14 Ağustos 2016 Pazar

15 Temmuz Sonrası: Bir Kez Daha

Bir gerçeği tespit etmek gerek. Muktedirin değişen koşullara uyum sağlama yeteneği olağanüstü. Kısa bir dönem içerisinde AB perverlikten AB düşmanlığına; Fethullah örgütü düşkünlüğünden, Fethullah düşmanlığına; askerî vesayet karşıtlığından, mitinglerde Genelkurmay Başkanı konuşturmaya; Rusya düşmanlığından ve Rusya’nın Suriye’deki rolünü kınamaktan, Rusya dostluğuna ve Suriye’de çözümün Rusya olmadan gerçekleşmeyeceği görüşüne; İsrail’in ‘katil devlet’ olduğu iddiasından, aynı ülkeyle ilişkileri geliştirmek aşamasına; dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı duruştan, dokunulmazlıkların kaldırılması aşamasına; ‘çözüm’ süreçlerinden savaş süreçlerine bir çırpıda sıçranıveriyor… Belli başlılarını dile getirdiğimiz bu listeye şüphesiz bir dizi başka örnek de eklenebilir…
14 yıllık iktidar sürecine damgasını vuran bu sert kırılmalar, 180 derece dönüşler; bir başka deyişle, düşmanlıktan-dostluğa, karşıtlıktan-taraftarlığa geçişler tutarlı bir zemin teşkil eden ideolojik-politik referanslara da dayanmıyor… Ha keza siyaset bilimcilerinin sıkça vurguladığı ‘esnek politika’ zorunluluğunun gereklerine de!.. Tamamen muktedirin kendi iktidarının devamını ve bekasını garanti altına almaya yönelik sıçramalar… Bu sıçramalarda zaman zaman ‘o gün için öyle görünmek zorunluluğu(!)’, yani takiyye motivasyon kaynağı oluyor. Diğer yanda ‘paçanın fena halde sıkışması’…
Bu ‘yeteneğin’ iki yönü var kuşkusuz. Bir yanıyla ‘fosluğa’, ülke içi ya da uluslararası politikanın gerçeklerinden uzaklığa, politikalarının ve programlarının içinin boşluğuna… Ve hatta bütün bu hamaset dolgusuyla işlenen politikaları yerine getirmek için gerekli güçlere, kadrolara sahip olmamasına. Yani ‘el yardımına’ muhtaçlığa… Bu yanı muktedirin zaafına işaret ediyor.
Diğer yanıyla 14 yıldır ciddi ‘badirelerle’ karşılaşan iktidarın, değişen koşullara, hiçbir ilkesel kaygı taşımadan, geçmiş müktesebatına uygunluğu tasasını zerre miskal taşımadan uyum sağlayarak, bu badirelerden sıyrılabilme yeteneğine işaret ediyor. Bu açıdan politik psikoloji anlamında ‘kişilik bölünmesiyle’, ‘çok kişiliklilikle’ malûl iktidar, bu özelliğini ‘kuvvete’, krizleri fırsata çevirmeyi becerebiliyor… Ve ilginç olan şu ki, sıçradığı yeni platformda bir zamanlar düşman olduklarıyla müttefik olmayı; liberallerden koparken ulusalcıları yedeklemeyi beceriyor… Ya da bir kısım muhalefet odaklarını paralize etmeyi…
Darbe Sonrası!
İktidar egemenleri 14 yıllık iktidarlarının en büyük ‘kriziyle’ 15 Temmuz 2016’da karşılaştı… Bir zamanların ‘kanka’sı, bütün operasyonlarda birlikte hareket ettikleri ortakları TSK içindeki güçlerini harekete geçirerek kanlı-faşist bir darbe girişiminde bulundu.
Bugünden geriye baktığımızda ‘çekirge’ ateş çemberinden yine kurtulmuş görünüyor, üstelik döneme özgü yeni avantajlarla birlikte… Günün geçerli sloganı ‘darbelere karşı büyük milli uzlaşma’… Etkili olmuşa benziyor… ‘Darbelere karşı mısın-değil misin, milli uzlaşma sağlanıyor’ psikolojik terörü, daha 14 Temmuz’da muhalif olan kimi güçleri hayırhah bir tutuma sürüklerken ve paralize ederken, İktidar daha öncesinden yedeklediği MHP’nin yanına en büyük muhalif parti CHP’nin yönetimini de eklemlemeye çalışıyor. Bu yolda CHP’de -şimdilik olmasını umuyorum- ökseye yakalanmış görünüyor… Üstelik OHAL kararnameleriyle, onbinlerce gözaltı ve tutuklamalarla, hapishanelerin dolup taştığı, “Fetöcü yakalama kampanyası” adı altında fırsat bu fırsat bütün muhaliflerin içeri tıkılmaya çalışıldığı, tarihin en büyük asker-sivil bürokrat ve akademisyen tasfiyesinin yaşandığı koşullarda… Üstelik para-militer sokak güçlerinin örgütlenmesinin provalarının yapıldığı-tamamlandığı koşullarda… Medyada da kırıntı halinde kalmış muhaliflerin yerlerine yeni yandaşlar eklenerek tam tekel sağlanmış görünüyor. HDP’nin şahsında ‘elbirliği ile’ 6 milyonun dışlandığı ve linç çağrılarının yankılandığı koşullarda yeni bir ‘rejim’ inşa ediliyor… Devlet yeniden yapılandırılıyor… İktidar güçlerini konsolide ediyor, muhalif aydınlar yeniden saflaşıyor…
Bu böyle ne kadar daha devam edebilir? Çekirge daha kaç kere sıçrayabilir? Krizi fırsata çevirme, yeni durumlara hemen uyum sağlama yeteneği daha ne kadar sürebilir? Belirsiz…
Üstelik batının hegemonlarının müttefiklerine nerede patlayacağı belli olmayan bir el bombası olarak baktığı, artık ‘sabrın’ sınırlarına gelindiğinin gözlemlenebildiği koşullarda; bütün manevralara rağmen Rusya ile ilişkilerin düzelmesinin zamana ve ciddi tavizlere bağlı olduğu koşullarda… Ortadoğu’da düşülen bataklıktan çıkmak için çırpınıldığı koşullarda…
Ülkenin ‘öngörülebilir ülke’ olmaktan çıkarak dış yatırımların çekilmeye başladığı, turizm gelirlerinin neredeyse sıfırlandığı koşullarda yakın ve orta vadeli gelecek belirsizliğini koruyor.
Sonuç olarak, iktidarın hacıyatmaz gibi her şart altında dört ayağı üzerine düştüğü ve otokrat iktidarını koruyabildiği zeminin, kelimenin gerçek anlamında en geniş demokrasi cephesinin kurulamadığı koşullarda gerçekleştiğini de unutmamak gerekiyor. Hastalığın ilacı burada…
Cengizhan Güngör

