4 Haziran 2015 Perşembe

19 Mayıs

Amerikan İç Savaşı’nda ölenlerin anıldığı Anma Günü'ne karşı Ho Chi Minh, Malcolm X ve Yuri Koçiyama’yı tanımak, onların kolektif kurtuluş mücadelesinde ortaya koydukları şahsî hayatları arasındaki bağları anlamak gerek. Bu, bizi savaşçı bir ruhu diriltmeye ve onların uğruna dövüştükleri ilkeleri uygulamaya mecbur edecektir. Anma Günü’nün karşısına, bu üç insanın ortak doğum tarihi olan 19 Mayıs çıkartılmalıdır.
Amerika’da tanık olduğumuz, Siyahların Hayatı Önemlidir başlıklı kitlesel seferberlik, ülkenin sokaklarında polisin Siyahlara karşı yürüttüğü savaşa meydan okumak için gerekli zemini teşkil etmiştir. Ancak bu yeni isyan sonrasında bile ABD emperyalizmi cezalardan muaf tutulan uşakları ve ordusu ile verdiği savaşı hâlâ sürdürmektedir. Irak, Afganistan, Libya, Suriye ve Ukrayna’da milyonlarca insanın hayatı Washington’ın emperyalist imtiyazlarının emrine verilmiş silâhlar yüzünden mahvolmaktadır. Burada elbette ABD yardımı ve askerî desteği ile zorba bir dizi işgal savaşı yürütmekte olan Suudi Arabistan ve İsrail’den bahsetmeye bile gerek yoktur. Suudilerin Yemen’e karşı başlattığı savaş binlerce insanı katletmiş, İsrail’in Filistin’e yönelik savaşı ise 66. yılına girerek insanların acımasız biçimde yerinden yurdundan edilmesi ve Filistinlilerin topraklarının gasp edilmesi ile bilfiil sürmektedir.
Bugün Yemen’deki Husilerin, Filistin’de Filistinlilerin hayatlarını değersizleştiren, Anma Günü’nde karşımıza çıkan ABD askerlerinin hayatlarına imtiyaz sunan aynı emperyalist sistemdir. Tuhaf olan şu ki, savaşın hâkim sınıfa mensup mimarları ile İmparatorluk için savaşan askerler arasındaki yegâne birlik noktası, ırkçılıktır. ABD savaşlarında savaşanlar İmparatorluk’a esasında yoğun vatan hasreti, zihinsel travma ve sefalet yüklü bir hayat karşılığında hizmet etmektedirler. Zira savaşların tüm ganimeti asalak kapitalist sınıfın eline geçmektedir. Dolayısıyla toprağa düşmüş askerlerimizin hatırasını canlı tutmak için mevcut fikirler mücadelesinde yoğun bir çaba ortaya koymak gerekir. Askerlerin sömürülen-mazlum halka mensup olup olmadıklarına, hayatlarını özgürlük için feda edip etmediklerine bakılmalıdır. Bu anlamda Yuri Koçiyama, Ho Chi Minh ve Malcolm X bu türden askerlerdir. Onların bedenleri aramızdan ayrılmış olabilir ama fikirleri yaşamayı sürdürmek zorundadır.
Danny Haiphong

