7 Eylül 2016 Çarşamba

Ortadoğu Ateş Çemberinde

Türkiye Nato'nun Koçbaşı mı?
Ortadoğu kavramı, Avrupa merkezli yaklaşıma dayanır ve İngilizlerin 19. yüzyılda kullanmaya başladıkları bir kavramdır. Bu tanımlamada İngiltere ve Avrupa ülkeleri merkez kabul edilmiş ve doğu, Uzak Doğu, Yakın Doğu, Asya, Orta Asya ve Orta Doğu gibi kavramlar bu bakışa göre belirlenmiştir. Orta Doğu ülkeleri Türkiye, İran, Suriye, Mısır, Irak, Suudi Arabistan, Katar, Kıbrıs, Ürdün, İsrail, Lübnan, Filistin, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen, Afganistan, Pakistan, Tunus, Libya, Cezayir, Sudan, Fas'tır.
Ortadoğu aynı zamanda devletsiz halkların da varolduğu bir coğrafyadır. Örneğin Kürtler ve Filistinlilerin devleti yoktur. Bölge, sayısız etnik, dinî ve mezhepsel azınlığın yer aldığı, karmaşık bir nüfusa sahiptir. Azınlıkların çoğu ülkelerin yönetiminde temsil edilmezken, aynı zamanda nüfusu az halkların iktidarda olduğu bir bölgedir.
Bu farklılıklar ve coğrafyada biriken tarihsel sorunların iç içe geçtiğine ve bu karmaşık birlikteliğin günümüz dünyasına bu koşullarda ayak uydurmaya çalıştığını önemle dikkate almak gerek. Son iki yıla baktığımızda günümüze kadar neler değişti ve muhtemel gelişmeler ne yönde gelişecek? Amerika, BOP projesini ısıtıp farklı nedenlerle yeniden mi gündeme getiriyor?
Bu iki soruyu anlamak için biraz geçmiş aylara tekrar bakmak gerek. İslam’ı radikal ve/ya ılımlı diye diye ayırmak maksatlı, aynı ılımlı Kürt-“terörist” Kürt ayrımı gibi. Bir şeyin orta boylu, kısa boylu ve/ya uzun boylu olması onun özünü değiştirmediğine göre bu da eşyanın tabiatına aykırıdır. “Ilımlı İslam’ın temsilcileri Ortadoğu’dan Basra’ya kadar uzanan Sünni bir ittifak cephesi kuruyor” haberleri iki yıl önce daha fazla telaffuz ediliyordu. Bu saflaşmanın neden olduğu sorular süreç içerisinde arttı.
Yeni Şafak editörü İbrahim Karagül; “Sadece Suriye'de değil, Doğu Akdeniz'den Basra Körfezi'ne uzanan bir savaş haritası şekilleniyor! Sadece Kuzey Suriye Koridoru'nda değil, Basra Körfezi ülkelerinin tamamını içine alan ve sonu Mekke Savaşı'na kadar uzanacak bir cephe oluşuyor.”[1] diye yazıyor.
Yazar, çok büyük bir heyecanla, bu cephede görev almanın tarihsel bir görev olduğunun altını çiziyor ve heyecanını gizlemiyor! Kâbe kim ve kime karşı savunulacak? Karagül'ün cevabı hazır: “Türkiye'nin bugün, bütün riskleri göğüsleyerek, durduğu nokta, Kâbe'yi savunma noktasıdır. Kâbe'nin koruyucusu Allah'tır. Kimbilir, belki bu Türkiye'nin eliyle olacaktır!”
Yazar burada “Kâbe’yi kimin savunacağını” söylüyor ama kime karşı savunulacağını söylemiyor. Kâbe’ye saldıranlar “Haçlı kâfirler” mi yoksa “dinden çıkan sapkın mezhepler” mi, net değil.
Ayrıca bu kâfirler kimdir, açıklansa herkes dostunu-düşmanını daha iyi tanımış olmaz mı? Bu coğrafyada adı geçen ülkeler -İran hariç- ABD ve Nato'ya bağlı güçler olduklarına göre, sorun "Haçlı" değil. Geriye sözde "dinden çıkan sapkın mezhepler” kalıyor. Yani cepheleşme Sünnilerin kendi arasındaki çelişkileri bir kenara bırakırsak, temel saflaşma Sünni-Şia mezhepleri arasında belirleniyor, bu saflaşma ulusal çıkarları gizliyor.
Mezhepsel saflaşmanın İslamiyet açısından tarihsel bir anlamı var. Var olan bu çelişkinin günümüze kadar gelmesi ve çözülememesi kimin sorunudur? Eğer İslam gerçek manada sahipleniliyorsa bu soruların da muhatabı ve doyurucu cevapları olmalıdır.
Bu konuda farklı yorum ve değerlendirmeler mevcuttur. Küresel neoliberal kapitalist uygulamalar ve emperyalist politikaların hâkim olduğu günümüzde mezhep temelli cephelerin aldatıcı ve kendi özüne uygun çözümleri erteleyen bir işlev görmesi mutlaka dikkate alınması ve unutulmaması, altı çizilmesi gereken öneme sahiptir.
O zaman Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül bu gerçekleri bildiği halde, emperyalizme karşı bolca içi boş yazılar yazarak var olan emperyal sömürüyü gizlemekte ve meşrulaştırmaktadır.
Rus uçağının düşürülmesiyle ortalık toz duman olmuştu. Hamasî nutuklar ve şovenizm dalga dalga yayılmıştı. O şartlarda Karagül, hızını alamayıp kutsal Kâbe'ye kadar savaşın rotasını belirlerken, büyük bir huşu içinde tekbir getirerek cihada çağırdı. Ve bu kutsal davada her türlü risk alan cesaret abidesi 'büyüklerimize' “gazanız mübarek ola” gazını vermeye ve kışkırtmaya çalıştı.
Ortadoğu'da Bağdat ve Basra İslam coğrafyasının kalbi. Bölge yıllardır emperyalist hegemonyanın taarruzu altında. Egemenlik ve iktidar kanla, savaşla sağlanırken, halklara büyük yıkım ve acılar düşmekte.
İslam dini kendi iç problemlerini yüzlerce yıl çözemeden birikmiş bir yığın sorunla günümüze kadar geldi. Yaşamın hızla devam ettiği koşullarda, inançların bu gelişmelerin gerisinde ve bölgenin 'petrole' bağlı kalması sorgulanmalı.