11 Ağustos 2016 Perşembe

Utanç

Şuan Hollanda yolunda değilim. Hollanda ve Fransa gazetelerinden belirli bir hükme varabildiğim kadarıyla Almanya bugün çamura batıyor ve giderek daha da dibe vuracak. Seni temin edebilirim ki Hollanda’da bile olsa, bir insan ulusal gurur konusunda bir duyguya sahip olmasa da gene de ulusal düzeyde bir tür utanmaya sahiptir. En beş para etmez bir Hollandalı bile en mükemmel Alman’a kıyasla hâlâ bir yurttaş olma vasfına sahiptir. Yabancıların Prusya Hükümeti ile ilgili kararları bu yöndedir! Bu konuda herkes tam bir oydaşma içerisindedir. Prusya’daki sistem ve bu sistemin sahip olduğu temel nitelik artık kimseyi aldatamamaktadır. Bu nedenle orada kurulan yeni okul belli ölçüde kullanılabilmiştir. Liberalizmin yüzündeki peçe düşmüş, o en mide bulandırıcı despotizm tüm çıplaklığı ile bütün dünyanın gözü önünde faş olmuştur.
Her ne kadar olumsuz bir nitelik arz etse de bu önemli bir ifşaattır. Bu hakikat en azından vatanseverliğimizin boş olduğunu görme konusunda bizleri eğitmiş, devlet sistemimizin anormalliğini göstermiş, büyük bir utançla yüzlerimizi saklamaya itmiştir. Bana bakıp gülüyor ve şunu soruyorsun: Bu bize ne kazandırdı? Utanç devrim yapamaz ki. Benim cevabımsa şu: Utanç zaten bir tür devrimdir. Utanç, Fransız Devrimi’nin 1813’te Alman vatanseverliği karşısında kazandığı zaferdir. O insanın kendi içine dönen bir tür öfkedir. Eğer tüm bir millet gerçekte utanma nedir biliyorsa, sıçramaya hazırlanmak için yere çöken bir aslan hâline gelir. Kabul ediyorum, Almanya’da utanmanın izine bile rastlanmamaktadır. Aksine bu sefil halk hâlen vatanseverdir. Ama yeni şövalyenin [IV. Frederick William] kurduğu bu saçma sapan sistem olmasaydı, hangi sistem bu vatanseverliği devredışı kılmaya mahir olacaktı ki? Despotizmin bizi sahnelemeye mecbur ettiği komedi bu şövalye için tehlikelidir, geçmişte İskoç ve Fransız Krallığı'nda sergilenen trajedi kadar tehlikelidir. Uzun süre bu komedi fiiliyatta gerçekleşen bir şey olarak görülmese bile, o pratikte bir devrime varacaktır. Devlet, bir tür palyaço oyunu hâline gelen, ciddi bir meseledir. Aptallarla yüklü olan bu gemi, muhtemelen rüzgârın inayetiyle bir süre daha yol alacaktır, ama esasta o kadere inanmadığından halk illaki o kaderiyle yüzleşecektir. Bu kader yaklaşmakta olan devrimdir.
Karl Marx’tan Arnold Ruge’ye
Hollanda’ya giden kanal teknesinde
Mart 1843