3 Haziran 2015 Çarşamba

Metal Direnişi ve Grev Stratejileri

Metal direnişi sınıf mücadelesinde yeni bir döneme girişi simgeliyor. Metal patlaması tesadüfî bir gelişme değil, uzun bir birikim sürecinin ve olağanüstü bir enerji sıkışmasının dışavurumu oldu. Sarsıcı ve etkileyici sonuçlar yarattı. Önümüzdeki dönemin yönelimleri hakkında birikimler sundu. Direniş dalgası, daha şimdiden tarihsel bir pratik olarak sınıflar mücadelesinde yerini aldı.
Yeni Dönem, Yeni Moment
Kapitalizmin yapısal krizi küresel düzeyde sınıfsal antagonizmayı şiddetlendirdi. Çok vektörlü bir sürecin kapıları aralandı.
Bir tarihsel momentin içindeyiz. 2008 sonrası, küresel boyutta büyük sınıf ve kitle hareketleri, ayaklanmalar, isyanlar ve savaşlar yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.
Bir yanda katastrof riski artıyor, diğer yanda umut ayaklanıyor. Büyük toplumsal salınımlar yaşanıyor.
Sınıflar mücadelesinin zengin diyalektiğiyle karşı karşıyayız. Sınıfsal antagonizmanın yoğunlaşması ve derinleşmesi sürecin tüm dinamiklerini belirliyor.
Sınıfın otonomisi, sürece damgasını vuran bir başka faktör olarak dikkat çekiyor. Yani diyalektik işliyor.
Ontolojik Karşı Duruşlar ve Direniş Biçimleri
Aynı süreçte Türkiye'de büyük alt üst oluşlar yaşandı. Sınıfsal kutuplaşma şiddetlendi. Finans kapitalin sınıfa stratejik saldırıları yoğunlaştı. Sermaye birikimi ve emek gücünün yoğun sömürüsünü realize etmek için gerçekleştirilen saldırılarla, sınıf enkazlaştırılmak ve köleleştirilmek istendi.
Bu saldırılara karşı işçi sınıfı ontolojik bir karşı duruş sergiledi. Farklı direniş ve eylem biçimleriyle barikatlar oluşturdu. Militan bir savunma hattı yaratmaya çalıştı.
2008 sonrası, krizin yansımalarıyla işçi sınıfı üç düzeyde eylemler gerçekleştirdi.
Birincisi; Türkiye işçi sınıfı tarihinde çok rastlanmayan bireysel eylemlerdi. Bireysel direnişleriyle işçi sınıfının mücadele ruhunu kendilerinde cisimleştiren direnişçi işçiler, model kimlikler olarak iz bıraktı ve bir direniş geleneği oluşturdu. Muhteşem direnişleriyle onurun ve mücadelenin simge isimleri oldular.
İkincisi; bir işçi cehennemine dönüşen işyerlerinde ve organize sanayi bölgelerinde gerçekleşen lokal eylemlerdi. İşçi sınıfı, işten atılmalara, tenkisatlara, işyeri kapatmalarına, sendikal örgütlenmeleri engellemek için başlatılan saldırılara karşı yaygın lokal direnişler gerçekleştirdi.
Bu eylemler içinde en çok dikkat çeken ve 2010'dan sonra yaygınlaşan fabrika işgal eylemleri oldu. Fabrika işgal eylemleri sınıfın yıkıcı gücünü gösteren, sarsıcı eylemler olarak önem taşıdı. Daha naif içerikte Sinter işgal eylemiyle başlayan bu pratikler, uzun soluklu Fen-İş ve etkili ve sarsıcı Greif işgaliyle taçlandı. Kazova özyönetim pratiği sürecin en dikkat çeken eylemlerinden biriydi. Aynı dönemde sınıf dinamikleri içindeki en önemli gelişme, hemen hemen her direnişte kurulan taban örgütlenmeleri oldu. 1989 Bahar Eylemleri'den sonra taban örgütlenmeleri ilk defa bu derece yaygınlaştı. Bugün Metal işçileri, bu birikimlerden ve kendi öznel deneyimlerden hareket ederek direnişlerini taban örgütlenmeleri üzerinden ördü.
Diğer dikkat çeken başka bir gelişme ise 2010 yılından sonra direnişlerin her birinden etkili ve karizmatik yönleri olan, doğal işçi önderlerinin çıkması oldu. Her direniş doğal işçi önderleri ve komiteler tarafından yürütüldü. İşçi önderleri, sınıfın kolektif iradesini yansıttı. Komiteler ve doğal işçi önderleri, direnişleri sürükleyen ve yönlendiren işlev gördü. Metal direnişi de kendi doğal işçi önderlerini yarattı.
Üçüncü eylem tipi öfke patlamalarıydı. Bursa Bosch pratiği (2012), taşıdığı potansiyelle metal sektörünü mobilize edebileceğini ve bir kent grevi olasılığını gösterdi. Ardından 11 bin işçiyi kapsayan, Gaziantep tekstil işçilerin fiili grevleri geldi. Bu direnişte kenti tutuşturabilirdi.
Ama olmadı. Bu iki hareket, sınıfın büyük öfke patlamaları olarak iz bıraktı.
Bu iki eylem dalgası, metal işçilerin açtığı yeni yüksek konjonktürün ön verileriyle yüklüydü.[*]
1968 İtalya, Grev Stratejileri
Sınıf mücadelesinde her eylem, M. Löwy'nin ifadesiyle, en yerel karakterde olsa da enternasyonal bir mahiyet taşır. Bu nitelik sınıfın ontolojisiyle ilişkilidir ve sınıfın enternasyonal karakterinden bağımsız ele alınamaz. Kapitalist toplumda proletarya iki temel sınıftan birini oluşturur.
Sınıf kolektif bir hafızaya sahiptir. Deneyimlerini biriktirir, nesilden nesle aktarır. Kapitalizmin küresel bir sistem olması ve uluslararası bir işbölümüne dayanması, deneyimleri ortak hafızanın parçası yapar ve enternasyonalizmin parçası haline getirir.
1968 küresel ayağa kalkışı, İtalya ve Fransa'da yaygın ve sarsıcı işçi eylemlerine sahne oldu. Bu iki ülkede işçi konseyleri kuruldu. Ön devrimci durum yaşandı. Fransa'da tarihin en büyük genel grev dalgaları (Mayıs 1968) görüldü.
İtalya işçi grevleriyle sarsıldı. Sistem içi yapıya dönüşmüş, burjuva demokrasisinin aparatları haline gelmiş FKP ve İKP (daha sonra bu iki parti ve İspanya Komünist Partisi, Avro-Komünizm'in kurucuları olacaktır) bu devrimci dalgadan ürktü. İşçi eylemlerini “goşizm” olarak değerlendirdi. Bitirilmesi yönünde aktif rol oynadı. J. P. Sartre'ın o dönemde FKP'ye yönelttiği ağır eleştiriler son derece önemlidir ve bir anlamda FKP özelinde İKP'yi de anlatmaktadır.
Fordizmin krizinin açığa çıktığı bu konjonktürde İtalyan işçi sınıfı, sanayi işçileri merkezli muhteşem pratikler gerçekleştirdi. İşçi sınıfı finans kapitale karşı yeni grev stratejileri geliştirdi. Bu eylemler sınıfın stratejik hamle yeteneğini ve taktik zenginliğini gösterdi.
