5 Ağustos 2016 Cuma

Şer Ekseni

“Şer Ekseni” Bush’un ifadesiydi. Irak, İran ve Kuzey Kore’yi tanımlamak için kullanılıyordu bu tabir. Bush’un dışişleri bakanı Condoleezza Rice [2005-2009] ise listeye Küba, Zimbabwe, Burma gibi ülkeleri ekledi. Bir zenci yarıcının kızı iken müesses nizam içerisinde hızla yükselen bu isim, bir dönem Sovyetler’in dağılması sonrası kurulan ülkelere danışmanlık yaptı. Onun ikbal merdivenlerindeki bir basamak da bu tedrisat.
Devlet zulmediyor, sonra mazlumun içinden birilerini kendisine ajan olarak örgütlüyor. Rice, CFR üyesi oluyor. Yüz binlerce insanın Ortadoğu’da ve başka yerlerde katledilmesinin altına imza atıyor. İşkencelerin arkasında da o var. Devlet, mazlumun sınırsız-sınıfsız, küçük burjuvalaşan intikamını kendisine örgütlemede gayet mahir. İşi bu. Rice, Sovyet tedrisatını Ortadoğu’ya taşıyor.
Güya zenciler için silâhlanma hakkını savunuyor. Çeşitliliğin hayırlı olduğunu söylüyor. 1949’da komünistlerin iktidara geldiği Çekoslovakya’dan kaçan, Yahudi (sonrasında Katolik) diplomat Josef Korbel’i akıl hocası kabul ediyor. Korbel hem Bush’un akıl hocası, hem de Clinton döneminin dışişleri bakanı Madeleine Albright’ın [1997-2001] babası.
Biri zencilerin diğeri Yahudilerin zulme karşı verdikleri mücadeleye savrulmuş küfür. Bu yönüyle, baskıya ve kontrol politikalarına maruz kalan Türk Müslümanlara dair önemli dersler ihtiva ediyorlar. Bugün Türkiye’de bu geleneğin içinden devlete örgütlenmiş iki küçük burjuva ekibin dalaşına tanıklık ediliyor. Kimileri “Habil-Kabil” olarak niteliyor kimileri de bu hikâyede iyi polis-kötü polis oyunu görüyor. Sürekli tetikte olmamız gereken bir gerçeklik bu.
Rice’ın anımsatılması, onun dışişleri bakanı iken (Büyük) Ortadoğu için ettiği şu lafla ilgili: “Ortadoğu’daki yapılar iki yerden çözülecek: biri kadın diğeri gençlik.” Siyasetlerinin kimyası bu. Bu kimya bir aritmetiğe muhtaç. Emperyalizmin kadınların ve gençlerin çilesiyle ilgilendiğini söyleyen, tetikte değil demektir. Plebyen öfke ise kadının ve gencin ardında kendi emperyal güdülerine düşman bir emperyalizm görüyor. İhtiyatın, eleştirinin “komplo teorisi bunlar” ucuzluğu ile savuşturulması mümkün değil ama.
Darbe girişimi sonrası biri gençliği, diğeri kadınları örgütlemeyi hedefleyen iki yayın aynı anda faaliyetlerine son verdi. Bu, uyarıcı bir gelişme. İki yayının müntesipleri, hayal kırıklıklarını artık başka bir yere örgütlemek zorunda.
İki yayın da afili cümlelerle, orta düzey edebi laflarla duyurdular sonlarını. Biri “yalınlaştığını” söylüyor, diğeri “durduğunu”. Rüzgârın dinmesi, bireye indirgenmiş siyaset ve ideolojinin ölümüyle ilgili. Ama gene de deneyecekler şanslarını, ihtiyaç hâsıl olduğu ölçüde.
O hâlde onca “özgürlük” lafının Rice’ın Ortadoğu’ya “özgürlük” taşıyan ordularından kendisini ayıran bir muhtevaya sahip olması lazım. Rice, “ABD ordusunun küresel polis gücü olmadığını” söylüyorsa, “başka polislere muhtacız” diyordur. O özgürlükçülerin kimin “polisliğini” yaptıklarını idrak etmeleri lazım. O “polislerin” bugüne dair ve ait bir teorik, ideolojik, politik faaliyete izin vermediği-vermeyeceği artık görülmeli. Bitmiş-tamamlanmış, bireye kapanmış bir kurgunun, “şimdinin ağırlığında” yaşayan kitlelere bir şey vermesi mümkün değil. Bu küçük burjuvaların yarınları güvence altında çünkü. Maaşları, fonları var. Teoriyi, ideolojiyi, politikayı şimdiye kilitlemelerinin sebebi de bu. O güvenceyi verenler, “şimdinin ağırlığı altında” yaşayan kitlelerin kontrol altına alınmasını, lime lime edilmesini istiyorlar. Sendikaları da böyle. Vakti zamanında bir sosyalist parti üyesi sendika başkanı seçimi kaybedince makamındaki koltuğu alıp evine götürmüş. Fıkra değil gerçek. Sınıfsız-sınırsız ideoloji bu tür özneler üretiyor.