Seküler Müslümanlığın Geleceği

Dünyada dinlerin devletler ve toplumlar karşısındaki etkisi son 200 yılda hızlı bir değişime uğruyor. Ortaçağ Avrupa’sında Kilise’nin durumu ve örneğin Fransız elitlerinin karşıt olarak geliştirdikleri tartışmalar derinleştikçe, devlet düzeni yerini laikliğe bırakmıştır. Günümüze doğru evrilerek hem toplum hem de siyaset alanında sekülerleşen bir durum söz konusudur.
Yine biraz farklı olarak bu durum Amerika’da da yaşanmıştır. Fransız Devrimi’nden etkilenilmiş olsa bile din daha çok hayat bulmuştur. Bu da toplum ve idare nezdinde aşırı uç sekürlerleşmeyi kısmen de olsa durdurmuş, kültürel yaşam şekli olarak din toplumdan tamamen uzaklaşmamıştır. Bu iki ülke örnekleminde laiklik ve sekülerizm ayrışan bir neticeye varmıştır. Amerika’da seküler toplum kendini yavaş yavaş inşa etse bile mesela Amerikan filmlerinde vurgulanan Hristiyanlık ve kilise temaları keskin bir kopuşa henüz varılmadığını göstermektedir. Fransa’da ise tersi olarak laiklik ve sekülerizm sistematik ve kurumsal tarzda siyaset eliyle uygulanmıştır.
Maddi yönü temsil eden iki batı ülkesindeki duruma karşılık olarak, manevi dinamikleri olan Ortadoğu’da da durum çok farklı değil. Yine örnek olarak Türkiye ve Suudi’ye bakabiliriz. Küreselleşen dünyada İslam ülkelerinin son 100 yıllık süreci incelenmeye değer. Elbette bu değişimin altında yatan çeşitli sebepler vardır. Sanırım konumuz olan sekülerleşme tehlikesinin de başlıca nedeni ‘din’ olgusunun eksik ifade edilmesidir. Bunun karşılığı olarak dine karşı dinin geliştirdiği alternatifler ise maneviyat yerine maddi dünyaya hapsoluyor. Özellikle Mekke ve Medine gibi kutsal ve aynı zamanda İslam âleminde medeniyetin inşasına öncülük eden iki şehir bugün vahşi kapitalizmin esaretine girmiştir. Sosyal adalet ve ahlak ile pekiştirilemeyen ibadetler, kılık, kıyafet ve şekil üzerinden dış dünyaya görünen yüzü, özünü bulamayıp kabuğuyla uğraştırıyor. Bilim, teknoloji, sanat ve hikmet yerine hazır tüketim üzerine kurulu devasa yapıtlar ile kentleşerek sekülerleşiyor. Bunu yaparken de laiklik ve şeriat arasında korkunç bir uçuruma yaklaşılmış.
Batı ve doğu bloğu arasında kalmış Türkiye’deki durum ise son 15-20 yılda farklı bir kulvara ulaştı. İslam ülkelerine rol model olabilecek bir yapıya sahip olmasına rağmen bir takım handikaplar dolayısıyla belirsizliğe sürüklenmiştir. Bugün Suudi’de devlet eliyle kurumsal bir uygulama söz konusu olmazken, Türkiye, toplumsal dinamikler ve Müslümanlar eliyle alabildiğince sekülerleşmeye gidiyor. Sekülerleşen Müslüman algının bir kanadını milliyetçiliğe bulaşmış ulus-devlet anlayışı, diğer kanadını ise teknolojinin insanı kendisine yabancılaştıran yanı, kapitalizm ve düzensiz kentleşme oluşturuyor. Düşünün ki Müslümanlar iktidar oluyor, ancak toplumsal sorunların hangi birisi çözülüyor? Bu bile dine zararla beraber dini salt dünyevileştiriyor.
Müslümanların iktidar sarhoşluğuyla dünyevileşmesi maalesef muhtemel sonuç oldu. Her ne kadar Allah inancı olsa bile, muktedir olmak bir anlamda Allah’a olan ihtiyacı bertaraf ediyor. Dolayısıyla ortaya, “Allah var” deyip, O yokmuşçasına yaşamak gibi bir sonuç çıkıyor. Anadolu Müslümanlığı ve sosyolojik durum göz önüne getirildiğinde toplumun bütün kademelerinde bu iktidar lezzetine rastlanır. ‘Tek millet’ üzerinden ulusalcılık kutsanarak dinî kılıfına uydurup, asıl kutsal olan ise sıradanlaşmıştır.
Müslüman kesim iktidarlaştıkça maddeten terakki etti. Milliyetçilik üzerine iktidar, iktidar üzerine kapitalizm inşa edilerek korkunç bir dünyevileşmeye sebep oldu. Bir süre sonra da sistematik bir şekilde uygulanmaya başlandı. Sonuç olarak da laiklik handikapından kurtulmadan aniden sekülerleşen sözde ‘dindar nesle’ dönüştü. Son tahlilde maneviyatı temsil eden tarikat ve cemaatlerin dünyaya perestiş etmeleri (ona tapmaları) bundandır. Oysa dünya işleri, Hakkın rızası ve halk için, ahireti de dâhil ederek olmalıdır.
Kültürel kodları İslam ile bütünleşmiş olan halklar, maddeden terakkiyi yine manevi dinamiklerle beraber harmanlayabilirse İslam’ında izzetini korumuş olurlar. Bu da ‘denge’yi ifade eder. Özellikle demokratik, özgürlükçü ve laiklik çözümlemesi ile farklı inançları da kapsayan bir anlayış dinin maneviyatını da diri tutacaktır.
Ey Nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.”
Sefa Mehmetoğlu