Satranç Grevi ve Zincirleme Grevler
İtalyan işçi sınıfı, 1968'de metal sektöründe, ağırlıkta otomotiv fabrikalarında iki grev yöntemi geliştirdi.
Birincisi, Satranç Grevi'ydi. Sektörün stratejik, ana fabrikaları bu grev yönteminin ortaya çıktığı yerler oldu.
Ana fabrikanın hemen hemen tüm ihtiyacı hem işçi maliyeti, hem de hızla üretilmesi açısından bir merkezi olmayan, dağınık, atölye tipindeki yan ya da alt sanayide üretiliyordu. İhtiyaç duyulan parçalar ayrı ayrı atölyelerde üretilmekteydi. Bu atölyeler, organize sanayi bölgeleri diyebileceğimiz alanlarda yer almaktaydı ve ana fabrikayla yüksek oranda entegreydiler.
Satranç grevi, yan sanayide örgütlenmelerin (dağınıklığı ve koordinasyon güçlüğü gibi nedenlerden dolayı) zorluğunu görerek, bütün ağırlığın stratejik fabrikaya ya da Şah'a verilmesini içeriyordu. "Şahın yıkılmasıyla", "oyun" sınıf tarafından bitiriliyordu. Çünkü tek hamleyle şah, şah-mat oluyordu. Bu grev tarzı yani şahın yıkılması, yan sanayiyi felç ediyordu. Ağır koşullarda çalışan yan sanayi işçisi böylece hızla harekete geçebiliyordu. Ana fabrikadan çevreyi kuşatma stratejisi, 1968 yılında son derece etkili sonuçlar verdi.
İkinci strateji ise çevreden ana fabrikayı kuşatmaydı. Bu grev tarzına da “Zincirleme Grev” adı veriliyordu. Ana fabrikalarda işçi aristokrasisinin varlığı, bürokratik sendikalarının nüfuzu bazı fabrikalarda örgütlenme ve hareket zorluğu yaratmaktaydı. Bu nokta da izlenen taktik, örgütlenmesi ne kadar zor olursa olsun yan sanayideki atölyelerde yoğunlaşmayı içeriyordu. Yan sanayideki atölyelerin uzun bir biriktirme döneminden sonra tek tek örgütlenmesi ve zincirleme tepki vermesi hedefleniyordu. Bu Zincirleme Grev tarzıyla, yan sanayideki üretime yaşamsal bağlılığı olan ana fabrikanın kuşatılması amaçlanıyordu. Yani diğer "işlevli taşlar" devreye sokularak (satrançta her taş işlevlidir ve bazen yıkıcı -oyunu bitirici- etkiye sahiptir), Şah'ın mat edilmesi amaçlanıyor ve zincirleme grevlerle Şah-mat çekiliyordu.
Sınıfın üstün manevra kabiliyetini gösteren, taktik yeteneğini ve stratejik hamle gücünü açığa çıkaran bu grevler bugün Metal işçilerine yol gösteriyor.
Kent ve Havza Grevleri
Metal işçileri büyük öfke patlamasıyla ayağa kalktılar. Renault'nun "alevlenmesi" bütün kenti, Bursa'yı tutuşturdu. Hatta öfke dalgası Türkiye proletaryasının en önemli bölgesine, Marmara'ya ve çevresine yayıldı. Ankara, Sakarya, Gebze-Kocaeli, Bolu, Eskişehir öfke denizine dönüştü.
Stratejik fabrikalar senkronize bir şekilde harekete geçtiler. Fiili grev dalgası havzaları mobilize etti. Bir anlamda dar boyutta kent grevi ve havza grevi yaşandı.
Metal direnişi ve fiili grev dalgası, kent ve havza grevlerinin artık bir olasılık olmaktan çıktığını ve realize olabileceğini ortaya koydu.
Metal direnişinin ve öfke dalgasının sektörün stratejik fabrikalarına yayılması, havzada etkisini göstermesi ve farklı sektörleri eylem anaforu içine çekmesi, sınıf mücadelesinde son derece önemli bir birikimdir. Ve yeni bir momenti işaretlemektedir.
Artık ana fabrikalardan yan sanayi yayılan ya da yan sanayiden ana fabrikayı kuşatan grevlerin önü açılabilir. İtalyan tarzı bu eylemleri yıkıcı ve sarsıcı kent ve havza eylemleri izleyebilir.
Metal sektörünün sınıfın taşıyıcı sektörü olması, bugün metal eksenli ve stratejik fabrikalarla sınırlı eylem dalgasını inanılmaz noktalara ulaştırabilir.
Bir anafor etkisiyle yan sanayi yanında, diğer sektörler de harekete geçebilir. Hatta sınıfın bir sosyal anafor yaratarak, farklı toplumsal kesimleri ve dinamikleri etki alanına alıp, kapitalist krizin yarattığı yıkıcı sonuçlarla karşı karşıya kalmış emekçi yığınları ayağa kaldırabilir.
Önümüzdeki dönem fiili grev senkronlarına, geniş kitle gösterilerine, meydan işgallerine, farklı kitle mobilizasyonlarına, sivil itaatsizlik eylemlerine, geniş yığınların sokağa çıkışına sahne olabilir. Yıkıcı bir kriz olasılığı, sivil diktatörlük yönündeki düzenlemeler, siyasal İslam’ın toplumu kuşatan uygulamaları, sınıfa stratejik saldırılar ve Kürt özgürlük hareketinin yarattığı dinamizm bu olasılıkları mümkün kılabilir.
Bu, bir anlamda yıkıcı bir kent/kitle grevidir. Sarsıcı havza grevidir. Güney Kore işçi sınıfının tarihinde benzer kent grevleri yaşandı. Güney Kore işçi sınıfı, 1980'li yıllarda birkaç defa kent/kitle grevleriyle faşist diktatörlüğe darbe vurdu.
Metal direnişi ve öfke dalgası artık birçok ihtimalin ve bahsettiğimiz muhteşem eylemlerinin olanaklı olabileceğini ortaya koydu.
İki haftada işbirlikçi sendikal yapının kuşatmasını parçalayan ve işçi sınıfının (sınıftan kaçışın yaygın olduğu, kimlik politikalarının sükse yaptığı, mikro politikaların göklere çıkarıldığı, öznenin yok sayıldığı koşullarda) toplumsal maddi bir güç olduğunu gösteren Metal işçileri, sınıfsal öfke ve kinin gücünü dosta düşmana hissettirdi.
Sınıfın yıkıcı gücünü ortaya koydu. Toplumsal kasırganın merkezini işaretledi.
Metal direnişi, sınıfın taşıdığı muazzam yıkıcı potansiyeli açığa çıkardı.
İzlenmesi gereken yolu gösterdi. Sınıfın otonomisinin ve yıkıcı enerjisinin ne derece sarsıcı olabileceğini pratik olarak ortaya koydu.
Ve devrimci komünistleri ana rahmine çağırdı. Bu çağrı aynı zamanda "imkânsızı istemenin ve yaratmanın" yoludur. Ve bir özgürlük çığlığıdır.
Volkan Yaraşır
[*] Bazı makaleler: Volkan Yaraşır, Sınıfsal öfke ve kinin birikimi (19 Kasım 2012), Lokal direnişlerden, Havza grevlerine (16 Nisan 2013), Sınıfsal öfke birikiyor (Haziran 2013), İşgal, direniş, grev ve sabotaj (23Ocak 2009), Sınıfın yıkıcı silahı: fabrika işgal eylemleri (14 Ağustos 2010).