Yani sınırsız-sınıfsız öfke ve intikam devlete örgütlenmekten kurtulamaz. Belki de sınırsızlık ve sınıfsızlık, zaten bu örgütlenmeye açık kapı bırakmak için. Eagleton’ın ifadesiyle, “özgürlük mücadelesi mülkiyeti şart koşar.” Biyolojik bedeni mülk olarak gösteren, onlar. Bu bilinci verenler de. Onlar, kadını ve genci biyolojik varlığa kapatmaya mecbur. Zenci mücadelesinden kaçmış bir kadının ve Yahudilerin faşizme karşı mücadelesinden kaçmış bir kadının ortak noktası, ABD. Bu, asla tesadüf değil. ABD, Ortadoğu’yu kadını ve genci esir almadan ele geçiremez. Sınırsızlık ve sınırsızlık konusunda genelde ABD, özelde İsrail’e öykünenler, halklarına, o halkların mücadelesine ihanet etmeye mecbur.
Bahsi geçen özgürlükçüler, Gezi’de kitleye tepeden baktılar. Devlete karşı kolektif-tarihsel her türden direnç hattının örgütlenmesine mani olmak istediler. İnternet âleminde takip sayıları bu şekilde büyüdü. Onlar, Erdoğan’la Kuzey Kore liderini kıyaslayan paylaşımlarda bulunanlardı. Küçük burjuvanın sınırsız-sınıfsız öfkesini ve değer düşümüne dönük tepkilerini örgütlemek istediler. Bunu, bireyi bedene; bedeni metaya indirgeyerek yaptılar. Özgürleşme talebi, metanın hareket imkânı olarak paranın ideolojisine dairdi. Gezi’yi daha başında onlar bitirdi, önce kafada sonra sokakta. Şimdi utanmadan ekmeğini yemekle meşguller.
O yüzden CHP’ye göz kırptılar. Orada “samimi dostlar” olduğunu söylediler. Bugün yaptıkları işten de sıkıldılar. Başka eğlence alanlarına çevirdiler yüzlerini. Görevleri bu kadardı. Çözeceklerini çözdüler, iğdiş edeceklerini ettiler. Hesap vermeden indiler sahneden. Her şey oyundan ibaretti. Sıkıldılar ve gittiler. Tecim kapıları onlar içindi. Onca çabanın karşılığını istediler. O özel insanlar arabalarına binip gittiler. İnce Memed olmak meşakkatliydi çünkü.
Şu bugün daha net: sınırsız-sınıfsız öfkelerinin hedefinde devlet ve iktidar değil, emekçilerin-ezilenlerin iktidar ihtimalleri var(dı). Teorileri ise burjuvazinin ilerlemeci fikriyatı ve müktesebatı ile yüklü. Yaldızlı laflar tel tel dökülünce, emekçiye-ezilene dönük öfke ve düşmanlıkları daha açık görünüyor. Emekçi ve ezilen, özgürlük mitosunu dağıttığı için tehlike addediliyor. Devlet tam da bu noktada devreye giriyor. Ezilen kitlelerin evlatlarını her şeyden münezzehbir “kadın” ve “genç” olmaklığı ile kendisine örgütlüyor ve ondaki öfkeyi kendi namlusuna sürüyor. Kitlenin, kolektifin ateşinden kaçanların yolu bu, kaçınılmaz.
Marx, “kişiyi o kişinin kendisiyle ilgili söyledikleri üzerinden anlayamayız” diyor. Eğer bu söz doğru ise, bahsi geçen iki yayının kendisine dair sözleri de hükmünü yitiriyor. Parmağa değil, işaret edilene bakmak gerekiyor. Şu soru sıcak: “Kadının ve gencin çilesi bitti mi ki siz bittiniz?”
O hâlde CHP’nin Yenikapı ile kazık attığını söyleyenler, bugüne dek sınırsız-sınıfsız kurgularıyla CHP illüzyonuna nasıl örgütlendiklerini açıklamalı. CHP’de neden sınırsızlık-sınıfsızlık gördüklerini anlatmalı. “Başı kesik horoz” dedikleri devleti basit manada yönetme pratiği ile kavramalarının hesabını vermeli. Bu hesap, marksizmi ve sosyalizmi devletin reorganizasyonu sürecine örgütlemiş olmalarına dönük hesabı da içeriyor olmalı. Madem öyle, “ağlayalım mı horozun hâline!” Devletin sahiplerine “göreve talibim” mesajı göndermenin anlamı ne?
Ezileni-emekçiyi kendi küçük burjuva öfkesine örgütlenmediği için aşağılamanın manası yok. O, bir tarihle ve kolektif ilişkilerle birlikte yaşıyor. Soyut bir “İşçi” ve soyut bir “Ezilen” ise, kendi varlığını sınırsızlık-sınıfsızlıkla tanımlayan küçük burjuvanın bir vehmi. O küçük burjuvaya yönelik saldırı, düşmanın sömürülen-mazlum kitlelerin içindeki elini kırmakla ilgili. Bunu yapmayanların “sol liberalizm”den dem vurmaları manasız. O liberalizm, işçide sınırsızlık, ezilende sınıfsızlık gördüğü için değerli ve işe yarar kabul ediyor işçi ve ezileni. Gerçek işçi ve gerçek ezilenden uzak durulması, beceriksizlikle, nesnel engellerle değil, işçilerin sınıfı, ezilenlerin sınırı anımsatma ihtimali-tehlikesi ile alakalı.
Ortadoğu’yu kadın ve gençlikten çözmeye çalışanları tanımak gerek. Onların şer ekseni varsa bizim de olmalı. Kadınları ve gençleri küçük burjuvanın sınırsız-sınıfsız varlığına örgütleyenler, işte bizim şer eksenimizin parçası, alt bileşeni.
Yusuf Karagöz