Patronlar OHAL'i Fırsata Çeviriyor

5 yıldızlı bir otelin Genel Müdürü duyuru panosuna astığı bildiride şunları söylüyor:
“İstirahatli personel hakkında, tüm departmanlara;
Bugüne kadar birçok defalar Personel İdari İşleri Müdürü, İnsan Kaynakları Müdürü ve departman müdürlerine ikazda bulunmama rağmen hâlâ istirahatli, izinli veya tatilde olan personele telefonla ulaşılamamaktadır. Gerektiği hâlde istirahatli olan personelin evine kontrol gönderilecektir. Bu işleri Personel İdari İşler Müdürü ve İnsan Kaynakları Müdürü takip edecektir.
Tüm personel turizm sektöründe çalıştığını ve nasıl çalışacağını unutmamalıdır. İstirahatlerin yarısının bozuk düzenden dolayı keyfi alındığının farkında olmamıza rağmen her şeyi ile kanuni çalıştığımız için kanunî işlemlere hiçbir şey yapamamaktayız. Fakat her türlü kontrol hakkımızı kullanırız. Bu olaylar ile düzgün çalışan personelin hakları ihlal edilmektedir. Tüm müdürlerin dikkatine.
İstanbul Çınar Hotel Genel Müdürü Esen Çetingil”
Genel müdür hızını alamamış, OHAL’den vazife çıkararak, istirahat eden işçilerin nerede istirahat edeceğine karar verme, bunu denetleme yetkisini kendi kendine bahşetmiş. Turizm sektöründe örgütlenen işçi arkadaşlar, OHAL ilanından önce böyle bir tehdide otellerde patronların kolay kolay cesaret edemediğini söylüyorlar.
Devam edelim.
Elazığ’da AKSA Elektrik Arıza’da yürütülen toplu iş sözleşmesi sürecinde tıkanıklık yaşanıyor. İşçiler eylem yapmaya karar veriyorlar. 25 işçi gözaltına alınıyor. Polis işçilere şöyle diyor:
“Eylemi bitirmezseniz 30 gün gözaltı yaparız!” (OHAL ilanıyla gözaltı süresi 30 güne çıkarılmıştı.)
Adana’da aylardır maaşları ödenmediği için direnişte olan Ekoroma işçilerinin Mersin’e girişleri ve bildiri dağıtımları OHAL gerekçesiyle engelleniyor. İşçiler gözaltına alınmakla tehdit ediliyor.
OHAL’den faydalananlar sadece patronlar, genel müdürler ya da polis de değil. Sarı sendikalar da, OHAL sopasını işçiler üzerinde deniyor. Haksız yere işten atmalara karşı tepkilerini eylemle göstermek isteyen BEDAŞ işçilerine Türk-İş’e bağlı Tes-İş Sendikası: “OHAL sürecinde eylem yapmanın cezası 30 gün gözaltı süresi. 40 kişiden 10 kişi atılacak ama eylem yaparsanız bu sayı artabilir” diyerek, onları eylemden alıkoymaya çalışıyor.
Örnekler daha da çoğaltılabilir. Farklı sektörlerden işçi arkadaşlar son dönemde patronların büyük baskısı altında kaldıklarını anlatıyorlar.
Bu patronları, genel müdürleri, polisi, sarı sendikaları cesaretlendiren nedir?
2 Ağustos'ta “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”nde yapılan “Uluslararası Yatırımcılarla Yüksek Düzeyli Ekonomi Toplantısı”nda Tayyip Erdoğan'ın yaptığı konuşma bu konuda bize bazı önemli ipuçları verebilir:
“İlan ettiğimiz bu OHAL ile devletin işleyişini hızlandırmak, bunu hızlandırırken de devletin yeniden yapılanması sürecini başlattık.
TBMM'de bekleyen Ekonomik Reform Paketlerinin süratle yasalaştırılması konusunda arkadaşlarımız ile hemfikiriz. Darbe girişimi ile ilgili süreçler Kanun Hükmünde Kararnameler ile yürütüldüğü için meclis gündeminin tıkanması, Ekonomik Reform Paketlerinin ötelenmesi söz konusu değildir.”
İki gün sonra, yine “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”nde yapılan “Oda ve Borsa Başkanları ile İstişare Toplantısı”nda Tayyip Erdoğan şunları söylüyor:
“Kalkıp ‘devletin malı deniz yemeyen domuz, girdin mi içeri ölene kadar kal orada’... Böyle bir şey olmaz. Şimdi devleti bunlardan arındırma zamanıdır, tüm sektörleri arındırma zamanıdır. Bu yasal düzenleme Anayasa değişikliği gerektiriyor ve ben bu konuda muhalefet liderleriyle yaptığım görüşmede kendilerine söyledim.”
Bu konuşmalardan patronlar büyük cesaret alıyorlar. Memnuniyetlerini kurumsal yayınlarında da dile getiriyorlar. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) tarafından hazırlanan Temmuz 2016 Ekonomi Bülteni’nde; “Küresel yatırımcılarla Hükümetimizin temasa geçerek güvence vermesi isabetli oldu, finansal piyasalardan önemli bir sermaye çıkışı yaşanmadı, çıkan da geri dönmeye başladı” yazıyor.
ABD finans kapitalinin sözcüsü Financial Times gazetesi 11 Ağustos 2016 tarihli sayısındaki haberinde Türkiye burjuvazisindeki panik havasını çok iyi yansıtıyor:
“Temmuz ayındaki darbe girişiminden sonra, Türk Bakanlar, yetkililer ve ticaret organları dünyanın en büyük on yedinci ekonomisinin iyi durumda olduğunu kanıtlamak için büyük çaba gösteriyor, yatırımcılarla görüşüyor, yabancı basına reklâm veriyor ve güven artırıcı bir dizi önlem paketi açıklıyor.
Türkler, piyasaları ve yatırımcılara güven verme telaşı içindeler. Özellikle de, Moody’s Kredi Derecelendirme Kuruluşu’nun Türkiye’nin ulusal borcunu batık ilan edebileceği uyarısını yaptıktan sonra.
Moody’s, Fitch’le birlikte Türkiye’yi “yatırım yapılabilir” olarak gören tek kuruluş. Bu kuruluşların “yatırım yapılabilir” değerlendirmesi dünyanın en büyük fonlarının Türkiye’de kalmasını sağlıyor. Bu statünün kaybedilmesi, 10 milyar dolar civarında tahvilin otomatik olarak satılmasına yol açacak.
Analistler, böyle bir durumda, Türk ekonomisinin küresel şoklara çok açık hale geleceğini, borçlu Türk banka ve şirketlerin borçlanma masraflarının yükseleceğini ve büyümenin duracağını düşünüyor.”
Marx’ın şu satırlarını hatırlatmadan edemiyoruz:
“Kredi, ücretli emeğin sermaye tarafından, proletaryanın burjuvazi tarafından, küçük burjuvazinin büyük burjuvazi tarafından sömürülmesinin geleneksel tarzda devam edeceğine olan güvene dayanır. Bu yüzden, doğası ne olursa olsun, proletaryanın her siyasi hamlesi, eğer bu hamle burjuvazinin doğrudan emri altında gerçekleşmiyorsa, bu güveni sarsar, krediyi zayıflatır.” (Karl Marx, Burjuvazi ve Karşı Devrim, Marx-Engels Toplu Eserler, c. 8)
Görüldüğü gibi, Türkiye burjuvazisi durgunluktan, borçlarından sıyrılmak için siyasi krizi fırsata çevirmeye çalışıyor ve işçi sınıfına yönelik saldırılarını artırıyor.
Bütün bunlar göstermektedir ki burjuva yazarçizer takımının işçilere vaaz ettiği gibi “siyasetle ilgilenmemek”, yalnızca “kendi ekmek davasına” bakmak işçileri kurtarmıyor. Mevcut kavganın burjuvazinin kendi içindeki bir iktidar kavgası olduğu doğrudur. Ama bu tür “aile içi” kavgaların en ağır faturası herkesten çok işçilere ve emekçilere çıkarılmaktadır. Ancak işçiler olarak kendi bağımsız siyasal, sendikal vb. örgütlenmemizi gerçekleştirebilirsek, ülke gündemini sürekli burjuvazinin kendi içindeki ikiyüzlü iktidar ve menfaat kavgalarının işgal etmesine ve bizim taraf olmadığımız kavgaların faturasının hep bize çıkarılmasına bir son verebiliriz.