2 Haziran 2015 Salı

Yerli Bir İslâm-Sol

İslam-Sol bağlantılarını araştırırken Nurettin Topçu-Kemal Tahir bileşkesine girmeye mecburuz. Nurettin Topçu, sosyalizmin kökenlerini “toprak reformu”, “köycülük”, “toprağın mirasla bölünmemesi”, “kooperatif” gibi kavramlara dayandırmaktaydı. Kemal Tahir ise “Kerim Devlet”, “Asya Tipi Üretim Tarzı”, “Doğu’da kapitalizmin yokluğu”, “Galiyevcilik”, “Tımar Sistemi”, “İslâm’ın Anadolu’da feodal olmayan bir toplum, yeni bir ırk yarattığı” gibi yaklaşımları tartışıyordu. Topçu’nun köycü düşüncesi, Osmanlı düzenini açıklamak bakımından eksik kalmakta ve dahası Hallaccı isyan felsefesi/insan-ı kâmil doktrini ile çelişmekteydi. Zira köydeki üretimi pazara götürmek, şehre satmak bir esnaf-tacir sınıfın varoluşunu gerekli kılmaktadır. Ayrıca Topçu, Anadolu’daki Ahi-Bayramî-Melâmî-Bektaşî tekkeleri Horasan kökenli oldukları halde dikkate almamıştı. Kemal Tahir’e gelince, onun Osmanlı toprak sistemine eğilmesine rağmen dine yaklaşımı kültürel Müslümanlık içinde kalmıştır. Hallaccı isyanı olumlayan Nurettin Topçu’nun aksine Kemal Tahir isyan eden Şeyh Bedreddin’i kabul etmemişti.
Kemal Tahir’in sıkıntılı tarafı, düşüncelerinin tasnif edilmemiş notlar halinde kalmış olmasıdır. Bu notlar, kimi zaman okunan kitapların aktarılması şeklinde kaleme alındığı için hangi düşüncelerin Kemal Tahir’e ait olduğu, hangisinin alıntı olduğu birbirine karışmaktadır. Diğer taraftan Kemal Tahir “Burjuvazi (…) kendisini ortadan kaldıracak silahı, sınıf kavgasını, bu silahı kullanacak insanları, modern işçileri-Proletaryayı- da yoktan var etmektedir” (Tahir, 1992: 120) derken Marksist şemayı kullanmış, diğer yandan Osmanlı iktisat düzeninin başkalığından bahsetmiştir: “Osmanlılar feodalizmin hangi şekline olsun yanaşabilmiş olsaydılar, buna yatkın bir hale bile gelmiş bulunabilseydiler, İslam İkta şekline değil, sınırında yaşadıkları ve oraya doğru genişledikleri Bizans feodalizmini ve bilhassa Rumeli Slav Feodalizmi’ni devletlerine ister istemez temel iktisat şekli olarak alırlardı” (Tahir, 1992: 178).
Kemal Tahir, “Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalizme geçmesi halinde Avrupa’daki şartlara göre kendini tazelemiş olacağından bahsetmiş ve bu tazelenmenin Osmanlı’yı dünya politikasında yeni bir amaca yönelmesini zaruri kılacağına işaret etmiştir. Osmanlı ekonomik temeli böyle bir yenileşmeye imkân veremediği için sonuna kadar Batıyla boğuşma şartlarına bağlı kalmış ve sonunda da zorunlu olarak yenilmiştir”, der (Tahir, 1992: 168). Tımar sisteminin İslam İkta sistemine dayandığını kabul etmesi, Topçu’dan daha derinlikli bir analize giriştiğini gösterir ise de tımar sistemini güncellemek ihtiyacı duymaz.
Kemal Tahir “beşli şema”yı sıklıkla eleştirmiş ama işçi sınıfının devrimci kadrolar öncülüğünde toplumsal dönüşüm yapma olasılığından kendini koparmamıştır: “İktidarı ele geçiren işçi sınıfı, gerek devlet, gerek parti örgütlerinde devrimci kadroların kemikleşmesini her ne bahasına olursa olsun önlemelidir” (Tahir, 1992: 109). Diğer taraftan Kemal Tahir, Nurettin Topçu’nun aksine köylü için “toprak reformu” fikrine karşı çıkmıştır: “Emperyalist sömürüye açık tutulan bir ülkede toprak reformunun, bir anlamda üretim araçlarına sahip toprak köleleri yetiştirmek olduğu gözden uzak tutulmamalıdır” (Tahir, 1992: 100). Kemal Tahir köylü meselesini Nurettin Topçu’dan farklı ele alır ve bu zümreye tepkiseldir: “Çıplak ve geniş anlamıyla köylü sözü, köylülük meselesini kesinlikle açık seçikliğe götürmez, tersine, işleri büsbütün bulanıklaştırır. Bugünkü kapitalist ve sosyalist dünyalarda, genellikle köylülük değil, hele başlangıçta, yani ilk plan fikriyle birlikte, ancak ziraatçı söz konusudur. Agrikültür (…) Gerek ekonomik hesaplarda, gerekse toprak reformunu da içine alarak bütün köylü proleterlerinde köylü ve köylülük değil, sadece agriculteur’ler göz önüne alınabilir” (Tahir, 1992: 89).
“Anadolu sosyalizmi” kavramını Kemal Tahir ve Nurettin Topçu’nun metinlerinin bileşkesi olarak değerlendirip yeniden ele almak gereği bulunmaktadır. Kemal Tahir, Osmanlı toplum düzenine Nurettin Topçu’dan daha yakın görünmekte ise de Cumhuriyetle beraber köylülüğün kent lehine sürekli toprağı terke zorlanması Nurettin Topçu’yu değerli kılmaktadır. Anadolu’ya has sosyalizm, rantı-serveti paylaşma endişesi değil, burjuva üretmeme, kapitalizme geçit vermeme, kentlerde biriken ve yoğunlaşan sermayeciliği küçük aile işletmelerine doğru paylaşma cehdi olarak paradigmal değişimi ifade etmektedir. Biz bu kaygıyla Türkiye’de din-sol ilişkileri içinde temayüz eden emek mücadelesini pozitivist aklı nedeniyle Anadolu’nun bin yıllık sosyalizmi olan tımar-ahi-tekke iktisadî biçimine karşı görüyoruz. Bize göre İşçi-emekçi&patron-devlet kapışması sahtedir. Gerçek çatışma, köylülük+esnaf+zanaatkârlığı kente çeken sermaye+devlet+işçi arasındadır. Yerli bir İslam-Sol, köylü-esnaf-zanaatkâr zümrelerin şehir etrafında örgütlenmiş ekonomisinin kentsel düzenleri tasfiye edecek düşünsel çabasından çıkacaktır.
- Tahir Kemal, Notlar: Sosyalizm-Toplum ve Gerçek, Bağlam Yayınları, 1992.