4 Ağustos 2016 Perşembe

Hubbu'l Vatan

Foreign Policy’de Edward Luttwak imzalı bir yazı kaleme alınıyor. Yazı, “Atatürk karşıtı cahil halk sürüsü”nün 2002’ye dek ordu eliyle kontrol altında tutulduğundan söz ediyor. Üniversitelilerin lideri Gülen’le işbirliği üzerine kurulu AKP işbaşına gelince işler değişiyor. Uzun bir Gülen övgüsünün ardından, Gülen-Erdoğan arasındaki gerilimin iki farklı İslamcılık yorumu ile ilgili olduğu iddia ediliyor.
Yazar, yazının devamında “AKP’nin başarısının sebebinin ordu ve ekonomideki Gülenciler sayesinde gerçekleştiğini” söylüyor. Gülen’i batıya uygun, liberal bir portre olarak takdim ediyor. Erdoğan ve ekibinin ise 11 Eylül torbasına ait “gerici, İslamcı bir yapı” olduğundan bahsediliyor. Ayrıca Gülen’in kendi eliyle bir canavar yarattığına, bu canavarın İslam’ı ve Türkiye’yi mahvedeceğine dair 2009 tarihli sözlerini aktarıyor.
Yazı, Sünni İslamcı Erdoğan portresini pekiştirmek için darbe girişimi sonrası yaşanan tasfiyelerin IŞİD’le mücadele eden askerleri içerdiğini söyleyerek, Erdoğan’ı IŞİD’le ilişkilendiriyor, ama girişim esnasında vurulan Semih Terzi’nin (TSK’nın iddiasına göre) "Suriye’deki faaliyetlerden sorumlu isim" olduğundan söz etmiyor. Bu noktada cahil halk sürülerinin desteklediği bu diktanın yol açacağı tehlikelerden bahsediliyor. Atatürk’le başlayan yazı, şu cümleyle bitiyor: “Atatürk’ün tüm bu olan bitene şaşırmayacağı açık: O, tüm biçimleriyle İslam’ın Türkleri mahvedeceğine kani idi.” Son cümle, başındaki Gülen övgüsü ile çelişmiyor. Demek ki yazar, Gülen’i İslam görmüyor, onu bu sebeple destekliyor. Bu ifadeler üzerinden, herkesin kendisinin özellikle son üç yıl içinde nereye örgütlendiğini iyi idrak etmesi gerekiyor.
* * *
Son üç yılın özeti şu olabilir mi? Gezi, bir daha olmasın diye gerçekleş(tiril)di. 15 Temmuz, bir daha darbe olmasın diyeydi.
Edward Luttwak, “Darbe Neden Başarısız Oldu?” isimli önceki yazısında ise “darbeci subayları Gülencilerin tahrik ettiğini” söylüyor. Başarısızlığın ana nedeninin “ilkin Erdoğan’ın öldürülmemesi olduğu” tespitini yapıyor. “Darbe karşıtı eylemlere bıyıklı erkeklerin katıldığını, tek bir kadının sokağa inmediğini” söylüyor (Yüksekdağ?) ve vatansever değil, İslamcı sloganlar attığından bahsediyor. Bu yazı da İslam ülkelerinin seçimleri iyi idrak ettiğini ve seçim pratiğine epey kıymet verdiğini, ama bu durumun demokrasi için geçerli olmadığını söyleyerek bitiyor. ABD'nin demokrasiden ne anladığını son yüzyıllık tarihte tüm mazlum halklar gayet iyi biliyor.
Ama artık sol, bu anti-emperyalizm bilincinden yoksun. Luttwak’tan farklı tek bir laf etmiyor. Kışlaların şehir dışına taşınması, komutanlıkların bakanlığa bağlanması kimsenin gündeminde değil. Sol da sadece “gerici halk sürüleri”ni doluyor diline. Ona karşı, korkuyu örgütlemek istiyor. Bunun bir tezahürü de Ergin Yıldızoğlu.
Yıldızoğlu, "kapitalizmin, burjuva uygarlığın, tarihi boyunca insanlık adına geliştirdiği tüm kazanımlara sahip çıktığını” söylüyor. Sonraki yazısında, tıpkı Luttwak gibi, AKP’yi “siyasal İslam” başlığında kodlayan Yıldızoğlu, bu İslamcı girişimin, emperyalist-kapitalist yapının “uluslararası güvenlik sistemi”nce engellendiğinden bahsediyor. Özetle, kapitalizmin tarihine sahip çıkan Yıldızoğlu, hepimizi emperyalizmin tarihsel birikimine de örgütlemeye çalışıyor. Önce bizi, AKP’nin “siyasal İslam” olduğuna ikna ediyor, sonra ona karşı birikimle ilgili vehmine, ilerlemeciliğine bağlamak istiyor. Bu havuç-sopa oyununun ajanlarına pek güvenmemek gerekiyor.
* * *
Mustafa Kemal Atatürk, 17 Ağustos 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Başkanlığı’na (gerçek olup olmadığı tartışılagelen) bir mektup yazıyor. Yazıda şu söyleniyor: “Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; ‘Ikre, Bismi, Rabbi’ safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat yapmamıştır.” Safsata olarak nitelenen ifade, Alak Suresi’nin ilk ayetidir. “Cahil halk sürüsü” olarak kodlanan iradenin bugün de tehlike olarak görülmesi, “zengin ve uygar” görülen, bir tür “Türk” kurgusu ile ilgilidir. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği Arap milliyetçiliğine karşı teşkil edilmiştir ve bu Türk’ün gerçek Türk’le bir alakası yoktur.