Minyeli Abdullah

Size Minyeli Abdullah’tan bahsedeyim.
Hani Hekimoğlu İsmail denen adamın yazdığı, Berhan Şimşek denen tırşikçinin başrol oynadığı.
Kemalizmi iğneleme mahiyetinde İhvan ve Nasır ikilemini yansıtan bir film.
Abdullah, memurdu ve memuriyetten oldu.
İstasyonda hamal oldu “ipiyle”, sırtındaki küfesiyle eşya götürüp getirdi.
Nasır devrimi onu emniyet komiseri yaptı.
Bir gün bir vakada karşısına hırsızlıktan burjuvaya mensup biri gelince orada iş değişti. Minyeli, cezada ısrar edince bürokrasi devreye girip ona “sen kimsin?” diye sordu.
Abdullah hepsini karşısına alınca, komite ona “sen kime güveniyorsun?” deyince Minyeli, “beyefendi ben önce Allah a sonra ipime güveniyorum.” dedi.
Evet, güvenecek ipi olmayanlar, “Allah bize yetmiyor mu?” diyor bugün.
Kusura bakmayın ama yetmiyor gördüğünüz üzre.
Güvenecek ipi olmayanlar cüret edemezler...
İhsan Polat

Dünün ‘Cemaatçi’leri Bugünün Mağdurluğuna Oynuyor

15 Temmuz tarihinden itibaren istisnasız televizyon ekranlarına çıkan aydın, akademisyen, bürokrat, asker, polis, sivil, sağcı, solcu, Kemalist, laik, ulusalcı, Cumhuriyetçi, Kürt, Türk, Arap, dindar, dinsiz, taraflı, tarafsız, ya da gazete ve internet sitelerinde yazan çizenlerden kimin ağzını açsan veya mikrofon uzatsan, hemen hemen herkesin ortak fikri; ‘eğer bu darbe girişimi başarılı olmuş olsaydı, bu karanlık yapı, bu karanlık örgüt ilk önce bizi yok edecek, bizi kurutacak ve bizim suyumuzu sıkacaktı' gibi cümlelere şahit olmaktayız.
Peki kardeşim, bu yapı yıllardır iktidarda idi ve hatta iktidar ötesi bir güce sahipti. O gün size dokunmayan güç bugün neden dokunsun? O gün dokunduğu güçler ortada değil mi?
Aleyhine atıp tuttuğunuz bu karanlık örgüt, istediğini aziz, istediğini rezil ederken, istediğini yükseltip istediğini alçaltırken, istediğini içeri tıkıp istediğini içeriden çıkartırken size hiç dokunmadı.
Şimdi edebiyat yapan siz edepsizler…
'Cemaat'in hüküm sürdüğü, parlatıldığı, göklere yükseltildiği, ‘Mehdiyet hareketi' olarak görüldüğü, paraya hâkim olduğu, gücü elinde bulundurduğu, itibarlı görüldüğü, vatan millet sevdalısı görüldüğü, öpücük yağmuruna tutulduğu, yerlere göklere sığdırılamadığı, hakkında konferanslar tertiplendiği, ‘dinlerarası diyalog' organizasyonları tertiplediği, toplantılar düzenlediği, uluslararası organizasyonlar düzenlediği, para bastırdığı, medyayı elinde bulundurduğu, algı operasyonlarını yaptığı, dinle oynadığı ve değiştirmeye yeltendiği, icazet makamı kabul edildiği, iş dünyasını yönlendirdiği dönem de sizler o gün;
Kafası çalışmayan öğrenci iken en güzel ve gözde üniversitelere yerleşmediniz mi?
Ticareti kötü giderken ya da iflas bayrağı çekmek üzereyken, bir anda parlayıp ülkenin sayılı işadamları konumuna gelmediniz mi?
Bir gazete veya dergiye abone olabilecek gücünüz yokken, gazete ve dergi sahibi olmadınız mı?
Veresiye yazan mahalle bakkalı iken, üretim tesisleri açan veya marketler zinciri sahibi olmadınız mı?
Öğretim üyesi iken, hızlı bir yükselişle doçent ve profesör olmadınız mı?
Uzman iken astsubay, astsubay iken subaylığa terfi olmadınız mı?
Normal düz memurken, genel müdürlükle müşerref olmadınız mı?
Trafik polisiyken, başkomiserliğe yükselmediniz mi?
Çoban bile olamazken, millete vekil olmadınız mı?
İtibarın ‘i'sinden nasip alamamışken, bir anda en itibarlı yer ve konumu işgal etmediniz mi?