Dündar Yalnız Değil, Arkası Sağlam

Dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Can Dündar’a Televizyon Oskarı’nı verirken. Tarih: Şubat 2007, yani Hrant Dink vurulduktan tam bir ay sonra.
Biliyorum, Can Dündar’ın başlattığı kampanyayı yerinde buluyorsunuz. “Hesap soracağız” dedikçe “yürü be” diyorsunuz. Fakat Dündar’ın başka gündemleri var. Hep olduğu gibi.
Yaptığı MİT TIR’ları haberiyle bize neyi sorgulattığını değil, neyi sorgulatmadığını soralım.
Can Dündar’ın geçmişi ya da birden bire peyda olan cüreti bizi şüphelendirmiyorsa, tekelci Doğan medyasının bu haber üzerine ilan ettiği seferberlikten, New York Times, The Economist gibi ABD ve İngiliz emperyalizminin sesi olarak işlev gören yayınların bir süredir benimsediği çizgiden şüphelenmemiz gerekir.
AKP’nin ABD ile yaptığı anlaşma gereği şu anda Kırşehir’de Suriye halkının düşmanı katiller silahlı eğitim görüyor. CIA ve Amerikan Ordusu tarafından verilen eğitimleri tamamlanınca, mühimmatlarıyla birlikte sınırın öte tarafına, Suriye halkını vurmaya gönderiliyorlar. Dündar’ın ya da Ezgi Başaran’ın yazılarında bunlar yok. Niye yok?
Oligarşinin bir kanadı ve emperyalizm, bu seçimde AKP güç kaybetsin istiyor. The Economist gibi emek düşmanı bir dergi, seçimlere ilişkin yazısında
Türkiye’nin bir De Gaulle’e, hele bir Vladimir Putin’e hiç ihtiyacı yok. Bunun yerine daha büyük bir iktidar devrine, anayasal değişime ilişkin zıtlaşıcı değil uzlaşıcı bir yaklaşıma ihtiyacı var. Dolayısıyla oy verenler AKP’ye bu değişimi tek başına başlatacak bir çoğunluk vermemeli. Onun yerine bir muhalefet partisini desteklemeli.
dedikten sonra, en uygun adayın HDP olduğunu söylüyor. New York Times, Erdoğan’ın Hürriyet gazetesine yönelik tehditlerine 8.000 km öteden editöryel bir yazıyla karşı çıkarak işbirlikçi medyayı korumaya alıyor.
Sıradan bir belgeselci ve televizyon programcısıyken, birden hakikat aşığı cesur gazeteci kesilen Can Dündar’ın da destek verdiği, seçimlerden iki hafta önce hem içeriden hem dışarıdan başlayan bir kampanya bu. Emperyalizme dokunmayıp yalnızca AKP’yi hedef alan, dikkatli bir hizaya getirme kampanyası. Ne hikmetse MİT tırlarında hiç ABD ya da Alman silahı yok. Hepsi “Rus menşeli“. Belli ki hükümet MİT TIR’ları olayında emperyalizme danışmadan iş tutmaya çalışmış ve enselenmiş.
Can Dündar bu haberin yarattığı tartışmaların ardından yazdığı “Tehdidi bırak, bu 20 soruya yanıt ver!” başlıklı yazısında, Türkiye’den Suriye’ye silah aktarmanın uluslararası hukuka aykırı bir suç olduğunu söylüyor.
Doğrudur. Üstelik yalnızca halkları katletsin diye çetelere silah göndermek değil, komşu ülkenin topraklarında katilleri eğitmek, egemen uluslara karşı komplolar çevirmek, halkı katledip yağmalar yapmak da suçtur. Ama bu suçu AKP tek başına değil, emperyalizmle, Katar, Suudi Arabistan gibi onun Ortadoğulu uşaklarıyla birlikte işledi. Tekelci Doğan Medyası, Dündar’ın çok sevdiği, belgesellerine sponsor olan patronlar da buna ortaklık etti.
Ne Dündar, ne de Başaran, ne de tekelci medyanın diğer cengâverleri kendilerine çizilen sınırların dışına çıkıp, bu suç ortaklarına dair hakikatleri de yazabilecek kadar cesurlar. Gerçeğin ne kadarı oligarşinin işine yarıyorsa, o kadarını yazmakla yükümlüler. Biz oligarşinin kendi içindeki bu çelişkilerden yararlanır, onların pisliklerini teşhir ederiz. Ama düzen gazetecilerini savunma kampanyalarına kuyruk olmayız.
Halka karşı işlenmiş suçların hesabını Aydın Doğan, enkaz CHP, Can Dündar gibi hizmetçiler değil, yine direnen halklar soracak. Kılıcımızı yalnız kendimiz için savuracağız.

İkinci Yarı

Yaklaşıyor yaklaşmakta olan sandık…
Seçim yaklaşıyor ve Müslüman mahallesinde telaşlı, gergin bir hal var. Bunun, belirsizlikten kaynaklanan bir kaygı olduğu söylenebilir. Belirsizlik de siyasal iktidarın muhafaza edilip edilemeyeceğinin netleşmemesinden ya da bunun daha ne kadar sürebileceğinin kestirilememesinden kaynaklanıyor. Ne hazin değil mi; artık kaygılarımızı belirleyen en temel öğe, siyasal bir partinin akıbeti oluvermiş.
Kaygının öfkeye döndüğü noktada hedef ise daha çok "cehape" ya da "mehape" değil de "hedepe". Hepsine eşit bir eleştirel mesafe bile yok; niye? Çünkü mevcut iktidarın muhafazasını en fazla etkileyecek parti o. Bu bile kendi içinde bir acziyet hali değil mi?
Müslüman mahallesinin aktörlerinin figüranlaştığı, bu figüranlığın ise partizanlıkla belirginleştiği günler. Şüphesiz hepimiz için birçok ders barındırıyor.
Ama bir dönem sonra, siyasal iktidar kaybedildiğinde, hiç kimse çıkıp yenilginin faturasını "siyasallaşma"ya filan bağlamasın. Hayır, siz siyasallaşmıyorsunuz sevgili büyüklerimiz, kanaat önderlerimiz, abilerimiz… Siyasallaşmak bir tarafa, mevcut siyasal partiye ya da iktidara müdahil olacak kadar politik bir gücünüz, etkinliğiniz dahi yok. Son listelerin şekillenişi size bunu daha iyi anlatmış olmalı.
Tabii yöneticileriniz çok iyi gördü ki, bu saatten sonra sizin onlara bağımlılığınız, onların size olan ihtiyacıyla kıyas dahi kabul edecek kadar değil. İşte bu bağımlılığınız dolayısıyla sizin iradesizliğinizi diledikleri gibi kullanıyorlar. Bildiriler hazırlıyorlar ve altını imzalıyorsunuz. Ulaşabildiğiniz her yerde ve ortamda gönüllü parti propagandası yapıyorsunuz. Çünkü başka çareniz kalmadı. Mevcut düzene bağımlı hale geldiğinizi düşünüyorsunuz ve bunun dışında bir düşünme biçiminiz kalmadı.
"Kazanım" dediğiniz şeylerin büyük çoğunluğunun arkasında sizin öz iradeniz yok, size devlet imkânlarıyla sunulan şeyler. Bunun farkındasınız ve bir siyasal iktidar değişikliğinde bunları kaybedeceğinizi de görüyorsunuz.
Bu saatten sonra ne yaparsanız yapın, akıp giden zamanı geri döndürme şansınız yok. Bu siyasal iktidarı daha fazla ayakta tutma imkânınız da yok. Zaten desteğinizle ayakta değildi ki, sizin desteğinizle ayakta kalmaya devam etsin. İşin kötüsü, ona verdiğiniz bu açık destek, kendi cemaatçikleriniz dışında kalan geniş kesimlere yabancılaşmanızdan başka bir sonuca da yol açmıyor.
Anlaşılan o ki, seçim sonuçları sizin için gerçekten çok önemli. Bu yüzden şu an tüm enerjinizi oy toplamak için harcıyorsunuz, insanları ikna etmek için koşturuyorsunuz. Keşke iş bu noktalara varmadan kendinizi koruyabileceğiniz bir yerde gidişata mesafelenebilseydiniz, artık geç, hem de çok.
Bu oyalandığınız oyunun uzatmalarına yaklaştığımızı görebilmenizi çok isterdim. "İkinci yarı" değil, uzatmalardayız. En fazla bunun ikinci yarısı olabilir ki, o da uzun sürmüyor, bilesiniz.
Doğrusunu ise şüphesiz Allah bilir.
Beytullah Emrah Yüce