Atatürk’ün resmi tarihyazımına yaptığı müdahale ile bugün Erdoğan ağzından okunan Sezai Karakoç şiirinde “ey sevgili” ifadesine, klipte Türk bayrağının denk düşürülmesi tutarlıdır. Şiirdeki “sevgili” ifadesi Allah’a dair bir mecaz iken, bugün Atatürk cumhuriyetine bağlanmıştır. Bu açıdan, daha hâlâ “Türk-İslam sentezinden, gericileşmeden, şeriattan” bahsedenler, bir gerçeği gizliyorlar demektir. “Devletin yeniden organize edilmesi şart” diyen Erdoğan’ın Atatürk cumhuriyetini kuranların iradesi hilafına hareket etmesi mümkün değildir. Müslüman-Türk halk kitleleri kadar, batıya entegre olmuş laik kesimlerin de bu organizasyona farklı yönlerden dâhil edilmesi şarttır. Basit devlet yöneticiliği, yüksek siyaset ile bu meselenin ele alınması, günümüzde artık garabete dönüşen siyaset tarzını doğurmaktadır.
* * *
Darbe karşıtı mücadelenin sokak ve halktaki karşılığı, “tanka kafa atan adamlar” birilerini korkutmuştur. AKP’nin bu iradeyi tiyatroya, müsamereye dönüştürmesi, içini boşaltması, onu demokrasi meselesine bağlaması, bu kişilerin içine su serpiyor olmalıdır. Zira kara ve kontrolsüz güç, burjuva siyaseti adına disipline edilmektedir. Bir taraf “vatan sevgisi imandandır” demekte, bir taraf da “sizin vatan dediğiniz, çiftlikleriniz, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekiler” diyen Nâzım’ı unutmaktadır. Unutanlar unutturmak zorundadır.
Kapitalizmin ve emperyalizmin birikimine sahip çıkma ve oradan hız alma imkânını kaçırmak istemeyenler, hâlâ AKP’nin gericiliğinden ve şeriat tehlikesinden bahsetmektedir. AKP eliyle İslamî irade ipotek ve kontrol altına alınmıştır. Bu, kapitalist-emperyalist gidişatla uyumludur. Şeriat tehlikesinden dem vuran çevreler, orta sınıf ve okumuş insanların örgütü olarak lanse edilen Fethullahçılığa bağlanmışlardır. Ne kadar inkâr ederlerse etsinler, artık o yoksul, kara, “cahil” iradeyle tüm ilişki imkânlarını ortadan kaldırmışlardır. Esasında söz konusu ipotek ve kontrolden memnundurlar.
Žižek belki de haklıdır: “Arzuladığımız şeyi elde etmeyi gerçekten istemiyoruz.” Bu tespit özelde sol için de geçerlidir. Devrim ve sosyalizm, bir hayal olarak sürekli ötelendiğinden, bugünün güç ilişkilerinden daima kovulmak zorundadır. O “cahil halk”la ilişkinin kesilmesi bu gerçekle ilgilidir. Sınıfsal olarak bir yücede olanlar, Fethullah’ın hizasına çekilmiş, Erdoğan’ı, en fazla, “ben olsam şöyle yönetirdim” dedikleri devlete layık görmedikleri bir kir olarak değerlendirmişlerdir. Dolayısıyla eleştirilmesi gereken, Erdoğan’ı sevmeme gerekçeleri ve o sevmeme biçimidir. Bu konuda sınıfsal-politik ayraçlar tümüyle silinip gitmiştir. Mansur Yavaş, Ekmeleddin, Fethullah, Kılıçdaroğlu’dan umudun yüzü artık AB ve ABD’ye dönmüştür. Devrim ve sosyalizm bugünden kovulmuştur, lafa, sembollere ve edebiyata indirgenmiştir. Yönetsel ilişkilere dair basit bir strateji oyununa dönüştürülmüştür. Artık tüm altıncı filolar gelebilir. ABD’den gelen ziyaretçiler için yol artık açıktır.
Oysa AB 2006’da bir rapor hazırlamış. Rapor TESEVeliyle piyasaya sürülmüş. Orada komutanlıkların bakanlığa bağlanmasının AB için önemli bir şart olduğundan bahsedilmiş. Kimsenin bu gelişmeye laf etmemesi, baskının içindeki liberalizme örgütlenilmiş olunması ile alakalıdır. Kuklayla, zarfla uğraşmak bu nedenle tek siyasetimizdir. Bize biçilen rol ve misyon budur. Salt devletin yönetilmesi meselesine indirgenen teori, ideoloji ve politika, ezilenlerin iktidar mücadelesine her daim küfretmek zorundadır.
Dolayısıyla, ezbere dayalı olarak geliştirilen, kolaycı bir ayrım olarak, “Avrasyacı-Atlantikçi hat arasındaki gerilim” hikâyesi boş bir hikâyedir. Devlet yeniden organize ediliyorsa, emperyalizm bunu emrettiği içindir. Erdoğan’a “Sünni, şeriatçı, takiyyeci, faşist, gerici” diye saldıranlar, bu örgütlenmede pay sahibi olmak niyetindedirler. Açık toplumculuğun galebe çaldığı koşullarda, kapitalizmin ve emperyalizmin mirasına sahip çıkıldığı bir gerçeklikte, umacı olarak gösterilen AKP, süreci bu şekilde örgütlemektedir. Hillary Clinton’a muhabbetini dile getirenleri “Siyasal İslamcı” diye kodlamak, halkı ve milleti gerçek bir mücadeleden uzak tutmanın adıdır. Rahlesi Foreign Policy ya da AB menşeli raporlar olanların bu topraklarda mazlumlara dair bir hat açması mümkün değildir.
Cidal Haksoy