Hiçbir şeyiniz yokken, ‘A.Ş.’ler patronu olmadınız mı?
İki kelimeyi bir araya getiremezken, tüm televizyon kanallarının gülen yüzü ve aranan sunucusu, programcısı, yapımcısı olmadınız mı?
Millete kaset hazırlayıp medyaya servis edilirken, hepiniz başka kadınlarla eğlenip zevkin doruklarını yaşamadınız mı?
Bunların “kara” dediğine “kara”, “ak” dediğine “ak” demediniz mi?
İçeriye tıkılması gereken sizler, dışarıda eğlenmediniz mi?
Bu yapılanlara “yanlış” diyenleri, vatan hainliği ile suçlamadınız mı?
Ceplerinizde çay parası yokken, beş yıldızlı otellerde konaklamadınız mı?
“Cennetin yolu İran'dan geçse yolumu değiştiririm” sözüne binaen, İran'ı düşman ve kâfir görmediniz mi?
Kürt halkına ve Şiilere iftira ve hakaret içerikli “Tek Türkiye” dizisini kendinden geçerek izleyen izleyici kitlesi olmadınız mı?
Hepiniz memur, bürokrat, vali, bakan, genel müdür, TV programcısı, kahraman, yazar, çizer, aydın, prof, işadamı, sanatçı, kanaat önderi, vekil, göbeği şişkin, ensesi kalın, iki üç kadını aynı anda idare eden, birer ‘baron’ olmadınız mı?
Lüks arabalara binen, lüks yerlerde yiyen, içen, konaklayan, lüks mağazalardan giyinen, bilmem burun ve dudaklarınızı beğenmeyip estetik operasyonlar geçirenlerden olmadınız mı?
Ne zaman çay ocaklarında çalışan garson, lokantada bulaşıkçı, inşaatlarda sıvacı ve kalıpçı, sitelerde bekçi, minibüs ve otobüslerde muavin oldunuz ki?
Hepiniz 'Cemaat'in etkin ve asıl darbeyi gerçekleştirdiği o zaman da; rahat yaşam sürerken, tüm nimetlerinden faydalanırken, gününüzü gün ederken şimdi gücün, iktidarın eline geçtiği bu süreçte; ‘yok darbe girişimi başarılı olsaydı, ilk bize dokunacaktı' diye kendi kendinize iftira atmakta neyin nesi?
‘Cemaat'in iktidarı döneminde asıl darbe yapılmıştı zaten. O darbe de mağdur olanlar belli değil mi?
Bu mağdurlar, mazlum Kürt halkı, emperyalist ve Siyonist karşıtı inkılâbi müminler, ‘İnkılâp' ve ‘Direniş' yanlıları ile irili ufaklı birkaç İslamî yapı ve şahıslar değil miydi?
Bugün edebiyat ve laf kalabalığı yapan sizler; güç nerede ise oraya yanaşmaya çalışan hayâsız ve omurgasız tiplersiniz.
Dün ‘Cemaatçi', bugün ‘iktidarcı', yarın güçlü olan kim olacaksa ‘o'cu olabilecek omurgasız, haysiyetsiz tiplersiniz.
Dün İsrail'e düşman, bugün dost, dün Rusya'ya düşman, bugün dost olabilecek, düşünme yetisini kaybeden ve paradan, makamdan başka bir şey düşünemeyen zavallılarsınız.
'Cemaat'in bu pisliklerini, kirliliğini, zulmünü, kumpaslarını, ikiyüzlülüğünü ortaya çıkaran yüce Allah, elbette yarın da sizin kimlere hizmet ettiğinizi, kimlere kul ve köle olduğunuzu, kirli ilişkilerinizi, çapsızlığınızı, çirkefliğinizi, neye taptığınızı, kimleri ilah edindiğinizi de ortaya çıkaracak güç ve kuvvettedir.
Nasıl ki; gerçek ‘28 Şubat' mağdurları ortada iken, ‘28 Şubat'ı destekleyen 'Cemaat' ve bireyleri, ‘28 Şubat' mağdurları edebiyatı yapıp, bugün gerçek anlamda rezil ve rüsva oldularsa, bugün de 'Cemaat'in mağdurları olmuş insanlar ortada iken, 'Cemaat'le yıllarca kol kola giren, tüm imkânlarından yararlanan siz yalancılar da rezil ve rüsva olacaksınız!
‘28 Şubat'ın gerçek mağdurları nasıl şerefini koruduysa, 'Cemaat'in de mağdurları şerefini koruyacak.
İnşallah mağduriyet sırası; kendi kendine iftira eden, selfi çeken, edebiyat yapan, Suriye'yi yıkan ve her zaman güçlüden yana tavır alıp mazluma tekme atanların olacaktır.
İlahi adalet yerini bulacaktır!