1 Haziran 2015 Pazartesi

Hayalet Komutan Mozgovoi

Donbass milis lideri Alexei Mozgovoi’nin suikast sonucu katledildiğini öğrendiğimde hemen aklıma 1915’te idam edilen işçi lideri Joe Hill’in şu son sözü geldi: “Yas tutmayın, örgütlenin.”
Kısa süre önce Mozgovoi ve basın sözcüsü Anna Aseeva-Samelyuk ile konuşmuş, bir mülâkat ayarlamaya çalışmıştım. Mülâkat üzerinden onun Ukrayna ve Donbass Halk Cumhuriyeti’nde 21. yüzyıl faşizmine ve NATO emperyalizmine karşı verilen hayat-memat mücadelesi hakkında ABD’li işçilere doğrudan seslenmesini istiyordum.
Anna’dan aldığım son mesajdan birkaç saat sonra Komutan Mozgovoi ve Anna katledildi.
Joe Hill gibi Mozgovoi de bir şarkıcı, şair ve savaşçıydı. Amerikalı maden patronlarınca katledilen, Dünya Sanayi İşçileri mensubu bu ünlü müzisyen gibi Mozgovoi de ölümle yüzleştiğinde ve tüm ömrü süresince güç, kararlılık ve mütevazılık konusunda örnek bir isimdi. Mozgovoi, gelecekte de tüm dünya genelinde işçi sınıfına ilham vermeyi sürdürecektir.
Novorossiya Hayalet Tugayı komutanı Alexei Borisovich Mozgovoi, 23 Mayıs günü öğleden sonra, Lugansk Halk Cumhuriyeti’nin Alchevsk ve Lugansk kentleri arasındaki otobanda giderken, mayın ve makineli tüfeklerle yapılan saldırı sonucu katledildi. 40 yaşındaydı.
Kendisine eşlik eden dört Hayalet Tugayı üyesi de katledildi; Hayalet Tugayı’nın önemli politik liderlerinden biri olduğu söylenen basın sözcüsü, eylemci, gazeteci ve üç çocuk annesi Aseeva-Samelyuk; korumalar Alexei Kalascin ve Andrej Rjajskih; ile şoför Alexander Yuriev.
Saldırıda aynı yolda arabalarıyla seyahat hâlinde bulunan hamile bir kadın ve eşi de katledildi.
Saldırıyı “Gölgeler” ismindeki Ukraynalı bir faşist grup üstlendi ama bu bilgi teyit edilmedi. Lugansklı yetkililerin Hayalet Tugayı ile işbirliği içerisinde yürüttükleri soruşturma hâlen devam ediyor.
Hayalet Tugayı’nın Kökenleri
Hayalet Tugayı’ndaki kısa süren liderliği süresince Mozgovoi, tıpkı Che Guevara ve Thomas Sankara gibi, devrimcilere ait birçok vasfı ortaya koymayı bildi. O bitmek tükenmek bilmeyen bir sağlamlıkla, uzlaşmacılıktan uzak ilkelerle hareket eden ve davasına halkı kazanıp ona ilham verme becerisini gösteren bir isimdi.
Lugansk’ta doğup büyüyen, şarkıcı ve asker olarak yetişen Mozgovoi, 2014’te Donbass’taki kanlı savaşı başlatan Kiev cuntasına karşı yürütülen anti-faşist hareketin lideri hâline geldi.
Bana Hayalet Tugayı’nın ismini nasıl aldığını anlatırken sesi sevinç ve coşku doluydu. Ukrayna ordusunun hep yinelediği iddiaların tersine, Lugansk’ta silâhlı direnişin yolunu açan, direnişçilerin, birer hayalet gibi, her zaman yeniden ortaya çıkıp saldırması idi.
Mozgovoi, kendisini komünist ya da Marksist olarak nitelemese de derin bir sınıf bilincine sahipti ve politik açıdan öğrenip kendisini geliştirmeye açık bir kişiydi. Gönüllü Komünist Müfrezesi’ni Hayalet Tugayı’na davet eden ve müfrezenin komutanları ayrıca tugayın lider vekilleri olan Pyotr Biryukov ve Alexey Markov ile yakın bir çalışma içerisine girdi.
Mozgovoi, Biryukov’u, bu Şubat ayı içerisinde Ukrayna’nın işgalinden Debaltsevo, Donetsk’i kurtarma amaçlı o başarılı harekât esnasında askerî operasyonlardan sorumlu yaptı.
Donetskli militan milis lideri Igor Strelkov, Donbass ve Rus Federasyonu’nda muhafazakâr güçlerce uzaklaştırılınca, antifaşist bayrağı Mozgovoi aldı eline. Kendisini halka hizmete adamış ve mücadele veren birçok savaşçıyı etkiledi. Tarihî Novorossiya’nın kurtuluşu için uluslararası gönüllüler dâhil birçok insanı mücadeleye kattı.
Rus Planet gazetesinin bir muhabiriyle yaptığı mülâkatta Mozgovoi şaka yollu şunu söyledi: “Kiev’i kurtardıktan sonra Hayalet Tugayı’nın batıya doğru ilerleyip Varşova, Berlin, Paris ve Londra gibi o küçük ‘mezralar’ı da kurtarması gerekecek.”