Bu sorgulama olmadığı için bölge uluslararası sermayenin çok sıkı kontrol ve denetimine girdi. Böylece hegemonya mücadelesi, zaten var olan sorunların daha da karmaşık hâle gelmesine zemin hazırladı.[*]
Bölgemizde son 1,5 yılda kırmızı çizgiler ne durumda, neler değişti, varsa yeni kırmızı çizgiler nelerdir türünden soruları kavrayıp irdelemek gerek. Kardeş Suriye'nin “kalleş” Suriye olmasından bu yana her şey yapmak mubah hâl geldi. Bu politika değişikliği, karşı cephede en kısa zamanda etkisini gösterdi. İran lideri Hamaney'in başdanışmanı Ali Ekber Velayeti, “İran ne askerî alanda ne de siyasî alanda Beşşar Esad'ı desteksiz bırakmayacak. Beşşar Esad, İran İslam Cumhuriyeti'nin kırmızı çizgisidir.”[2] Evet Esad’ın İran'ın kırmızı çizgisi olması önemli.
Türkiye’nin kırmızı çizgisi, tamamen Kürtlerin durumuna göre değişkenlik arz etmektedir. Suriye'nin kırmızı çizgisi, “içsavaş”tan çıkarak eski sınırlarını yeniden kalın çizgilerle çizmek. Irak'ın kırmızı çizgisi, parçalanmış eski yapısını, mezhepsel çatışmalardan arındırarak yeniden kurmak, Rusya'nın kırmızı çizgisi Akdeniz’e açılan stratejik üst ve sahaların korunması ve çoğaltılması. ABD, AB ve Nato'nun kırmızı çizgisi de boydan boya çizdikleri kırmızı çizgilerinin renginin değişmeden devam etmesi. Gelişmeleri Uzak Asya’dan izleyen Çin'se kendi ulusal çıkarlarını koruma kaygısında.
Bu coğrafyanın kadim halkları ve farklı inançları olan Kürtler, Araplar, Türkmenler, Çerkesler, Ezidiler, Keldaniler, Dürziler, Süryaniler, Asuriler de bu kırmızı çizgilere hapsolmuş ve etrafı mayınlanmış durumda. Şu ana kadar bölgedeki ahval ve şeraiti ortaya koymaya çalıştık. Devamında şunlar söylenebilir: Hatırlarsanız, 1,5 yıl önce Türkiye Musul’a yakın bir bölgeye askerî çıkarma yapmıştı. Çıkarmanın gerekçesi, Irak'ın IŞID'a karşı mücadelesinde yanında olmaya karar verilmesiydi. Bağdat yönetimi ise bu askerlerin derhal çıkması için gerekli uyarıları diplomatik yollardan bildirdi ve BM'nin hemen devreye girmesini talep etti. İran kırmızı çizgilerini açıkladı. Üç Müslüman kardeş ülke arasında birbirine yönelik düşmanca duygular arttı ve bölgede savaş rüzgârları esti.
Bağdat nota vererek ticari ambargo uygulayacağını açıklıyor. Açıklamalarına devam eden Ali Ekber Velayeti, “Türkiye ile Rusya arasındaki gerilimden yalnızca ABD ve İsrail’in memnun olacağını” söyledi. İran’ın bölgede “uluslararası emperyalizme karşı direnişin asli ekseni" olduğunu belirterek; “Bizim müttefiklerimiz Irak, Suriye ve Lübnan’dır; buna son olarak Rusya da katılmıştır. İran ve Suriyeli yetkililer arasında tekrarlanan ziyaretler ve görüş alışverişleri son derece doğaldır.”[3]
Rusya, İran, Suriye, Lübnan ve Bağdat'ın mevcut yönetimi ile Şiiler birinci cephede yer alırken, ikinci cephe ise Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, Nato güçleri ve Iraklı Sünnileri içeriyor.
Tevfik Özkorkmaz
07. 09. 2016
Dipnotlar
[*] İslam coğrafyasının 1400 küsur yıllık döneminin tüm boyutlarıyla değerlendirilmesi başlı başına çok önemli bir konu.
[1] Yeni Şafak gazetesi. 06. 12. 2015
[2] Yeni Şafak gazetesi. 06. 12. 2015
[3] Hürriyet. 06. 12. 2015

15 Temmuz Değerlendirmesi

“Öncesi ve Sonrasıyla 15 Temmuz Darbe Girişimi” Değerlendirildi
15 Temmuz Darbe Girişimi, bir grup yazar ve düşünür tarafından İstanbul’da değerlendirildi. Nida Dergisi ve İmece Kültür ve Düşünce İnisiyatifi’nin İstanbul Düşünce Evi’nde organize ettiği değerlendirme toplantısına konuşmacı olarak; Alev Erkilet, Ümit Aktaş, M. Kürşad Atalar, Serdar Duman, Levent Çavuş, Fatih Bütün, Arif Arcan, Ramazan Deveci, Yıldız Ramazanoğlu, Mehmet Alkış, Burhan Kavuncu, Yasin Altıntaş ve Selim Demir katıldı.
Toplantının moderatörü olarak söze başlayan Fatih Bütün açış konuşmasında aşağıdaki ifadelere yer verdi:
“Birçok belirsizlik ve hala birçok soru işaretine rağmen 15 Temmuz gecesi Türkiye’de bir darbe girişimi yapılmış ve fakat bu ‘fiili darbe girişimi’ başarılamamıştır.
Bu darbe girişimini hangi tarihten başlatmalıyız? 15 Temmuz’dan mı, 17–25 Aralık’tan mı yoksa Fethullah Gülen’in Türkiye Cumhuriyeti Devleti’yle entegre bir şekilde örgütlenmeye ve hatta uluslararası siyaset belirleyicilerin bir keşif kolu olarak kurgulayıp çalıştırmaya başladığı daha gerilerden mi konuşmaya başlamalıyız?
Bunu konuşmacıların takdirine bırakmakla birlikte, önümüzde bir hakikat durmaktadır ki o da; Türkiye’de birçok yönüyle acilen konuşulması ve tanımlanması gereken birçok gelişmenin olduğudur.
Konu o kadar çok boyutlu ki, bir oturumda hepsini konuşmamız imkânsız görünüyor. Konunun ilgili birkaç alt başlığını sıralamalıyız:
Türkiye’de, klasik anlamıyla, ‘Darbeler dönemi’ bitmedi mi?
TSK siyaset üzerindeki nüfuzunu yitirdi, ‘demokrasi’ mi kazandı?
Türkiye halkının (muhafazakâr, ‘asker’ ve hatta askeri siyasetin üstünde görebilen) sosyolojik yapısı değişiyor mu?
Darbeyi, desteği siyasilerce de dile getirilen ‘Amerika’ Türkiye üzerindeki gücünü yitirdi mi?
Fethullah Gülen yapılanması tasfiye mi oluyor?
Fethullah Gülen’in İslam anlayışıyla sahici bir sorgulama mı başladı?
‘Ilımlı İslam’ projesinin yüklenici ve yürütücü ‘firmalarından’ Fethullah Gülen yapılanmasının çökmesiyle ‘Ilımlı İslam’ çöpe mi düştü?