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Galatasaray’ın Sağ Bek Sorunu

Burjuva siyaset açısından ideolojik âlemde mevzi, akademiden medyaya doğru kayıyor. Ol sebeple akademi medyatik hatta geriliyor. “Marksist akademisyen” dedikleri kişilerin Marksizme ve Marksist teoriye tek bir katkısı yok. Uluslararası planda sözü geçen tek bir isme rastlanmıyor. Bölgeye ve ülkeye dair analizler konusunda Türkiye dışındaki aydınların daha çalışkan oldukları açık. Ülkedekiler de sadece onlardan beslenebiliyor. Bunlar ancak maaş saymayı biliyorlar ve sadece gündelik varlıklarını, kişisel vasıflarını önemsiyorlar.
Bu akademi alanını hüküm altında tutan ana dinamikse Birikim. Muhsin Kızılkaya’nın “beni AKP’ye örgütledi” dediği Birikim’in bir eli Abant toplantılarında, bir eli Cemaat kanallarında. Ve tüm sol akademisyenler orada imzası görünsün diye çabalıyorlar. Birikimi tasfiye etmeye ahdetmiş Birikim, bu akademisyenlerin tecimsel kapısı oluveriyor. Halis emellerle yola çıkan dergi faaliyetleri bile kendisine gerekli çıta olarak Birikim’i alıyor. Bu tuzağa dikkat etmek gerekiyor. Herkes bu şarampolden yuvarlanıyor. Davutoğlu akademisyenlere zam verdiğinde o radikal muhalif akademisyenlerin internet âleminde kedi-bebek videolarına ricat etmelerinin sebebi burada. “Kitabım çıksın, imzam yaldızlansın” diye örgütlenilen Birikim’ciliğin bir geleceği yok.
Bu tip âlimler, devletin ve burjuvazinin savunma hattında duracak isimleri, bu isimlerin zihnini tayin etmeye çalışıyorlar. AKP’yi fırsat belleyip “burjuvazinin, kapitalizmin birikimini sahiplenmek”ten bahsediyorlar. Mekânlar ortaklaşınca zihin de birleşiyor.
Mustafa Koç’a taziye kaleme alan Taner Timur 15 Temmuz sonrası şunları söylüyor: “Peki ya Erdoğan, diyeceksiniz? O da kandırılmadı mı? Üstelik iktidar olarak bu Çete’ye ‘ne istedilerse’ vermedi mi? Doğru, ama o hiç olmazsa üç yıldır ayıldı; pisliği temizleyip duruyor.” Yazının sonunda da “Yarın Yenikapı’ya!” çağrısı yapıyor. Akademinin düzeyi bu.
Eski Cemaatçiler bir “metafizik gerilim”den söz ediyorlar. Tersten, bu ifade, devletin kendisine itiraz edecek öfkenin içe doğru örgütlenmesi olarak okunabilir. “Küfür” düzeninde yaşama imkânlarını, günahlarını, vebalini Fethullah üstleniyor. O, “Kıtmir” olarak, söz konusu gerilimi örgütsel bir katalizöre çeviriyor. Bu milletin başka kıtmirlere ihtiyacı bulunmuyor. Metafizik âlemi de kendisine örgütlemeyi bilen devlete yeni kullar üretmemek gerekiyor.
TKP’de Gezi sonrası yaşanan gerilim, “Fethullah’ın borusunu öttürecek miyiz, öttürmeyecek miyiz?” meselesiyle alakalıydı. O örgütsel katalizör, birçoklarına cazip geldi. Bugün “öttürelim” diyenler, 15 Temmuz’daki tepkiyi “karşı-devrimcilik” olarak niteliyorlar, yani bu anlamda darbenin bir “devrim” olduğunu düşünüyorlar. Üstadları ise hâlâ CHP tabanını örgütleme hayalleri görüyor. Dönüştürmeden, hazırlop, kısa günün kârı denilerek yürütülen bir ideolojik çalışma, herkesin sağa örgütlenmesi ile sonuçlanıyor. Çünkü CHP, sosyalistlerin “40 yıllık” değil, 93 yıllık meşgalesi. Ve bu meşgale her daim sınıf mücadelesinden azade bir faaliyet olarak yürütüldü.
Fethullah’taki “metafizik gerilim” politikası bu solcularda da var. Gündelik hayatta her türlü küçük burjuvalığın, burjuva hayat tarzının gizlenmesini sağlayan bir pratik, örgütler ve şefleriyle kurulan ilişkide de mevcut. Yani alt ve ara kadrolar, bu zımni anlaşma dâhilinde, verili sömürü-zulüm düzenine uyumlu bir hayat yaşayabiliyorlar. Kur’an’ın karşısına sol diye bir şeyi çıkartıyorlar, oraya kazık çakıyorlar, herkesin onun etrafında dönmesini istiyorlar. Çünkü sol, ya burjuva dininin ya da devlet dininin kılıfı. O yüzden Kur’an’la boğuşuyorlar. Kur’an’ın burjuvaziyi ve devleti karşıya atmasına; kendi solculuklarının eleştirilmesine asla izin vermiyorlar.
Sol-sağ ayrımına abananların alt-üst ayrımını örtbas ettiğini görmek gerek. AKP’ye karşı bir tür solculuk vazedenlerin, bu ayrımı her daim sumen altı etmeleri zorunlu. Bunlar, devletin ve burjuvazinin savunma hattına adlarını yazdırmak istiyorlar. Her zaman Sabri gibi işe yaramaz ama vazgeçilmez olma arzusundalar.
