve dayanışma duygularının istismar edildiği”[2] iddia edilen Türk milletinin bu irfanları kimlere, ne tür bir toplumsallığa borçlu olduğu hiç konuşulmuyor. Ve sanki buna zemin hazırlayan bir mutabakat alanı hâlâ varmış gibi davranıldığından, bu irfanların da gerçekliğini koruduğu söyleniyor.
Misafirperverlik ve cömertlik nasıl bir toplumsal dayanışmanın içinden çıkmıştı mesela? Karşılıklı yükümlülük nasıl örgütlenmişti? Gökten zembille inmemişti ya… Her birinin bir anayurdu ve tarihi vardı. Geldikleri yerde ne gibi bir ihtiyaca binaen zuhur ettikleri, nasıl bir atmosferde insanların yaşamlarını kolaylaştırdıkları önemli meselelerdi. Bugün ne hikmetse, bu irfanların millî mutabakat içerisinde yaşadığına inanılıyor. İçeriğinde hamd, şükür ve kanaat olduğu söylenerek ahilik kurumuna övgüler diziliyor.[3] Hâlbuki bu irfanların tezahür edebilmesi için oluşturulması gereken, hamdı ve şükrü mümkün kılan iktisadî ilişkilerden kimse bahsetmiyor. Esnafa, işçiye özverili ve cömert olması öğütlenirken, buna zemin hazırlayan devlet yapılanması hep es geçiliyor. Yine de aynı toplumsallığın oluşması, verilen nimete nankörlük edilmemesi, sisteme dokunulmaması bekleniyor.
Şükür ki toplumsal dayanışmayı tektanrılı dinler öncesine kadar geriye götürebiliyor, bunun bambaşka bir serüveni olduğunu biliyoruz. İnsanların bir zamanlar alma-verme işinde ne kadar hassas olduklarını, eğer ortada iyiye giden bir şeyler varsa bunun bugünkü anlamda iktisadî bir boyutunun olduğunu ve bu boyutun yadsınamayacak kadar önem arz ettiğini anlayabiliyoruz. Bunun için çok basit bir alışkanlığı hatırlatmakta fayda var. Anadolu’da bir yere misafirliğe gittiğinizde ikramda bulunmak, misafiri en iyi şekilde ağırlamak, yani veren el konumunda olmak her zaman için daha iyidir. Misafirin -alan el- ise ikramı mutlaka kabul etmesi gerekir ki ayıplanmasın. Ancak aynı zamanda da ev sahibine borçlanmıştır. Çünkü ev sahibini misafir etme sırası ona gelmiştir. Yüzyıllardır açık edilmeyen gizli bir anlaşma var gibidir arada. Ancak bu bir zamanlar bireyler arasında değil de tamamen kolektif bir şekilde gerçekleştirilerek hayatın her alanını örgütleyen bir değiş-tokuş düzeninin parçasıdır.
Anadolu ve Osmanlı’nın bugünlerde otantik birer doku hâline getirilen bu irfanları birer iyi niyet ve hoşgörü ifadesine indirgememek lazım. Polinezya’dan Kuzey-Batı Amerika’ya, Yeni Zelanda’dan Anadolu’ya uzanan geniş bir alanda bir yaşam biçimi olarak inşa edilen bu ortak yaşam kültürüne literatürde potlaçdeniyor. Anadolu ve Osmanlı tarihini potlaçüzerinden değerlendiren Oğuz Adanır’a göre, Anadolu’da egemen olan kargaşa karşısında insanları dil, din, ırk ayrımı yapmaksızın gerek Orta Asya’dan göç eden Türkleri gerekse Anadolu’da yaşayan Bizanslı insanları bir arada durmaya iten sebep temelde bu zihniyeti/kültürü paylaşmalarına dayanıyor.
Bu değiş-tokuş sürecinde her şeyin simgesel bir değere sahip olduğunu; değiş-tokuş edilen şeylerin sadece mal, mülk olmadığını aynı zamanda karşılıklı nezaket gösterilerinin, şölenler ve ayinlerin söz konusu olduğunu görüyoruz. Bu kültür Anadolu’da İslamiyet’in kabulünden sonra da devam etmiş; misafir ağırlamaktan, devletle tebaa arasındaki ilişkiye kadar uzanan sosyal dayanışma, yardımlaşma, eğlenme gibi çok yönlü bir toplumsallık inşa edebilmişti. İslamiyet gelmeden önce dahi insanların kadim bir barış ya da ütopik bir iyilikler dünyasında yaşamalarını değil, oldukça somut ihtiyaçları için ortak bir kültür oluşturmalarını sağlayan şey, alma-verme meseleleri konusunda çok titiz davranmalarıydı. Toplumsal, kültürel ve politik olanın ekonomik olanı belirlediği ortak yaşam kültüründe günümüz çağdaş toplumlarının aksine kazanma, paylaşma, tüketme ve inanmanın nerede başlayıp nerede bittiği belirsiz değildi.[4]
İki kabile arasındaki konsensüsten, ahilik ve esnaf birliklerine, dergâh ve tarikat geleneğine kadar tesir eden; servetin ekonomik yollarla değil toplumsal ve siyasal yollarla biriktiği ve biriken bu ‘artı’nın yok edildiği karşılıklı yükümlülük düzeninde nesnelerin ekonomik değerlerini yitirmeleri de son derece doğaldır. Ancak Adanır’a göre, bu kardeşlik ve soy birliği düzeninin bozulması sonucu bu değiş-tokuş eylemi Türkiye bağlamında ‘adamını bul, işini gördür’ eylemine dönüşmüştür. Yükümlülük düzeninde herkes herkesin yardımına koşmakla yükümlüyken, bunun ortadan kalktığı demokratik gibi sunulmaya çalışılan bir düzende yalnızca yanınızdakilerle, yapılanın karşılığını verebileceklere yardımcı olun kuralı işletilmektedir. Günümüz Türkiye’sinde egemen olan anlayış simgesel düzenin bu tersine döndürülmüş hâlidir. Kendinden olanın yardımına koşmak, sana benzeyeni yanına almak ideolojik siyasetin ayrılmaz bir parçasına dönüşmüş, Anadolu irfanı ortak yaşam kültürünün içi boşaltılmış, dejenere olmuş hâliyle reel siyasette karşılık bulabilmiştir. Aksi takdirde gerçek bir ortak yaşam kültürü söz konusu olsaydı, bunu ekonomik ilişkilerden bağımsız olarak düşünemezdik.