İslam Devrimi: Fantezi mi Gerçek mi?

Günümüz dünyasında İslam, tüm hızıyla aktif ve tarihsel bir rol oynuyor. İslam’ın havzası, ilk yayılış döneminden günümüze kadar düşünsel anlamda uzunca bir diyalojik sürece sahiptir. Aslında bu diyalog süreci özünde sadece bir entelektüel uğraştan ibaret değildir. Tek başına his ve duyguları harekete geçiren bir haz meselesi de değildir. Bu durum, farkındalık geliştiği sürece, insan ve toplum için kaçınılmaz bir son ve inanılmaz düzeyde ontolojik tarihsel bir hadisedir.
Peki böyle derin bir hakikati içinde barındıran İslam’ın günümüzdeki söylemi neden tam olarak karşılığını bulamıyor? Elbette bunun yüzlerce çeşit sebebi var. Kendisinden önce gelen ilahi dinleri, tahrif oldukları gerekçesiyle yeniden inşa eden İslam’ın geldiği nokta, yine bir tahrifin sonucu mu? Aslında bu evrenselliğin kaynağını ‘vahiy’ olarak değerlendirdiğimiz için dinin korunduğuna kanaat ediyoruz. Peygamber’in ‘nübüvveti’ dışında doğruluğundan şüphe duymadığımız tek kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Peki bu İslam’ın tahrif edilmediği anlamına gelir mi?
Aslında Hz. Nuh’un insanlığa getirdiği mesajlar ile Hz. İbrahim’in müjdelediği hakikatler temelde benzerlik gösterir. Yine Hz. Musa’nın on emri ve Hz. İsa’nın yeryüzünde ilan ettiği çağrı özünde tek ve bir kaynaktan geliyor. “Zorlaştırmayın, kolaylaştırın” hadisine binaen, diğer ilahi dinler gibi İslam’ın da temel öğretileri gayet basit hükümler içeriyor. İnsanlığı kötü olanlardan çekindirip, iyi olanları emretmesi şeklinde özetleyebiliriz. Peygamberlerin insanlara çağrılarıyla aslında insanlık gün yüzüne çıkmıştır. İnsanlar, bu peygamberlerin yoluna tabi oldukları ölçüde hakkı ve doğruyu bulmuş, peygamberlere karşı savaşıp onlardan uzaklaştığı ölçüde de yanlışlara ve kaosa sürüklenmiştir.
Benzer durum İslam Peygamberi içinde geçerlidir. İnsanlığın kurtuluşu Hz. Muhammed’in aracılığıyla gelen vahyi, yine kendisinin yaşadığı gibi anlamakla olur. İşte vahyin hayat bulduğu ve cisimleşmiş halini asrı saadette görüyoruz. İnsanlığın en büyük devrim sahnelerinden birine şahitlik etmiştir. Hem sadece Peygamber’in nübüvvet sürecinde değil, önceki hayatında görebiliyoruz. Ama maalesef bugün Peygamber 20’li yaşlardan 63’e doğru kavranmaya çalışılmamıştır, tam tersi 63’ten geriyor doğru işleyen bir anlayış söz konusudur. O’nu doğru anlayabilmek için, Kur’an’da Peygamber’in övülen yönlerinin ‘’ahlak’’ üzerine olduğunu hatırlamak lazım.
Geçtiğimiz gün Özgür Gündem yazarlarından Ahmed Pelda’nın “İslam Devriminin Hırsızları” başlıklı yazısında dile getirdiği gerçeklerin temelinde yatan problem, asıl devrimin “ahlâk” dışında görülüyor olmasıdır. Zaten yazıda geçen karakteristik durumlar, profil ve örneklemeler, temelde “ahlâksızlık” üzerine kurulan yapıları temsil ediyor.
Sadece konuşarak değil, yaparak da ahlaklı olmanın zorunluluğu ifade edilmelidir. Doğru ahlâkî yapılanma dışında İslam’ın devrimi olmaz. Eğer İslam’ın devrim ve köklü bir inkılab anlayışı ve vazgeçilmez bir amacı var ise, bu da ancak ‘’ahlâkîlik’’ temelinde sosyal, kültürel ve siyasi bir tarzda olmalıdır. İslam’ın evrensel gerçekliği de bunu gerektiriyor.
İslam’ın bugünkü çarpık anlayışlarının panzehri de budur. Eğer devrimci bir İslam’dan bahsedeceksek, şüphesiz, önce İslam’ın devrimini inşa edeceğiz. Madem İslam içinde en büyük hakikati barındırıyor, o zaman doğruluk ve dürüstlük dışında çare yok. Bunu artık fantezi olmaktan çıkarıp, hayal dünyamızın dışına taşırmak hepimizin İslam’a borcu.
İslam devrimi de iktidar ve otoriterleşme üzerinden jakoben bir tarzda değil, tam tersi, insan odaklı, sivil, demokratik, özgürlükçü ve halk merkezli bir ahlâkî toplum ile olur. İslam devrimini hırsızlara, yalancı ve arsızlara bırakmamak adına İslam’ın izzetini muhafaza etmeliyiz. Cümle Müslümanların zaaflarına karşı, İslam kendini “vahiy” yoluyla müdafaa edecektir. İslam’ın bulunduğumuz yüzyılda ontolojik ve tarihsel rolünü üstlenmesi “ahlâk-ı ilahiye” ile olur. Bu minvalde “Eğer biz ahlâk-ı İslamiyenin ve hakaik-i imaniyenin iyilik ve güzelliklerini fiillerimizle göstersek, küre-i arzın bazı kıt’aları İslamiyete dehalet edecekler” diyen âlim ne güzel demiş.
Sefa Mehmetoğlu

3 Ağustos 2016 Çarşamba

İslam Denen Yükten Kurtulmak

Kimin neyi düşündüğü ve niçin düşündüğü kısmında değilim. Herkes layık ettiği şeyi düşünür, herkes layık olduğu şeyi düşünür. Bir başka ifade ile Allah kişiye layık olduğu biçimde ve şekilde düşünmeyi nasip eder. Olan her şey olması gerektiği için olmuştur. Ne olanlardan ne de olup bitenlere dair kimin ne düşündüğünden şikâyetim var.
Kişisel düşüncem o ki; olup bitenler, bu topraklarda "İslam" denen din ile sahici/varoluşsal bir ilişki imkânının neredeyse tümden yok edildiğini hem gösterdi hem de buna olanak verdi. "Millet" olmak ile en son vasıflanacak kalabalıklardan "millet" çıkarsama, siyasetin doğasının zaten silaha dayandığı ve modern devletin bizatihi zaten bir darbe olduğu gerçeğinin insanlar tarafından bile isteye gözardı edildiği günler geçirdik. Vallahi kimseye hakaret olsun diye demiyorum; insanların en çok aptal numarası yaptığı, birbirine bu denli aptal muamelesi çektiği bir başka zaman dilimini kendi hayatımda hatırlamıyorum.
Artık iyice gördüm ki muhafazakârların ve sekülerlerin kesiştiği önemli bir nokta var: İslam denen yükten kurtulmak. Daha net yazayım; olup bitenler; müslümanlık ile malum çevrelerin İslam'ı ne denli bir yük olarak gördükleri ve de ondan kurtulmak için bol paye vatan-millet yanılsamalarını nasıl iştiyak ile inşa ettiğini gösterdi.
Bu toplumun kahır ekseriyetinin kendisi ile varoluşsal bir ilişki kurduğu bir dini yoktur ve bu toplum hiç olmadığı kadar son 15 yılda sekülerleşmiştir...
Bu yüzden esasa ilişkin ciddi şeylerin olup bittiğini sanan herkes hapı yutmuştur. Hepimiz helaka koşar adım gidiyoruz ve koşar adım yürüyüşümüze büyük bir yanılsama yaratılmış oldu.
İsmet Özel bir zamanlar şöyle bir şey demişti:
"Komünist olamadan Müslüman olmuş bir insanın ümmete veremeyeceği zarar yok".
Adnan Fırat Bayar