Mozgovoi, Ukrayna’daki oligarşi ve faşist gericiliğe karşı muhalefeti noktasında açık sözlü bir isimdi. Korkmadan, Minsk’teki ateşkes anlaşmalarını eleştirdi. Ona göre bu anlaşmalar gereksizdi ve Kiev cuntası ile ABD emperyalizmine tavizler verilmesini ifade ediyordu ki bu tavizler ona göre zararlıydı. O, oligarşik güçlerin Donbass’ı yeniden inşa etme girişimini tecavüz olarak görüyor, bu güçlerin Donbass’ı yozlaşmış, kapitalist Ukrayna’ya benzetmek istemesine karşı çıkıyor, Donbass’ın ABD destekli darbenin değil, gerçek manada özgür bir halk cumhuriyeti ile yönetilmesini istiyordu.
Sınıf Bilinçli ve Enternasyonalist
Videolarda, telekonferanslarda ve mülâkatlarda Mozgovoi işçilere ve askerlere sesleniyor, sınıfsal bir temel üzerinden bu kanlı iç savaşta kimsenin kazanmayacağını, sıradan insanların oligarşi ve Neonazilere karşı birleşip savaşması gerektiğini söylüyordu.
O, Hayalet Tugayı’nın Alchevsk, Lugansk’taki üssünden yereldeki halkın desteklenmesine dönük çalışmalara önderlik etti. Tugay, savaş ve abluka yüzünden görülmesi muhtemel açlığa ve yetersiz beslenmeye mani olmak için sosyal kantinler kurdu. Buralarda milisler ve siviller yan yana yemek yiyorlardı. Mozgovoi’nin ekibi hastanelere, okullara ve emeklilere uluslararası yardımların tedariki ve dağıtılması sürecine öncülük etti.
Mozgovoi’nin ölmeden kısa süre önce hazırladığı videoda Hayalet Tugayı’nın yereldeki ekonominin yeniden canlanmasına, büyük bir tavuk çiftliğini yeniden açmak suretiyle gıda üretiminin yeterli düzeye getirilmesine dönük gayretlerinden bahsediyordu.
Devrimci bir sağlamlık ve popülariteye sahip bir kişi olarak savaş süresince zor koşullarla yüzleşen Mozgovoi, her taraftan düşmanlarının hedef tahtasındaydı. Daha önce birçok suikast girişiminden kurtulmayı bildi. En son girişimse, bugün öldürüldüğü noktaya yakın bir yerde, Mart ayı içerisinde gerçekleşti.
Son günlerinde İkinci Antifaşist Karavan’ı Donbass’ta ağırladı. Sonrasında, 8 Mayıs’ta, antikomünist güçlerin kapatmaya çalıştıkları, onlarca ülkeden gelen delegelerin katıldığı “Antifaşizm, Enternasyonalizm ve Dayanışma” başlıklı Uluslararası Dayanışma Forumu’na ev sahipliği yaptı.
Politik muhaliflerinin itirazına karşın, Mozgovoi, Sovyetler Birliği’nin Alman faşizmini yendiği günün 70. yıldönümünde, 9 Mayıs’ta, coşkulu bir uluslararası yürüyüş gerçekleştirdi.
Mozgovoi’nin ölümü sonrası yayınladığı video bildirisinde komünist komutan Alexey Markov şunları söyledi: “Bir insan katledilebilir ama onun fikirlerini kimse katledemez. İşte Alexei Mozgovoi, bize binlerce insanın katılmasını sağlayan, bu türden fikirlere sahip bir insandı. Bir insan öldü diye fikirleri de ölmez. Biz savaş, sefalet ve ölüme karşı bu fikirleri taşıyacağız. Bu fikirlerle bizler yaşayıp daha iyi bir hayat inşa edeceğiz.”
Komutan Pyotr Biryukov da şu tespiti yaptı: “Hayalet Tugayı ve onun parçası olan komünist birlik, faşizme karşı bir güç olarak asla yok olmayacak. Gönüllülerimiz bu gerçeğin ispatıdır ve bize yardım eden, güvenen, bel bağlayan insanlar bilsinler ki gönüllülerimiz onları savunacaklardır. Bugün tugayın savaşçılarından biri, komutanı katledilmiştir. Ama onun ortaya koyduğu eser bizimle birlikte yaşayacaktır. O çalışmayı geleceğe biz taşıyacağız.”
Markov da “bayrağımız direniyor” dedi. “Hayalet Tugayı’nın bayrağı kısa süre içerisinde Lysichansk, Kharkov ve Kiev’de dalgalanacak, bu, komutanımız için dikeceğimiz en güzel anıt olacak.”
24 Mayıs’ta, ona ve Sovyetler Birliği ile faşizme karşı o büyük vatansever savaşın en iyi vasıflarının gerçek birer varisi olan, daha önce toprağa düşmüş yoldaşlarına binler selam durdu.
Mozgovoi’nin başkaldırı ruhu ve enternasyonalizmi, Donbass’ta 27 Mayıs’ta gerçekleştirilen cenaze töreni üzerinden ilân edilen uluslararası dayanışma gününe mana katan ana unsurdu. O gün kimsenin şüphesi yoktu; daha çok savaş sırada beklemekteydi.
Greg Butterfield