Giriş konuşmasının ardından düşüncelerini ifade eden konuşmacıların düşüncelerini özet olarak sizlerle paylaşıyoruz:
Kürşat Atalar: “Erdoğan’ın belirlenmiş sınırları aştığını ve sorunun buradan kaynaklandığı kanaatindeyim.”
Bir başlangıç var, bunun bir süreci var, tam olarak nihayetlenmemiş olsa az çok son diyebildiğimiz başarısız bir darbe girişimi var. Peki, bu sorun nereden çıktı? Kabaca açıklarsam, Türkiye Ortadoğu’da yer alıyor ve buraya yönelik olarak büyük güçler dediğimiz dünyayı idare etmeye çalışan güç ve güçler bu bölge ile ilgili bir plan/proje yapma içerisindeler. Değişen şartlara tekabül edecek ve kendi çıkarlarını koruyacak, aynı zamanda da batı tarafından geliştirilen bir proje. Ben AKP’nin bu projede bir rolü olduğunu düşünüyorum. Ilımlı İslam da denilebilir buna. İran devriminden sonra batı devletleri bu coğrafyalarda “radikal ve istenmeyen İslamî hareketleri” siyasete/iktidara yaklaştırmak istemedi. Bu şekilde ılımlı, yani kendisi ile kolay çalışılabilir bir İslamî gelişim(ler)i -şiddete başvurup vurmamasından çok kendisi ile çalışılabilir, çıkarlarına entegre edebilecekleri oluşumlara ılımlı demek daha doğru olur- kendi çıkarı adına daha yararlı gördü. AKP, bu coğrafyadaki Ilımlı İslam Projesi’nin içerisinde bu şekilde yer almaya başladı. Ama AKP bu projede yalnız başına yer almadı: AKP bu projenin siyasal ayağını, Fethullahçılar ise toplumsal ayağını birlikte yürüttüler. Tabi bu birliktelik ile 2010-2011 yılına kadar -tartışılabilir- devam ettiler ama bu yıllardan sonra bir anlaşmazlık baş göstermeye başladı.
Peki bugün bu sorun neden ortaya çıktı? Ilımlı İslam Projesi’nde ortak çalışmak hedef ise bu hedefin maddeleri olmalıydı. Bazı muğlak bırakılmış maddeler olsa da önceden ana maddeleri üzerinde uzlaşıldığını düşünüyorum. Bu ana maddeler üzerinde yaşanan bir anlaşmazlık sonucu sorun oluşmaya başlamış olabilir. Kanıt olarak sunulabilir mi bilemiyorum ancak Erdoğan’ın son ABD ziyaretinde sorunların olduğu açıkça görülmektedir. Erdoğan’ın Obama ile görüşme talep etmesi ve bu görüşmede yaşanan sıkıntılar vardı. Obama’nın daha sonraki açıklamasında Erdoğan’a sorumluluklarını ve verdiği sözleri hatırlattığını söylemiş olduğundan bahsettiğini görüyoruz. Erdoğan’ın belirlenmiş sınırları aştığını ve sorunun buradan kaynaklandığı kanaatindeyim. Diğer bir ifade ile burada bir “sınır geçme hadisesi” vardı ve sorun da buradan kaynaklanıyordu.
Peki, neydi bu sınır? Bu sınır Türkiye Cumhuriyeti’nde “eski rejimin” -bunu bilhassa önemle söylüyorum, zira Fransız devriminden mülhem olan bir eski rejimi kastediyorum- geriletilmesi idi. Ancak burada eski rejimin istenilenden daha fazla geriletilmesi ile bir sorun oluşmaya başladı. Peki, bu sınır nasıl geçildi? Bence sınır üç şekilde geçilmiş olabilir:
1) İsteyerek sınır geçildi. Bunun tezi, Ali Bulaç’ın da dediği gibi, Tayyip Erdoğan’ın gizli bir ajandasının olduğu iddiası idi. Ben bunu çok muhtemel görmüyorum.
2) İstemeyerek sınır geçildi. Bu olası bir şey idi zaten. Süreçler içerisinde ayarın kaçırılması muhtemeldir.
3) Bu planı yapan adamlar, aşama aşama bu sınırın geçileceğini biliyordu ve bunu öngörüyordu. Bu sınırın geçileceğini bildikleri için önceden nasıl müdahale edeceklerini de planlamışlardı -çok spekülatif olsa da bu yabana atılmaması gerekilen bir ihtimal-.
Burada ilk iki ihtimal de söz konusudur: Sınır bilerek de geçilmiş olabilir bilmeyerek de. Ancak sonuç önemli değil ABD için, önemli olan ve müdahale gerektiren durum sınırın geçilmesi durumudur. Bu geriletilme, Kemalistler ve sol aydın kesimlerin bir hissiyatı da olabilir, fiilen gerçekleşen bir şey de olabilir. Peki, neydi bu hissiyat? Türkiye’deki bu kesimler kendilerinin yok olacağını düşünmeye başladılar. Ama ABD’nin onların yok edilmesini değil, geriletilmesini istediğini düşünüyorum. Evet, bu kesimler geriletilebilir ama yok edilmemelidir, bunun sebebi ise demokratik haklar gereği bunu yapılamaz olmasıdır. Amerika’da burada müdahale etti. Çünkü eski rejimi o kadar çok gerilettiler ki bir şeyler yok olma ile yüz yüze geldi.
O noktaya kadar bu proje içinde uyumlu çalışan bu unsurlar -AKP ve Fethullah Gülen İttifakı- bu noktadan sonra kaçınılmaz olarak kendilerine biçilen rolü oynamaya başladılar. Bu minvalde ya tamamen bırakırsınız -kısmen Hüsnü Mübarek gibi- ya da direnme yolunu seçersiniz -Tayyip Erdoğan ve bazı kişiler gibi. Burada direnmeyi siz mi seçmişsinizdir yoksa mecbur mu bırakılmışsınızdır? Bence mecbur bırakılmıştır. Erdoğan’ın, Hakan Fidan olayından beri bu durumdan haberdar olduğunu ve tedbir alınması gerektiğini düşündüğünü tahmin ediyorum.
Ümit Aktaş: “Beklemediğimiz bir darbe oldu ama Fethullahçılığın iktidar eksenli bir hareket olduğu beklenmedik değildi.”