2 Ağustos 2016 Salı

Zorunlu Bir Cevap

31 Temmuz Pazar günkü Sözcü Gazetesi’ndeki yazısında Ege Cansen adlı köşe yazarı hem kişisel ahlakı, hem de haddini aşarak Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya çamur atmış. Şöyle diyor yazısında:
“Dr. Hikmet Kıvılcımlı'ya göre Türkiye'de devrim pratiği: 1970'li yıllarda Türkiye'de ‘komünist darbe’ tehlikesi vardı. O dönem komünistlerinin, şef ideologlarından Dr. Hikmet Kıvılcımlı, yazılarında şunu savunuyordu:
Türkiye'de işçi ve köylüleri bilinçlendirip örgütleyerek sosyalist devrim yapılamaz. zaten Rusya'da da bu böyle olmamıştır. Komünist devrim, ancak sosyalist subayların yapacağı bir askerî darbe ile gerçekleşebilir.” (italik bize ait)
Bu amaçla askeri okullara sızıldı. Darbe deşifre olunca, kabak, özellikle Deniz Harp Okulu öğrencilerinin başında patladı. Anlaşılan İmam Gülen de Dr. Kıvılcımlı'nın ‘devrim pratiğini’ benimsemiş. Ne yazık ki ondan çok daha başarılı(?) olmayı becermiş.
Son söz: Benzerliğe aldanma, farkı fark et.”
“…yazılarında şunu savunuyordu:” dediği paragrafta söylediklerinin tek bir kelimesi bile doğru değildir. Kıvılcımlı’nın el yazısıyla yaklaşık 50.000 (elli bin) sayfayı bulan külliyatında bu adamın söylediklerine benzer tek bir cümle yoktur. Zaten olsa bu adam da (Ege Cansen) “işkembeden atma yerine “şu kitabının şu sayfasında ya da falan makalesinde” derdi. Bunun yerine apaçık yalan söyleyerek, 69 yıllık yaşamının 50 yılını her nefesinde kapitalist düzenle savaşa harcamış bir mücadele adamını, ömrünün tamamını kapitalist düzene hizmetle geçiren F. Gülen’e benzetme ahlaksızlığına düşebiliyor.
Kıvılcımlı’nın 60 kadarı yayınlanmış 100 kitabı, yüzlerce makalesi, 22 yılı hapiste geçen mücadele dolu bir ömrü var. Davaları, savunmaları var. Buralardan hiçbir referans göstermeden böyle ucuzca suçlamalar ancak sistem görevlilerinin harcı olabilir. Gizli servislerin “Sözcü”sü bir gazetede bir köşe alacaksın, geçmişinde finans kapitale hizmetle dolu yıllar olacak, elbette işçi sınıfına ve onun öncülerine çamur atacaksın. Oysa namuslu bir burjuva aydını bile, çamur atma yerine eleştirmeyi seçer. Eleştireceği kişi ya da görüşten namusluca alıntılar koyar ve diyeceğini der.
Ege Cansen’in bir sonraki paragrafta söylediği “Bu amaçla askerî okullara sızıldı. Darbe deşifre olunca, kabak, özellikle Deniz Harp Okulu öğrencilerinin başında patladı.” cümleleri de yalandır. Komünistleri kendileri gibi ikiyüzlü zannediyor. Komünistler bir yerlere sızmazlar. Sızmak gizli servislerin ve sağcıların işidir. “Bir komünist asla yalan söylemez”, bizzat Kıvılcımlı’nın lafıdır. Sızma falan yoktur. Darbe girişimi de. Zaten 83 sanıklı Teğmenler Davası da darbecilikten açılmamıştır. Ege Cansen’de zerre kadar namus olsa bu iddiasını ispatlayacak bölümler bulup koyar yazısına.
Kıvılcımlı’nın “devrim pratiği” derken de alaycı bir üslupla “İmam Gülen”le benzeştirir. Kıvılcımlı’nın devrim pratiği “düşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz” şiarına sıkı sıkıya bağlılıktır.
Türkiye’nin teorik ve pratik devrim orijinalliğine çözümler üretip önermiş ve çözümlerinin hayata geçmesi için ömrünü vermiştir. Finans kapitalin “Cansen”lerinin onu anlamasını beklemeyiz ama hayasızca saldırılarının da cevapsız kalmayacağının bilinmesini isteriz.
Hikmet Kıvılcımlı Enstitüsü