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Derlenip Dürülmesin Bayraklar

Sanırım Fuko’ydu. Bir kitap yazıp yayınevine götürüyor. Editör, “bu kitap gayet anlaşılır olmuş, basmam” diyor. Genel manada, özellikle Fransa’da, anlaşılmaz metinlerin rağbet gördüğü iddia ediliyor. Bu metinleri, gerekli ve yeterli felsefî birikimi olmayan genç tercümanlar dile ve metne hâkim olmaksızın Türkçeye çeviriyorlar. O anlaşılmaması için yazılmış kitaplar, daha da anlaşılmaz bir hâl alıyorlar. Bazı siyasetten ve devrimcilikten düşmüş isimler de o kitapları anladıklarını satmak, anladıklarına dair poz kesmek için bol alıntılı yazılar yazıyorlar bugünlerde.
O yaldızlı cümleler, alıntılar silkelendiğinde geriye sadece şu cümle kalıyor: “sınıflar mücadelesi devri bitti, devrim olacaksa onu da orta sınıflar yapacak.” Tuhaf olan, bu kesimlerin, ezilen bir milletin önderi olmuş bir kişinin onca yazdığı içerisinden delöz, spinoza, fuko, negri, bukşin vb.’ye benzeyen cümleler bulmaya çalışmaları. Anladıklarından değil, kafalarının içinde kurdukları özel dünyaya özel bir kitle bulduklarını sandıkları için bu gayret.
Bugün sandıkları sandığa kilitli. Özel orta sınıf âlemlerinden bu coğrafyanın çileli, dertli, öfkeli halklarını anlayabileceklerini sanıyorlar. Kendi hocaları Avrupa’da mültecilere küfrediyor, fukaradan kaçıyor. Buradakiler de mazlumdan ve onun şiddetinden nasıl kurtuluruz hesabı yapanlara bağlanıyor. Kürd sevdası, ondan, o beladan kurtulmak için. Yoksa Ayşe Erdem niye başkan olsun?
Bildirgeleri, seçim konuşmalarını, reklâmları, tanıtım filmlerini onlar hazırlıyorlar. Gezi günlerinde Samanyolu’na çıkan Ömer Laçiner, Mehmet Altan ekibi, “Bu Tayyip nobran, kaba. O gitsin, bu kurgu kalsın, demokratik burjuva devrimi devam etsin” diyorlar. Muhsin Kızılkaya, “beni AKP’ye Birikimciler örgütledi” diyor. Bugün Gezi ile ilgili çekilmiş Cennetin Düşüşübelgeseli nedense Ahmet İnsel ile açılış yapıyor. Oysa bu isimler o günlerde AKP’yi korumaya alıp Tayyip’i çöpe atıyorlardı. Tüm meseleleri şahsîleştiriyorlardı. Bu dönem etlenmiş orta sınıf, kendisine yakışmayan gömleği seçti ve onu yırtıp atmak istedi.
Söz konusu kesimin HDP adına yazdıkları metinlerde de hedef salt Tayyip olarak gösteriliyor. Tayyip’siz AKP içerisinde oluşacak çatlaklara göz kırpılıyor. Esasında herkes Fethullahçılaşıyor. Gezi’nin tek bakiyesi bu.
Tayyip şahıs olarak hedef alınınca, tüm meseleler şahsîleştiriliyor, bu da belirli şahısların yıldızının parlatılması adına yapılıyor. Ama o meseleler ortalık yerde duruyor. HDP seçim bildirgesi, öz itibarıyla Tayyip’in altını oymak için kaleme alınıyor. Başka bir politik-ideolojik anlamı bulunmuyor.
Dolayısıyla Birikimci siyaset algısı, Fethullahçı taarruzla ortaklaşa sol-sosyalist âlemi işgal ediyor. Eskiden MİT’e karşı hasbelkader devrimci istihbarat teşkilatı kurmuş koca koca örgütler gıdasını fuat avni ve fethullah basınından alır hâle geliyorlar.
Tüm bunlar şu veya bu biçimde burjuvazinin düşürdüğü bayrağı kaldırdığını düşündükleri proletarya, halk ya da ezilenler adına yapılıyor. Yaşananların gerisinde burjuvazi ve devletin müdahaleleri, seyri asla görülmüyor. Meselelerin tek bir şahsa kapatılmasını ve o şahsa saldırılmasını emredenler, geride, altta olası tüm imkânları ve bağları yok etmek istiyorlar.
Temel ayrışma, çatışma, aidiyetle mülkiyet arasında. Orta sınıflar aidiyet meselesine yönelik her türden saldırıya nefer oluyorlar. Mülk kavgasında aidiyet ve ortaklık meselesini tasfiye etmek istiyorlar. Tekillikten, tek tek bireylerin tek bir etkinin nedeni olmasından bu sebeple bahsediyorlar. Ancak bireylere seslenebiliyorlar. Onca bireyin nasıl olup da bir araya geldiğini anlamaya çalışmak için uğraşıyorlar. Burjuvazinin ideolojik âlemde kurguladığı bireye bakıyorlar. Bireyse ancak mülk sahibi insan olarak tarif ediliyor. O imkân ve ehliyet de sadece burjuvazide ve burjuvaziyle mümkün. Hâsılı, birey olmak, burjuvazinin eşiğine yüz sürmeden mümkün değil.
Her şeyi Tayyip’e kapatmak, onu günah keçisi yapıp uçurumdan aşağı atmayı istemek, eşiğe yüz sürmek, başka bir şey değil. “Ben öyle olmayacağım” sözünü vermek, en azından Birikimcilere ve onların efendilerine.
Tarihi burjuvaziyle başlatanların bu eşikte boncuk misali dizilmelerinin, bunlara bir imame bulunup tespih yapılmasının manası yok. Süphan olana iman yoksa bu yan yanalık değersiz.
Kürdistan var diyedir birilerinin ellerini ovuşturarak baktığı kitle. Engels’in bir ifadesini yorumlarsak, “Avrupa gerçeğinde, ayakta, devlete karşı, mücadele içerisinde bir sınıf var diye var proletarya.” En alttaki, mazlum, o olduğu için biz proletarya dedik” diyor Engels. Bugün Kürd de böyle.
Demek ki seçimde oy kullanılacaksa, sadece o Kürd’e oy verilebilir, onun eşiğine yüz sürülebilir. Gerisi süs püs, al puldur. Liberal yağ çıkartma teşebbüsüdür. Kürd’ü bağlamından çıkartmaktır. Mazlumları Kürd denilen ortak bağlamdan uzak tutmaktır.
Sağ siyasetin meselesi, din, millet gibi ortak olan birikimi efendilerin hizmetine sunmaktır. Sol siyasetse, kendisini ortak olana düşmanlıkta kurar. En fazla, ortak olandaki kırılma, sıçrama ve dönüşüm momentine oturuyorsa, başarılı olur. Ortak olan, efendilerin dünyasına açılmak istiyorsa, sol vardır.
Bugün tüm aczini, zafiyetini, çerini çöpünü gizlemek için bu Kürd denilen halıyı kullanmaktadır sol. Bugünse New York Times’ın “ABD ve Türkiye'nin diğer NATO müttefikleri, onu bu yıkıcı yoldan geri döndürmeye çalışmalı.” diyen yazısından medet umar hâlde. “NATO’yu da AKP’yi de yıkacağız” diyen yok!
Çünkü sadece kişisel olana, bireysele bakılıyor. Bakılması isteniyor. Kolektif, ortak olanın hükmü ortadan kalkıyor. Geçmişte proletaryayı burjuva batının sunağında kurban edenler, bugün Kürd’ü ortaklığa dair bir im, imge olması sebebiyle, katletmek derdindeler.
Kürd’ü taklid ederek yol alabileceklerini zannedenler, Afro-Amerikanların blues müziğini birey ölçüsünde deforme ederek rock müziğini icad eden İngiliz gençlerine benziyorlar. Pazar bunu emrediyor. Pazar, parmakları, yüreği, derisi kara, nasırlı zenciyi görmeden o mavi notaları satmak istiyor.
Dolayısıyla bugün geçmişin Sünni bir fakihini gerçeğinden ayırıp sözlerini yaldızlamanın bir manası yok. Şeyh Bedreddin’deki komünizmi örgütlerin ortasına pimi çekilmiş bir bomba gibi bırakmak gerekiyor. Meslekî ideolojilerinin ağırlığına, sakinliğine kapılmış, küçük burjuva dükkânlarını beklemekten başka bir şey yapmayan yapılar, ortaklığı ondan öğrenmek zorunda. “Yapraksız bir dalda sallanan şeyhin çırılçıplak eti” bayrak olmalıdır. Saraylara danışmanlık yapmış Konfüçyüs’ü kendi pratiğinde güncelleyen Mao’nun Çin’indeki ortak olana bakmamak, buranın ortak olanını da görmemeye, sadece kendi öznelliğine bakılmasına mecbur eder. Bedreddin bu nedenle bayrak değildir. O, sadece geri bir döneme, geri bir halka, geri ideolojiye yakıştırılmayan cümleleri kazara sarfetmiş, o cümleleri gasp edilmek zorunda olan bir gafildir.
Bedreddin, 1730’da İstanbul’u ve sarayı bir süreliğine ele geçirmiş Patrona’nın kızıl bayrağıyla birleştirilmeyi bekliyor. Şeyh, hançerini doğuya sallayan Osmanlı’ya karşı, Timur, Selçuklu, tarikatlar vs.’nin ortaklığına örgütleniyorsa, Patrona da Nevşehirli İbrahim Paşa liderliğinde sarayın doğuya saldırmasına, lalelerin gölgesinde süren zulme karşı tüm mazlumların ortak çığlığına dâhil oluyor. Patrona, iktidarı döneminde, isyan esnasında kendisine yardımcı olmuş bir kasabı Boğdan’a voyvoda (vali) tayin ediyor. Adamlarından birkaçı halktan haraç kesmeye kalkınca, halka “sizden haraç alanı öldürün” emri veriyor. Birilerinin ortak olana, aidiyete olan öfkesini ve nefretini buralarda, solun uzaklaştığı, kaçtığı yerlerde aramak gerekiyor.
Hüseyin Yusuf Kuzu