Bu mevzu cumhuriyetin kuruluşunda başlayan ve hatta onun da öncesinde kökleri bulunan bir çatallanmadır: İslam’a bakış, İslam’ı yorumlayış, İslam’ı yaşama gibi tutumların iki ayrı damar olarak işlenmesidir. Cumhuriyet sonrasında daha çok beliren farklı ittifak arayışları, Milli Görüş damarının Cumhuriyetin yanında saf tutması, millici ve yerel olan anlayışının kabullenmesine karşılık bugün Fethullahçılık dediğimiz hareketin o günlerde Said Nursi tarafından millilik ve yerlilikten ziyade ehli kitap ile çalışmayı, onunla ittifak etmeyi bir siyasal strateji olarak anlayan ve öneren farklı bir damar olarak işlenmesi, son olarak da bu damarların 60’lardan sonra yine kendilerine farklı ittifak arayışlarına girmeleri ile yani Milli Görüş’ün parlamenter siyaset içerisinde iktidara yürüme isteğine karşı Nurculuğun Fethullahçılık üzerinden kendisini modernleştirerek ve işbirlikçilerini daha çok somutlaştırarak bu damar üzerinden mücadele etmesinin günümüze taşınması olarak görüyorum ben bu çatışmayı. Burada çok keskin yol ayrımları bence 1979-1980 yıllarında ortaya çıktı. 79 yılındaki İran Devrimi’nin akabinde Amerika İran’ı ve devrimi bloke etme amacıyla bir kuşatma projesi geliştirdi. İran’ın etrafında kendine müttefik yapmak istediği unsurları aradı ve Sünniliği canlandırmaya çalıştı. Afganistan’da farklı, Türkiye’de farklı -Fethullahçıların üstlendiği ılımlı İslam Ortadoğu’da farklı -Selefi damar- Sünnilik anlayışları, bu proje kapsamında desteklendi.
Daha sonra 28 Şubat sürecinde alınan pozisyonlar, Fethullah hocanın Erbakan ve Milli Görüş’ü kabullenmemesi ve bu süreçte Milli Görüş hareketinin evcilleştirilmesi, ıslah edilmeye çalışması bunun neticesinde de tırnağı sökülmüş Milli Görüş hareketinden neşvünema bulan AKP’nin iktidara gelmesi ya da getirilmesi söz konusu oldu. Cizvit modelini benimseyen Fethullahçılar ile Milli Görüş sürecinden çıkan AKP’nin son aşamadaki çatışmasına da bu tarihlerde şahit olduk.
İlk başlarda AKP’nin Avrasyacı kanadı zayıflatmak amacıyla Fethullahçılarla ittifak ettiğini gözlemledik. Bu ittifak gerçekleşince de kendilerine asli görev iktidara sahip olmayı belirleyen bu iki hareketin çıplak bir şekilde savaşım haline girdiğini görüyoruz şimdi de. Buraya kadara ittifak halinde gelip bundan sonra çıkan anlaşmazlıklarda İslamcılığın -önemli yanlarının dışında- “iktidar mekanizmasına” (hırsla) fazlası ile yöneldiğini ve bundan kaynaklanan bir savaşımın olduğunu kabul etmek durumundayız. Öbür taraftan bu iki eksenin İslamî referanslar üzerinden -hak ve adalet anlayışının her iki taraf içinde stratejik olarak esas alınmadığını- bir ilke oluşturamadığını görüyoruz. Ortaya çıkan bu durumda ise şu göze çarpıyor: Kendi içlerinde yıllardır ciddi okumalar yapan bu grupların böylesi zihinsel bir sefalet içerisinde olmaları sadece düşünsel bir şey midir, yoksa genel olarak toplumsal kalitemizin düşüklüğü ile mi alakalıdır veya ahlak ile siyaset arasındaki tercihlerde hangisini öncelediğimizin bu durumla ilişkisi mi vardır, bunlar üzerinde düşünülmelidir.
Arif Arcan: “Türkiye’de bir rejim sorunu yok. Fethullah Gülen, rejimi değiştirmek için değil iktidarın el değiştirme durumunun kavgası olmuştur.”
Daha öncesine gitmeden söylersek Dinin dört çıktısı vardır: Ritüeller, semboller, hükümler ve otorite. Türkiye toplumunda sivil toplum “muhafazakâr” olarak algılanıyor ve siyaset algımız da bu muhafazakâr algımızdan yükseldiği için toplum -bizler- dinî kavgayı sadece ritüeller ve semboller üzerinden veriyor(uz). Yani din iki alana sıkıştırılınca dolayısıyla toplumda muhafazakâr bir oluşum içerisine giriyor. Toplum muhafazakâr olunca ve din kavgası da sadece bu iki çıktı üzerine verilince Türkiye’de kimin iktidara gelip gelmediğinin bir önemi kalmıyor. Dolayısıyla Türkiye’de bir rejim sorunu yok. Son olan olaylarda Fethullah Gülen rejimi değiştirmek için bir hareket yapmadı ve karşısında bulduğu kişilerin de mevcut yapıyı korumakla birlikte yeni bir rejimi talep eden bir oluşumları yoktu. Burada iktidarın el değiştirme durumunun kavgası olmuştur. Hâkim sınıfın değişmesi ve bu hâkim sınıfın yakınlık değiştirmesi idi.
Mehmet Alkış: “Ülkemizdeki darbenin de sistemi korumak için dışarıdan yapıldığını düşünüyorum.”
Hep antitezlerle konuşuyoruz ve bu meseleler hakkında hiç tezimiz bulunmamaktadır. Ben şahsen şöyle düşünüyorum: Dünyada genel olarak son yüzyılda darbeler tarihine bakıldığında şimdiye kadar 500 darbe yapıldığını görüyoruz. Bu darbelerin coğrafî keşiflerin oluşturduğu sistemi korumanın kamufle edilmiş hali olduğunu düşünüyorum. Fiili işgal bittikten sonra işgalciler yerli işbirlikçilerini kullanıp darbeyi bir araç olarak kullanarak bu toprakları kendilerine bağlayacak bir sistem ürettiler. Ülkemizdeki darbenin de sistemi korumak için dışarıdan yapıldığını düşünüyorum. Zihinsel olarak şu anda toplumda darbeci potansiyeli çok yüksek. Toplumun kahir ekseriyeti bu potansiyeli barındırmaktadır çünkü zihinsel olarak bağımlı bir toplumuz.
Serdar Duman: “Ellerine silâh alan örgütün sivil kanadı değildi.”
Mehmet Alkış’ın dediklerini biraz daha somutlaştırırsak, Türkiye’deki darbelerin tamamında NATO ve ABD’nin olduğunu biliyoruz. Ben de bu noktada dış dinamiklerin, iç dinamiklerden daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Orduyu ve kemalistleri değerlendirirken de özellikle 1 Mart tezkeresinin bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Çünkü ABD tezkerenin geçmemesini orduya bağladı. Ergenekon dosyaları ile ordu Fethullahçılar eliyle tasfiye edildi. Hükümetle kırılma ise 2010 yılında başladı.