1 Ağustos 2016 Pazartesi

HDP Hariç Süreci

“Liderler Saraya davet edildi…
HDP hariç”
“Birlik ve beraberliği tahkim amacıyla hakaret davaları geri çekildi…
HDP hariç”
“Liderler Yenikapı mitingine davet edildi…
HDP hariç”
[Gazeteler]
Egemenin neden ‘davet etmediği’ pek anlaşılır. Hayır, hayır kastım HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde elde ettiği başarı yüzünden  başkanlık hayallerinin suya düşmüş olması değil… Ya da sürekli kulağının dibinde ‘demokratik değerlere’ ve ‘Kürt sorununa’ vurgu yapan HDP’nin varlığı da değil tek başına onu rahatsız eden… Bu rakibi eğip bükememesi, ne yaparsa yapsın ‘hizaya sokamaması’, bir türlü etkisizleştirememesi, gündemden düşürememesi de değil… Davet edilmeme nedeninin bütün bu saydıklarımın yanında son derece ‘insanî’ bir boyutunun da olduğu kanaatindeyim. Çok basit ve anlaşılır aslında, dizginlenemeyen kişisel öfke… Egemenin bu tür öfke patlamalarına birçok kere şahit olmadık mı? Bu öylesine bir öfke ki hani ‘sureti haktan görünme’, ‘zevahiri kurtarma’ ihtiyacı bile duymuyor… Siyaseten bile… Takdire şayan!
Bakınız ‘hırsızlık, yolsuzluk, vatan hainliği’ propagandalarını siyasi manifestosu yapmış MHP nasıl da uysal bir koyun gibi hizaya girdi. Nasıl da yedeklendi… Kongresini engelleyebilmek için bile AKP hükümetinin desteğine ihtiyaç duyuyor. Meclis MHP’si AKP’nin ‘elde bir’ oy potansiyeli haline geldi…
Anlı şanlı ordu ve bir zamanların mangalda kül bırakmayan ulusalcı solu egemenin ağzına bakıyor, epeydir. Egemende anti-emperyalizm keşfettiler…
CHP yönetimi de -CHP değil- neredeyse kapana girmek üzere, maalesef! Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda alınan ve ‘anayasaya aykırı ama…’ diye başlayan siyaset parodisiyle de başlamadı süreç. Mustafa Sarıgül’ün İstanbul adaylığından, Ekmeleddin İhsanoğlu mutabakatından geçerek bugünlere geldik. 45 gün süren avara kasnak ‘istikşafi’ görüşmelerde figüran olma basiretsizliği de ayrıca siyaset tarihine kaydoldu… Ha keza il, ilçe ve mahalleler yerle yeksan edilirken en ufak bir demokratik tepki belirtisi gösterememe aymazlığı da unutulmadı… ‘Efendim ben sarayda sordum, neden HDP davet edilmedi, edilmeliydi, dedim’… Eee! Bitti mi, görev tamam mı? ‘Böylece ne kadar demokrat olduğumuzu da göstermiş olduk, olmadı mı?’ Yersen! Aslında E. Kürkçü veciz bir şekilde ifade etti, Kılıçdaroğlu ve CHP yönetiminin açmazını; ‘yeni bir rejim inşa ediliyor ve CHP yönetimine de bu rejimin icazeti solu olma görevi teklif ediliyor’. CHP’den kuvvetli bir tepki yükselmezse, CHP yönetimi bu teklifin üstüne atlayacak gibi görünüyor… Aslında CHP gibi damarlarında devletin kanı dolaşan bir partinin ‘HDP hariç sürecinin’ -eğer genel kabul görüp kronikleşirse- devletin bekası açısından nasıl bir tehlike oluşturduğunu gör(e)memesi de ayrıca kayda değer…
İtinayla tırmandırılan ‘HDP hariç sürecinin’, üzerinde siyaset yapılan zemin açısından ne kadar büyük tehlikelere gebe olduğunun HDP dışındaki sosyalist oluşumlarda da gereken uyarıcı etkiyi yaratmadığı görülüyor. Bu umursamazlıkla malul tutumun demokrasi mücadelesinde CHP’yi kerteriz almaktan kaynaklandığı açık. En azından bir kısım sosyalist oluşumlar bakımından. CHP ile aradaki mesafenin daralmasının, başka bir deyimle HDP ile mesafeyi netleştirme arzusunun sosyalist mücadeleye olsa olsa zararı olur… ‘Efendim egemenin daveti de önemli mi, gidecek miydi ki’ sorusu da son derece yanlış. Sorun gidip gitmemenin ötesinde ‘HDP hariç sürecinin’ nelere yol açabileceğini görmek meselesi.
S. Demirtaş HDP’nin önemini şöyle vurguluyor:
“…Tümüyle Türkleşmiş bir Kürt partisinden asla korkmazlar, tümüyle Kürdistan’a hapsolmuş bir bölge partisinden de asla korkmazlar. Korktukları şey, bu dengeyi sağlayabilen partidir. HDP 7 Haziran’da bu dengeyi sağlayabildiği için zaten rejim kendisini tehlikede hissedip Saray’ın etrafında milli blok oluşturdu.” [Express144]
‘HDP hariç süreci’ bu dengeyi bozmayı hedefliyor. Egemenler bu dengenin bozulmasının bu ‘güzel ve yalnız ülkenin’ dengelerini de bozacağının ne kadar farkındadır, bilinmez.
Biz sosyalistlerin farkında olmama ve tepkisiz kalma lüksümüz yok!
Cengizhan Güngör