Alt-üst ayrımını, gerilimini örtbas edenler, yücedeki örgüt şefleri. Onlar toprak ayaklarının altından her kaydığında buna sebep olan gerilimi egemenler lehine gizleme yoluna gidiyorlar. Ve hep CHP sahiline çekiliyorlar. Orada muhalif, delişmen bir tip olarak hikâyeye dâhil oluyorlar. Onlarda Marx ve Lenin’in her daim sola saldırdığı, “ben solcuyum” dediğine tanık olunmadığı gerçeğine ilişkin tek bir lafa rastlamak mümkün değil.
Dolayısıyla sahnede “ben marksistim deyince Duhringci olmaktan çıktığını sananlar derneği” ile “ben marksistim deyince Kautsky’ci olmaktan çıktığını sananlar derneği” arasında bir kavuklu-pişekâr atışması söz konusu. Bunlar oyunda kalmak istiyorlar ve “savunma hattı konusunda bana muhtaçsın” mesajı gönderiyorlar sağa-sola. Devlet, burjuvazi ve emperyalizm iç içe ve sağ da sol da onların sağı solu.
Ortada örgüt ya da parti yok, dernekler var. Bu dernekler, CHP tabanına göz dikmişler. Hepsi de bir ağızdan Atatürk’ün İnönü’ye yazdığı mektubu paylaşıyorlar. Oysa Halk TV, aylardır en basit belgeselde bile İnönü’ye açıktan giydiriyor. Kemalizmin bütün günahını, suçunu İnönü’ye yükleme derdinde olan AKP’nin yanına hizalanılıyor. “Derin devlet” Fethullah’la; “sığ devlet” İnönü ile arınmak istiyor. Bu sayede en sosyalist bile “tek yol devrim” sloganını terk edip, “tek yol aslanlı yol” sloganına geri çekiliyor. Lafız değil pratik önemli.
TV kanallarına çıkan paşalar da zaten Avrasya hattına girilmediğinden, sadece ülkenin bölge bağlamındaki hareket planını genişletmesinden söz ediyorlar. Buna destek de soldan geliyor: “Rusya, Batı’nın alternatifi görülmemeli, AB’den çıkmak, NATO’dan ayrılmak ilerleme sağlamaz.” uyarısı yapılıyor. Tüm alttakilere, ezilenlere “bu yüksek siyaset taklalarına biat et” deniliyor.
Alt-üst ayrımını, gerilimini görmezden gelenlerin solculuğunu son üç yıldır Fethullahçılar örgütledi. Bunlar hâlâ fotomontajla, Tayyip’in başını Putin önünde eğdiğini göstermeye çalışıyorlar. Dünün Putincileri, bugünkü taklalarının hesabını vermiyor. Tayyip ve İslamcılık edebiyatı ile devletin hamleleri, burjuvazinin seyri, emperyalizmin mevzileri karartılıyor. Her şey Tayyip’in şahsiliğine, İslam şahsi ideolojik yüke indirgeniyor.
Tayyip, Fethullah’ın “metafizik gerilim”ini kendisine örgütlüyor. Bunun şahsi ikbal ve gelecekle olduğunu düşünmek yanıltıcı. Devlet ne diyorsa onu yapıyor. Orta sınıf, küçük burjuva güdüler, onun dolayımıyla devlete örgütleniyor. Ona itiraz edenler sadece şahıs görüyorlar, çünkü bu güdüleri bizzat kendileri örgütlemek istiyorlar. Mülkiyet baki olduğu için bu tip kişiler sadece aynı düzlemde rekabet edebiliyorlar. Tayyip’te kendilerinden çok şey gördükleri kesin.
Bugün TV kanallarında, otobüslerde, trenlerde göze sokulan “komik videolar”da küçük insanların büyük olma arzularıyla, “büyük, yetenekli insanlar”ın üstünlüklerine dair hikâyeler boca ediliyor. Solcuların kaleme aldığı mizah programlarında küçük insanlarla alay etmek öğretiliyor. İdeoloji ve dil buradan örgütleniyor. Cahil Müslüman halk bu sayede aşağılanıyor. Kimi Müslümanlara akıllı (küçük) burjuvalar olmak öğretiliyor. AKP, emekçi direncini toprağa gömmek için var ediliyor. Onun kontrol altına alınması noktasında bu partiyi aşağılamak Fethullahçılar üzerinden bilince çıkartılıyor. Sap saman ayrılmıyor, çünkü Fethullah, AKP karşıtı emekçi direncini de örgütlemek istiyor. Darbe teşebbüsüne karşı itirazı “karşı-devrimci” görenler bunu asla anlamıyor. Fethullah, “kıtmir”, yani günahı üstlenmiş kişi olarak, orta sınıfa sesleniyor. Sola bu yüzden sıcak geliyor. Tayyip’in seslendiği alttakiler, mazlumlar, yoksul emekçiler kimsenin gündeminde değil. İnternet âleminde bunları aşağılamak, alaya almak, küçümsemek öğretiliyor.
Devletin boşluk kabul etmesi mümkün değil. AKP yüzünden devletin zarar gördüğünü söyleyen bir solculuğun tartışılması zorunlu. Bu açıdan AKP devlet dairesindedir, Cemaat kadar. AKP’ye vurup o devleti paranteze, cebe, çantaya atmak çıkışsız. Devlete karşı devrimci bir hattı örgütlemeyi göze alamayanlar, devletin savunma hattına örgütlenmeyi tercih etmişlerdir. Emekçiler açısından bu iradenin bu topraklarda bir geleceği yoktur.
Hüseyin Yusuf Kuzu