Ne oldu da bu ortalık bozuldu? Bu konuda çeşitli kanaatler oluştu. Gerçekten tam olarak bir tespitte bulunamıyorum. Benim kanaatim, 2012’den itibaren iktidarın değişmesi yönünde bir eğilim oluştu. Fakat Erdoğan siyasi olarak güçlü olduğundan başarılamadı. Şunu da söylemek istiyorum. Şu anda şaşırıyoruz nasıl ellerine silâh aldılar, buna nasıl cesaret ettiler diye. Ancak ellerine silâh alan örgütün sivil kanadı değildi. Ben bu örgütün sivil kanadının bunu yapacak bir zihniyette olduğunu düşünmüyorum. Bu insanlar robotik yapıya sahip, dolduruşa gelip bir güç zehirlenmesi yaşadılar diye düşünüyorum.
Burhan Kavuncu: “Bu olayın sosyo-ekonomik analizinin yapılması gerektiğine inanıyorum.”
Birkaç konuda değerlendirme yapmak istiyorum. Birincisi halkın duruşunun devrimci bir duruş olduğunu düşünüyorum. Devrim değil ama devrimci bir durum oluştu. İkincisi, halk gerçekten büyük bir güç ortaya koymuştur. Türkiye tarihinde halkı bu denli püskürtücü bir güç olarak görmedik. Ama bundan çok fazla şey de beklememek lazım.
Ben de Ilımlı İslam’ın iki kanadı arasında bir tartışma olduğunu düşünüyorum. Ayrıca son olaylarla İslam’a bakışı, halka bakışı sıkıntılı olan yapılara karşı -bu örgütle birlikte- önemli kazanımlar elde ettiğimiz kanaatindeyim. Başka bir açıdan bakılırsa, bu darbeyle sermaye yapısının değiştiğini görüyoruz. Anadolu sermayesi denilen grupların çoğuna operasyon yapıldı. Bu olayın sosyo-ekonomik analizinin yapılması gerektiğine inanıyorum.
Yasin Altıntaş: “Modernitenin maalesef bize dayattığı bir durum var: her meselede sonuç odaklı davranıyoruz. Oysa İslamî bakış yol odaklıdır.”
Darbe süreci klasik kavramlarla tanımlanmaya çalışılınca bir şeyler eksik kalıyor. Darbeyi yapan kimdi? Dış güçlerin bundaki payı ne kadardı? Halk ne yaptı vs. Ortada ise bir realite var: Birileri iktidarı değiştirmek istedi, birileri de bu yöntemlerle iktidarı vermek istemedi.
Burada mesele iktidarı/devleti ele geçirmeyi istediğini düşündüğümüz yapı/Fethullah Gülen Hareketi, geçmişten itibaren “iktidarı” ele geçirmekten çok her zaman “devleti” ele geçirmek istiyordu. Burada siyasal araçları kullanarak iktidarı ele geçirme isteği yoktu ve hiç de olmadı. Devletin içinde yapılanarak ve devlete sızarak kendi emelleri ile devleti yönlendirmeyi istiyordu. Bu durum bir nevi devrim harekâtına benziyor. Neden devrim hareketine benziyor? Çünkü tabandan gelip iktidarı doğrudan hedeflemekte, fakat kadrolar yetiştirerek bu kadrolarla devleti ele geçirmeyi hedeflemekteydi. Diğer taraftan ise İslamcılar/Milli Görüş Hareketi’nde ise kurulduğundan beri iktidarı ele geçirme çabası vardır. İktidarı ele geçirdikten sonra da toplumu dönüştürmek istedi. Oluşan çatışmayı ise iki tarafın da otoriteyi kayıtsız şartsız ele geçirme çabası olarak görüyorum.
Darbe olduğu esnada halkın nasıl organize olduğu ve nasıl/kimin indiği ise önemli bir konu. Bu konuyu ben üç alt başlığa ayırıyorum:
Darbe günü, darbe olurken hemen sokağa inenler. Toplumun geleceğini, halkı, kendisini önemseyenler, düşünenlerdi. Bence Cumhurbaşkanını da bu kesim cesaretlendirdi. Zira zaten çıkmış bir kesim vardı.
Erdoğan’ın Çağrısından sonra inenler.
Tehlike nispeten savuşturulduktan sonra inenler.
Ortada şöyle bir realite daha var. Bugün el değiştiren sermayenin toplam Türkiye sermayesi içinde çok da önemsenecek kadar büyük bir payı bulunmamaktadır. Adedinin çok fazla olması mesela TUSKOM’un elli bin üyesinin olması TUSKOM’un ekonomik bir güç olduğunu göstermez, sadece sosyolojik bir güç olduğunu gösterir. Bu sermaye AKP döneminde de değişmemiştir.
Burada nerede durmalıyız meselesine gelirsek şayet, modernitenin maalesef bize dayattığı bir durum var: Her meselede sonuç odaklı davranıyoruz. Oysa İslamî bakış yol odaklıdır. Bu durumda da hatta burada tartışırken de sonuç odaklı bakmaktan çok süreç odaklı ve yol odaklı olmamız gerektiğinin düşünüyorum.
Alev Erkilet: “NATO konusunda yapabileceğim bir şey yok, benim tespitlerimi de dikkate alacağını düşünmüyorum ama kendimizi özeleştirel bir şekilde eleştirmek konusunda darbe teşebbüsü öncesi de sonrası da eksik olduğumuzu düşünüyorum.”
Konuşmadan önce bir noktanın altını çizmek istiyorum. Büyük bir veri eksikliği olduğunu ve bilginin bilinmediğini düşünüyorum. Bütün konuşmalarında ciddi bir veri eksikliğine dayandığı kanaatindeyim. Ne oldu? Niye oldu? Kime oldu? Kim yaptı? Aktif bileşenleri kimdi? Birçok konuda ciddi bir bilgi ve veri eksikliği var. Bir hiperhareketlilik içerisine girdik ve önceki birkaç bilginin üstüne bir yığın şey eklendi. Bu kadar yakıcı sıcaklıktaki bir olayın sosyolojik analizini yapmak için biraz beklemek gerektiğini düşünüyorum. Bu tartışma da bence çok erken bir tartışma.
Darbe teşebbüsüne gelinceye kadar da, bu teşebbüsün başarısız olduktan sonraki aşamasında da biz ne haldeydik konusunu tartışmanın çok daha faydalı olduğunu düşünüyorum. Çünkü NATO konusunda yapabileceğim bir şey yok, benim tespitlerimi de dikkate alacağını düşünmüyorum ama kendimizi özeleştirel bir şekilde eleştirmek konusunda darbe teşebbüsü öncesi de sonrası da eksik olduğumuzu düşünüyorum. 17-25 ya da daha sonraki süreçlere bakıldığında İslamcı düşünceler arasındaki fraksiyon tartışmalarından mı bahsediyoruz, yani bizi bu noktaya Gülen’in mesiyanik anlayışı ve AKP’nin siyasal İslamcılığı arasındaki fark mı getirdi? Ben pek sanmıyorum açıkçası! Yoksa daha somut, gündelik pozisyonlarla ilgili bir anlaşamama hali mi getirdi? İdeolojik olarak farklılaşma olduğunu düşünmüyorum.