30 Temmuz 2016 Cumartesi

Janus

Küçük burjuvanın en önemli hastalığı, herkesin kendisi gibi olduğunu düşünmesidir. Kemal Erdem böylesi bir hastalığın semptomudur. O, Tayyip’i kendisi gibi, zeki ve akıllı zannetmekte, o şekilde takdim etmektedir. Buradan da herkesi Tayyip’le mücadele bağlamında kendisine râm etme gayreti içerisindedir. Tezini sağlama alması için 28 Şubat’ı, 2001 Krizi’ni, 27 Nisan’ı da Tayyip’in örgütlediğini söylemesi gerekir. Tayyip’in bu kadar yüceltilmesi, Erdem gibilerin yüce varlığının görülebilmesi için şarttır.
Anti-tayyibizm tutarsızdır. Tayyip Erdoğan’ı her türlü sınıfsal, iktisadî, tarihsel ve toplumsal ilişkilerden bağımsız, ona karşı çıkan bireyler gibi özel bir birey olarak görmektedir. Dolayısıyla buradan Erdoğan, hem “diktatör” olarak takdim edilmekte, onun ülkeyi tek başına yönettiği söylenmekte hem de “bu darbeyle tam diktatörlüğe geçiş yapıldı” denilmektedir. Bu tarz yazılar ancak Dursun Çiçek kılavuzluğunda yazılabilir. Buradan da “Madem öyle, bu darbe tezgâh, kurgu, neden koşa koşa CHP’nin manifestosunun altına imza atmaya gittiniz?” sorusu gündeme gelir. Taksim Manifestosu’nun ilk cümlesinde “15 Temmuz darbe girişimi parlamenter demokrasimize karşı yapılmıştır” denilmektedir. Sol, CHP-AKP'nin iç içeliğinin, müesses nizam denilen Janus’un iki ayrı yüzü olduğu gerçeğinin üzerindeki örtüdür.
Kemal Erdem’in “tezgâh, tiyatro” dediği darbe girişimini, Erdem’in yazısını yayınlayan örgütün de katıldığı mitingin sahibi CHP’nin ideolojik öncüleri Ayşenur Arslan ve İsmail Saymaz, “fazla şişinmeyin, darbeyi biz durdurduk.” demektedir. Bu noktada özellikle Gezi’den beri Saymaz’ı gölge içişleri bakanı olarak gören sol-sosyalistlerin bu darbeyi bu isimlerin ardındaki güçlerde aramaları gerekir.
Devrimci sosyalistlerse, HBDH başlığı altında, “sistemin en zayıf halkası Erdoğan. Bugünün acil görevi Erdoğan’a yüklenmektir.” demektedir. Darbe girişiminin ardındaki denklemin bu tespit üzerinden de düşünülmesi icab etmektedir. Söz konusu denkleme belirli güç ilişkilerinin dolayımı olarak duhul etmenin bir anlamı bulunmamaktadır. O güç ilişkilerinde belirli bir kudretle varolma imkânı Haziran kıyamında mündemiç ise, onu tarumar edenlerin hangi güç ilişkilerine biat edildiğinin sorgulanması zorunlu.
Dolayısıyla “Devrimci ODTÜ” adına kaleme alınan bildiri Akitile yürütülen bir kayıkçı dövüşünün ürünü. Esas olarak olan biteni internet karşısında izleyen bir kişinin sayıklamasından ibaret. Yazan, ne sokakta var ne de hayatta. Her şeyi internet âleminden görüyor, anlam dünyasını oradan teşkil ediyor. Bırakalım politikayı, bu bildirinin gerçeklik açısından bir karşılığı yok. Derdi tasası AKP karşıtı CHP’ci siyasete eklemlenmek. Oysa görülmeyen şu: CHP, bu milli iradenin ve devletin parçası. “AKP’yi yıksın” diye umutla beklenen ordu işte bu. Demek ki Kemal Erdem gibi komplocu hezeyanlar kaleme alınması bir anlam ifade etmiyor.
Komplocu zihnin gerçekle ilişkisi kopuk. Bu kopukluk zorlama bağlarla giderilmeye çalışılıyor. Mülkiyet bilinci aidiyet bilincini kapı dışarı ediyor. Kemal Erdem ait olduğu Batı dünyasından buradaki mülkiyet bilincine ayar vermeye çalışıyor. Batı’yı “darbeyi eline yüzüne bulaştırmakla” eleştiriyor, ondan daha batı olduğunu söylüyor, oradan da Erdoğan’ın batı karşıtı, milli kahraman mitosuna katkı sunuyor. Bu mitos CHP dolayımı ile kemalizme bağlanıyor. Ak Parti merkezine bu yüzden Atatürk posteri asılıyor. Ahmet Hakan bu çizginin öncüsü olarak anayola işaret ediyor.
Esas olan, uydurma bağ kurmak değil, varolan bağları görmek demek ki. Taksim Manifestosu’nun sekizinci maddesinde Kılıçdaroğlu, sosyalistlere de mesaj vermektedir: “devleti ele geçirme anlayışından vazgeçilmelidir.” Haziran Hareketi o alana bu yüzden alınmıştır. Devletin yeniden inşası orta sınıfın hassasiyetine göre gerçekleşmelidir. Solun ağzından çıkabilecek tek laf budur. Kılıçdaroğlu’nun mesajına Haziran Hareketi tam da bu sebeple şu olumlu karşılığı vermiştir: “AKP tarafından ilan edilen bu savaşa verilecek en etkili yanıt, şiddeti yükseltmek değil, en geniş toplum kesimlerini biraraya getirecek kitlesel, barışçıl, güçlü bir karşı duruşun inşasıdır.”
Şiddeti yükseltmemeye yemin eden Haziran, etnik ve mezhepsel eksende her kutuplaşmanın zararlı olduğunu etnisitelere ve mezheplere, daha doğrusu Kürdlere ve Alevîlere söylemektedir. Bu yeni siyaset sahnesinin emrettiği bir yönelimdir. Özetle Haziran 28 Temmuz tarihli bildirisinde, zahirde düşman olduğunu söylediği AKP iktidarına “şiddeti yükseltmeyeceğine ve etnik-mezhepsel öfkeyi örgütlemeyeceğine, o öfkeden uzak duracağına, gerektiğinde onu ezeceğine”, genel burjuva siyasetinin figüranı olmaya devam edeceğine dair söz vermiştir.
Bu söz, AKP umacısı yaratılırken kullanılan kimi ifadelerde karşılık bulmaktadır. Erdal Kara’nın yazısında İbrahim Karagül’e vururken kullandığı şu ifade bunun bir örneği: “15 yaşındaki gençler bile, evet yanlış okumadınız 15 yaşındaki gençler bile... Bu cümle, cümledeki tuhaf şaşkınlık ifadesi Dev-Lis’e edilmiş bir küfürdür. Bugün aksiyon değil reaksiyon ile siyasetlerini yürüteceklerine dair yemin etmiş olanlar, geçmişte 12 Eylül’de örgüt üyelerine “herkes başının çaresine baksın” talimatı vermekle kendisini esasen lağv etmiş bir ekibin üyeleridir. Geçmişin sömürüsü artık manasızlaşmıştır. Geçmiş de bugünün güçlerince düzlenmek zorundadır.
Habertürk’te Cemaat’in tartışıldığı programda (30.07.16) Prof. Dr. Hilmi Demir, İngiliz istihbarat örgütü MI5’ın radikalizm raporuna atıfta bulunuyor ve bu raporla aynı fikirde olduğunu söylüyor. Rapordaki aynı ifadeyi tekrarlayarak, “Sağduyulu, akli bir din eğitimi verilmelidir” diyor. Cemaat operasyonu toplum kadar tarihi de kapsıyor. İslam içi muhalefet imkânlarının bastırılması için Cemaat bir bahane olarak kullanılıyor. Burjuva aydınlanmasının ve kemalizmin kendisini yeniden ürettiği yer bu anlamda AKP.
Dolayısıyla Ufuk Göllü’nün Taksim mitingine katılanları, Mahir Çayan’a atıfla, “Kendi sağından medet umanlar” olarak nitelemesinin bir anlamı yok. Zira Göllü’ye de Gezi’den beri sakızını çiğnediği Cemaat’in kendisinin sağında mı yoksa solunda mı olduğu sorusu meşru bir sorudur. Haber, istihbarat, teori ve ideoloji kaynağının Cemaat olduğu bu uzun momentte sol örgütlerin de hizaya çekildiğinin görülmesi gerekir. Sol, siyaseti ve ideolojiyi bireyin lüks ayakkabısı içine hapsetmiş, bireydışı, tarihsel-toplumsal olgu ve olaylara küfreder bir yere çekilmiştir. Dün “hırsız” diye bağıranlar, tek siyaseti bu olanların, bugün “burjuva siyasetinin restorasyon sürecinin parçası olunmamalı” demesi manasızdır. Sırf nicelikçi bir yerden mitinge katılımını kılıflandıran da (bkz. Nuray Sancar) aynı nicelikçi yerden tek merkez olarak Kürd’ü işaret eden madalyonun iki yüzü gibidir, aynı siyaset anlayışının iki farklı tezahürüdür.
Özetle, Mahir’in tespitinin manasına atıfla, sol ve sağ oportünizm özde aynıdır. Kurtuluş, özelleşmiş, tarihsizleşmiş, halksızlaşmış, temelden ve mayadan mahrum kalmış, aklî, kalbî ve maddî birikimimizi ezilenlerin mücadele tarihine, tarihî mücadelesine, o ateşe atmaktadır.
Yusuf Karagöz