Neo-liberal politikaların konut hakkımıza ve çalışma hayatımıza doğrudan müdahalesi söz konusuyken, komşunun hakkını gözetme, mahremiyet, tevazu gibi ortak yaşam kültürünün dinamikleri ortadan kalkıyor. Tüketim toplumunu en çok teşvik eden, dostu dosta kırdıran, dedikoduyu yayan, adam kayırmayı sıradanlaştıran çalışma hayatı karşısında birliği ve beraberliği teşvik ettiği iddia edilen millî ve dinî duygular maalesef kuru retorikle birlikte düşünüldüğünde boşa düşüyor. Bu bir yanılsama evresidir. Artık ekonomik olanın toplumsal ve politik olanı belirlediği tipik bir tüketim toplumunda ideolojik siyaset sınırına ulaşmıştır. Kardeşlik, ümmet, akrabalık ilişkisi; simgesel düzenden miras kalan aile ilişkilerindeki incelikler, düğün-cenaze-bayram ritüelleri yaşamın farklı alanlarında bir dayanışma kültürü inşa etmeye duyarsız haldedir. Kültürel olanın gerçek bağlamından koparılıp hızlıca ideolojik yük hâline getirilişi çağdaş Türkiye’nin yanılsama evresinden çıkmasını zorlaştırmaktadır. Bir kısım insanımız, çokluk ve kalabalıkla övünen, gücü elinde tutmayı vazife edinen bir siyasî projeye mahkûm olurken, diğer bir kesim bu hegemonik yanılsamanın kuşatıcılığı karşısında, ideal bir düzen ve devrim hayali kurmaktan öteye geçememektedir.
Cemal Bilgin’in 15 yıldır taşeron işçi olarak çalıştığı İstanbul Tıp Fakültesi’nden çıkarılması da büyük oranda böyle bir ortamın neticesi. Cemal abi, memlekette hiç de böylesi bir irfan ağının olmadığını onlarca kez deneyimlemek zorunda kalıyor. En basitinden, hastanedeki zehirlenme furyasını ifşa ettiği, bir anlamda ülkedeki aksayan gidişatı ortaya çıkardığı için cezalandırılabiliyor. Cenazesine, düğününe katıldığı özel güvenlikçilerin Cemal Abi’nin işe iadesi için hastane önünde toplanan kalabalığa coplu müdahalesi de herhalde bu pek övünerek anlatılan irfanın nasıl örgütlenemediğini bize göstermek için yeterlidir. “Gidilmezse ayıp olur” düşüncesiyle icabet edilen davetin karşılığı bu olmasa gerekir.
Cemal Abi’nin işten çıkarılmasına bu nedenle itiraz ediyoruz. Onun işten çıkarılmasının arkasında yatan, her yanımızı kuşatan bu adaletsizlik, sistemsel ve zihinsel bir krizin neticesidir. Çünkü gerçek ve somut olan, emeğini değiş tokuş ederken, değiş tokuş ettiği şeyin yalnızca bir metadan, mesai saatinden ibaret olmadığını, çalışırken kendisinden, hayatından bir şeyler sunduğunu bizlere hatırlatan Cemal Abi’nin mücadelesidir. Eğer gerçekten dayanışmak istiyorsak, bu, ancak ortak yaşam kültüründen bize miras kalan dinamikleri evlerden, miting alanlarından, gündelik ritüellerden çıkararak, Türkiye’de her yıl üretilen artı-değerin hakça ve eşitçe bölüştürülmesi için işyerlerinde mücadele etmeye kadar uzanan bir gerçeklikten, sahicilikten devşirilecektir. Amacımız, geçmişe duyulan bir özlem ya da son derece yanlış bir ifadeyle arkaik/ilkel olana dönüş merakı gibi bir heves değil, bu topraklarda bizden önce de birilerinin yaşadığını ve bizden sonra da birilerinin yaşayacağını hatırlamak ve bize dayatılanın ötesinde başka bir ilişkisellik ve dayanışmanın mümkün olduğu gerçeğini her daim canlı tutmaktır. Bu olasılığı gözetmeden, yaşadığınız dönemin gerçekliğini yakalama imkânını önünüze çıkan her fırsatta teperseniz, bir tür yinelemeler evreninde debelenir, gerçek bir anlığına ayyuka çıktığında yanıldığınız, kandırıldığınız için özür dilemekle yetinirsiniz.
Bilge Tekin
Dipnotlar
[1] Cemal Bilgin’in işten çıkarılması üzerine hastane önünde toplanan kalabalığa yaptığı konuşmadan bir pasaj: “Cemal Bilgin’le Dayanışma Eylemi
[2] “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ahilik Kutlamalarına Katıldı, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı sayfası.
[3] Eski Dünyaya Yeni Bir Bakış, Oğuz Adanır, (Doğu Batı Yayınları, 2015).