Biz şimdi diyoruz ki mesihiyanizmi neden bu kadar kabullendiniz, neden bir kişiyi bu kadar yücelttiniz, bu kadar tapınma pratikleri geliştirdiniz? Peki, ben sormak istiyorum, hangi grup geliştirmedi? Sadece Müslümanlar açısından da söylemiyorum. Çözüm sürecinde Müslümanların ortamına girdiğimizde sadece Erdoğan’a bakılması, Kürtlerin ortamına girdiğimizde ise sadece Öcalan’a bakılması söz konusuydu. Ben o dönemlerde şöyle sormuştum “Peki siz ne diyorsunuz, ne yapıyorsunuz?” “Neden tek bir insandan bütün halkı tanımlıyor, açıklıyorsunuz?” Gülen yıllardır yanlış yapıyor, yeni yanlış yapmıyor ki. Bunu söylediğimiz zaman, hatırlattığımız zaman arkadaşlar dikkat edin ikiyüzlülük, takiye kötü ve tehlikeli bir şeydir dediğimiz zaman, siyasal ilişkileri iyi olduğundan bu eleştirileri kimse dikkate almıyordu. Zemin problemimiz var ve biz bununla yüzleşmediğimiz için bir yerden bir şeyler sürekli patlak veriyor. Ve biz bundan dolayı yine zemini değil o spesifik olan şeyi tartışıyoruz. Tekkede şeyhi, siyasette lideri kutsanıyor. Ben reddedelim demiyorum ama hesaplaşmıyoruz. Peki nerede İslam’da sorgulayan, özne olan birey! Partili olunabilir ama Partici olunamaz. Cemaate bağlı olunabilir ama cemaatçi olunamaz.
Yıldız RAMAZANOĞLU:
İnsan neresini tutacağını şaşırıyor açıkçası. Son zamanı mı konuşalım, öncesine mi gidelim yoksa zemini mi tartışalım. Ben de zeminden bir şeyler konuşmak, ele almak istiyorum. Biz hâlâ Edward Said’in Oryantalizm’inden, Doğunun Doğululaştırılmasından, dolayısıyla Müslümanların da bu meyanda Marco Polo’dan itibaren yüzyıllar boyunca tanımlanması üzerinden devam ediyoruz. Dışarıdan tanımlamak bir şiddet aslında. Bundan dolayı da bizarız ama kendimizi, iddiamızı, perspektifimizi tanımlayamama sorunu yaşıyoruz. Bizim denetleyemeyeceğimiz durumlardan çok belirleyebileceğimiz durumlar üzerinden gitmeliyiz.
Biz dünyaya karşı bir söylem üretemiyoruz. Hepimiz birbirimizden dağınığız. Bir yanda Taliban’a saldırılınca onu koruyoruz, ama “Taliban yönetiminde kalmak ister miyim?” sorusuna “hayır” diyoruz. Bugün gördük ki bir network ağımız bulunmuyor. Bugün Pegida ırkçı bir eylemine karşı Almanlar eylem yapıyor. Ama bizim o eylemcilerle bir bağımız yok. İki tane network ağımız bulunmalıydı. Birincisi Müslüman coğrafyayı içine alan bir ağ, ikincisi batıya karşı onlara derdimizi hemen anlatabileceğimiz bir ağ oluşturmalıyız. Bizim yavaş yavaş toparlanıp, gettolarımızdan çıkıp gençlerimizle önemli network ağları oluşturmamız gerekiyor.
Levent Çavuş: “Bence bu olay Türk Devleti’nin kontrolü altındaki cemaatleri araçsallaştırmışlığının çok belirgin bir özelliğiydi. Türk Devleti’nin, aslında İslam anlayışı birbirine çok zıt olmayan iki grubu ciddi propaganda ile nasıl birbirine karşı hale getirebiliyor.”
Anlaşılıyor ki hepimizin kafası karışık. Ben şuna işaret etmek istiyorum. Birincisi Türkiye’de, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Müslüman ana gövde ile Devlet arasında bir gerilim oluştu ve bu gerilim çözülemedi. Yeni kurulan devlet, toplumu şekillendirmek için her yolu denedi. Genel itibariyle dünyanın akışı da bu devlet ile paralel ilerliyordu. Din bir veri olarak görülmüyordu. Dünya genelinde de dinî hareketleri yok etme sürüklenişi yaşandı. Memleketimizdeki sürükleniş İslamî hareketleri yok etmedi. Ülkemizdeki İslamî cemaatlerin ajandalarında da hep devleti kendi emelleri çerçevesinde ele geçirme, değiştirme gibi bir amacı vardı. Bu çerçevenin teorik tartışması bile yapıldı: Kadrolaşarak mı, devrim ile mi... Ancak modernite ile hesaplaşma, ulus devleti anlama konusunda Müslümanlar derinlikli okumaya sahip olamadı. Türkiye’de devlet ile Müslümanların hesaplaşması söz konusu yetersizliklerden dolayı süreci iyi kavrayamama, alternatifi geliştirememeden kaynaklı sadece kuru bir itiraz konumunda kaldı. Zihnimiz çok karmaşık, mecbur bırakıldığımız bu kentte zihinlerimiz serbest bırakılsa bile gündelik yaşamı yaşayabilecek yeterliliğe sahip değiliz artık. Ne enerjimiz var ne bunu sağlayabilecek bir vasatımız var. Bu hale getirdiler. Bundan dolayı da Türkiye’de olan biten kendi doğal süreci içerisinde olmuyor. Cemaatlerin gelişimi de doğal süreçleri içerisinde olmuyor. Fethullah Gülen hareketi de kendi kendisine gelişmiş bir hareket değil. Bu hareketin Türk Devleti tarafından desteklenmesi söz konusu. Bu yüzden olay iki İslamcı grubun çatışması değil diye düşünüyorum. Peki bu neyin göstergesiydi? Bence bu olay Türk Devleti’nin kontrolü altındaki cemaatleri araçsallaştırmışlığının çok belirgin bir özelliğiydi. Türk Devleti’nin, aslında İslam anlayışı birbirine çok zıt olmayan iki grubu ciddi propaganda ile nasıl birbirine karşı hale getirebiliyor, birbirlerinden nefret ettirebiliyor ki burası da manidar. Çok kısa bir süre içerisinde kabul gören Fethullah Gülen Nurculuğu, geniş kitleler tarafından tekfir edilen bir oluşum haline getirildi.
Bize bir şey gösterilmeye çalışılıyor. Birinci olarak gerçekleşen şey: Türkiye’de genel anlamda Ilımlı İslamcı olan bir hareketin “kadrolaşma” taktiği ile devleti ele geçirmeye çalışmasının ne kadar kötü sonuçlar doğuracağını ve bunu yapan insanların ne kadar kötü insan olma potansiyelleri olduğunu bütün topluma belletti. İkinci olarak gerçekleşen şey: Bu darbeyi kimin yaptığından öte bundan kimin ne kazandığını anlamaya çalışmak olanın ne olduğunu görmemize yardım edecektir. Türk Devleti kendi bürokrasisi içerisinde zaman zaman yapmak istediği bir dizi operasyonu çok ciddi bir tepki almadan rahat rahat yapma fırsatı kazandı. Bence bu süreçten Türkiye Devleti kâr etti. Devleti ele geçirmekle ya da yönetim-itaat ilişkisine sözü olan -şöyle yaparsak değişir talebi olan- Müslümanlar için bu konuları konuşmayı zorlaştırdı. Cami ile ev arasındaki bir Müslümanlık bu zamanlarda makbul görecektir.
Türkiye’de temel değişiklikler olmayacak. Türkiye darbe gerçekleşmediği için NATO’dan çıkmayacak. İncirlik kapanmayacak. Çünkü darbe yapanlar da kapatmayacaklardı. Zaten devlet de kapatmadı hiçbir zaman.
Ramazan Deveci: “Fethullah Gülen’in İslam algısı sorgulanmıyor, hainliği üzerinden bir söylem üretiliyor.”
Başta sorduğunuz “Fethullah Gülen’in İslam anlayışı sorgulanıyor mu?” sorusu ile giriş yapmak istedim. Çok sorgulanmıyor, çünkü darbeye karşı çıkanların da temelde İslam’ı algılayışı aynı minval üzerinde gelişiyor. O açıdan Fethullah Gülen’in İslam algısı sorgulanmıyor, hainliği üzerinden bir söylem üretiliyor.
Biz iktidarı elde etmek için her şeyi yaptık. Kadrolaşmak ve devleti ele geçirmek devrimci bir yaklaşımdan çok darbeci bir yaklaşımdı ama bunu mubah gördük. 15 Temmuz gecesi meydanlarda bir tane anti-Amerikancı söylem duymadık. Sonra darbe süreciyle mezhepçi ve milliyetçi söylem tavan yaptı. Ve bunu dünün ümmetçileri yapıyor. İslam’ın adalet kaygısını kaybetmeden iktidara talip olmalıyız. İktidar adalet için var olmalıdır ve bu sebeple iktidarı talep etmelidir.
Haber: Merve Çil

6 Eylül 2016 Salı

6/7 Eylül Kırımının Çağrıştırdıkları

Çuvaldızı kendimize…
Kimi büyük(!) devrimci-sosyalistler diyorlar ki,
“HDP, milletvekillerini, yöneticilerini tanıtırken şu kadarı Türk, şu kadarı Kürt, şu kadarı Ermeni, şu kadarı Çerkes, şu kadarı Süryani, şu kadarı Alevi… vs.” diyormuş. “Eskiden biz arkadaşlarımızın kimliklerini merak bile etmezdik, kim Alevi, kim Kürt, kim Ermeni bilmezdik, gelinen noktaya bak”mış... “Vatan elden gidiyor”muş. Ya da “enternasyonalizm” nerede kalmışmış?
Merak etmiyordun da bir marifet mi yapıyordun, diye sormazlar mı adama...
Sen merak etmiyordun diye insanlar kimliklerinden dolayı baskı görmüyorlar mıydı?
Ermeni sıfatı alelade bir küfür halinde değil miydi, Ermeni çocuklarına “okulda o ismini söyleme, Türk ismini söyle”, diye tembih edilmez miydi, ebeveynler bebeklerine Ermeni ismi koymaya çalışan çocuklarına kızmazlar mıydı?
Aleviler inanç ritüellerini gizlice yerine getirmiyorlar mıydı? “Bunlar mum söndü yapıyorlarmış” vb. türünden iğrenç dedikodulara muhatap olan onlar değil miydi? Tarihin derinliklerinde ve Maraş'ta, Çorum'da katledilenler onlar değil miydi?
Kürtçe konuşmak, kaset dinlemek, yasak değil miydi, Kürtçe yer isimleri değiştirilmemiş miydi? Onlara “kıro” demezler miydi? Onlar asimile edilmeye, zorla Türkleştirilmeye çalışılmadı mı?
Süryaniler bir avuç kalana kadar azalmamış mıydı? Rumlar, defalarca baba ocaklarından sürülmüş ve korku içinde yaşar olmamışlar mıydı?
Bütün bunları HDP mi uyduruyor, Yoksa sen deliksiz bir kış uykusunda mıydın? Devekuşu politikası mı izliyordun? Üstelik “emekçileri kurtarma” misyonunu üstlenmiş bir devrimci olarak... Üstelik her türlü mağduriyet ve ezilmişliğe karşı çıkması gereken sosyalistler olarak.
Sen tamamen yanlış anladığın, algıladığın “sınıf mücadelesi” reçetesinin peşinde hülyalara dalmışken, Ermeni, Rum nasıl görünür olmadan yaşamayı becerebileceğini düşünüyordu.
Süryani, İsveç’te vatanını özlüyordu, Rum, bahçesine ağaç dikmiyor, mevsimlik sebzelerle idare ediyordu, geleceğinden emin olmadığı için! Daha onlarca örnek sayılabilir, çeşitli kimliklerin sıkıntılarına ve gördükleri baskılara ilişkin.
Ayrıca sen, etnik ve inanç kimliklerinin farkında değildin, halk da mı değildi sanıyorsun? Hiç de böyle olmadığını artık senin de anlamış olman gerek. “Yahu bir aymazlık içerisindeymişiz” diye özeleştiri yapacağına, müthiş bir rahatsızlık duyuyorsun. Akıl alır gibi değil!
Hem bir insanın kendini kimliğiyle ifade eder olması niye ayıp, niye günah olsun! Utanılacak bir şey midir? Bunda ne var? Önemli olan, kendi kimliğine bir üstünlük ve ayrıcalık atfetmemek, değil midir? Önemli olan, kimliğine bir üstünlük ve ayrıcalık yakıştırarak, o kimliği başka kimliklere karşı bir baskı aracı olarak kullanmamak değil midir?
Egemen ulus olarak Türkler, yani bizler, kimliğimizi ifade ederken sorun yok. Ne zaman ki, baskı altındaki kimlikler kendilerini ifade eder oldular, birileri zıvanadan çıktı. İnsanın kendi kimliğini saklamaması neden bölücülük oluyormuş? Neden sosyalizme aykırıymış, anlamak mümkün değil! Aslında anlaşılmaz olan, böyle düşünülüyor olması!
Aslında açık olan mesele, kimlikler üzerinden tanıtıma karşı duyulan infial değildir. Mesele, ezilen ve baskı altındaki kimliklerin hak talebinde bulunması, eşitlik istemesi. Korkulan budur.
Ve memleketi bölünmenin ve maazallah iç savaşın eşiğine getirecek olan da bu inkâr, yok sayma ve mezarlıktan geçerken ıslık çalmaya benzeyen görmezlikten gelme politikalarıdır.
Yanlış olan, kimlik sahibi olmak değil, bir toplumda, baskı altında, yok sayılan ya da yok edilmek istenen ikinci sınıf ve ezilen kimlikler olmasıdır. Ve bu olgu, sosyalistlerin en temel gündem maddelerinden biri olmak zorundadır, her zaman…
Cengizhan Güngör
06.09.2016

Kripto Ermeni Olmak

Şahsen Antepli bir Türkmen olduğum halde, her zaman farklı inanç ve kimlikleri anlamaya ve saygı göstermeye çalıştım. Hatta yakın zamanda kendi büyüklerimizi değerlendirirken, anneannemin o dönemde marifetli, okumuş bir hamamcının kızı olması nedeniyle, “nenem 'Ermeni' olabilir mi?” dediğim için teyzem ve ablam uzun zaman benimle konuşmadı.
Keşke bir Ermeni nenem olsaydı!
Bundan dolayı mutlu olurdum. Bu nedenle "kripto Ermeni" olmama zaten gerek yoktur. İkincisi, Kürt kimliğini kullanmak bana değil, Kürtlere saygısızlıktır. Kürtlerle birlikte büyümüş olmama rağmen hâlâ Kürtçeyi öğrenememiş olmamda kendi eksikliğimdir.
Kripto Ermenilik ve/ya gizli Ermenilik: Gizlice Ermeniliği uygularken topluma karşı farklı bir dini uyguluyormuş gibi görünmek. Evet ne kadar acı değil mi, doğduğun topraklarda hâlâ korkudan kimliğini saklayanlar varsa, bu, onlardan çok bizim ve bu ülkeyi yönetenlerin ayıbıdır.
Bir de bunu hâlâ başkasını suçlamak için kullanan zihniyetin kendi geçmişine bakması yararlı olabilir. Bilindiği gibi, bu coğrafya, çok çeşitli halkların yaşadığı ve zamanla bir kısmının zorla asimile edildiği, bir kısmının 6/ 7 Eylül Olayları gibi malına mülküne el konarak doğduğu topraklardan koparıldığı bir Anatolya’dır. Bu ülkede insanları Ermeni, Yahudi, Rum, Ezidi, Süryani, Alevi ve Kürt diyerek aşağılamaktan lütfen artık vazgeçelim. Hepimizin insan olduğumuzu unutmayalım, unutturmayalım ve yeni acılara fırsat vermeyelim.
Tevfik Özkorkmaz
06.09.2016

Ham Çökelek

İki silâh, iki slogan patlatmak kimseyi devrimci yapmıyor. Bunlar, sadece mevcut karmaşanın zihinde karartılması ve iç rahatlama işlevini görüyor.
İki taktik, iki strateji dile dolayınca kimse örgütçü olmuyor. Bunlar, ancak mevcut ataletin ve teslimiyetin kılıfı olarak kullanılabiliyor.
Kürd’ün onca yıl yaptıklarının binde birini yapmadan, kısa yoldan, tüm gelire, kazanca el koymaya niyetlenmek, bu tüccar zihniyeti bir sonuç üretmiyor.
Lenin’in yürüdüğü yollara, patikalara adımını dahi atmadan Lenin’cilik oynamak, kimseyi Leninist de kılmıyor.
Lenin’in İki Taktik’te “burjuvazi çara karşı devrim diyor, bu devrim bile geridir” dediği biliniyor. Lenin’i bilenlerse, Fethullah’ın veya başka batılı güçlerin “devrim” sloganlarından heyecana kapılıyorlar. Lenin’in başarıcı, kariyerist küçük burjuva siyasete kurban edilmesine izin vermemek gerekiyor.
1997 kadar 2007’de de bölgesel kimi gelişmeler yaşanmış. 1991-93 arası dönemde sol örgütler çeşitli yönelimler içerisine girmiş. Bunlara dair orta yerde verilmiş tek bir hesaba rastlanmıyor. Aynı ekipler, aynı şefler siyasete kaldıkları yerden devam ediyorlar. 2005-07 arası dönemde hangi örgüt ne demiş, ne tür bir yönelime girmiş, ayrışma yaşamışsa neden yaşamış, bunların değerlendirilmesi gerekiyor.
Kısa günün kârı, kolaycı çözümler her daim burjuvazinindir.
Burjuvaya öykünerek uçabileceğine, devlet gibi herkesi sokabileceğine inananların bu türden kolaycı çözümlere meyilli oldukları görülüyor. Böylesi bir momentte kimin kimlerin mitingine gitmeme kararı aldığına, bu kararı neden verdiğine bakmak zorunlu.
Kürd’ün kendi özgül bir gündemi olduğu açık. “Biz vurduk, faşizm birleşti” diyorlar. Demek ki “zulmün artsın ki zeval bulasın” diyenlerle o zulme maruz kalanlar arasında her daim bir açı var. Kürd’ün bu açıyı önemsemesi mümkün değil, çünkü kendi acısı var.
Bu açıdan kimlerin hangi köşe başlarını tuttuğu sorgulanmalı. AKP Türkiye’sinin veya Ortadoğu Türkiye’sinin yeniden kurgulanması bağlamında belirli yönelimler içine giriliyor. Kürd’ün iradesine itimat ediliyor. “Türkiye’de tek demokrasi sorunu Kürd sorunudur” deniliyor. Buradan Taraf operasyonlarına destek veriliyor, Silivri önlerinde bekleniyor, o gazetede sosyalistler kalem oynatıyor, Önder Aytaç ve Emre Uslu ve Mehmet Baransu ve Ayşe Hür öncü kabul ediliyor. Sonrasında da bugüne gelindiğinde “darbeden söz etmek yetmez ama evetçiliktir” deniliyor. Kendisindeki marazı başkasına yansıtmak kurnazlığın ama daha çok acziyetin dışavurumu.
Emre Uslu, bir seçim öncesi, sabahın köründe bir tweet atıyor, başbakanın miting için alandaki ağaçları kestiği haberini üfürüyor, koca koca örgütlerin elindeki sol basın bu habere atlıyor ve gündeme flaş haber olarak taşıyor. Yalan olup olmadığına bakılmıyor bile. Daha doğrusu o koca koca örgütler örgüt olduklarını unutuyorlar. En azından mitingin yapıldığı yere bir üyesini gönderme gereği bile duymuyor. Bu tür olaylara yüzlerce kez şahit olunuyor. Buna Fethullahî muhalefet deniliyor.
Kanatlı kanatsız, tüm devlet süreci bu şekilde örgütlüyor. Burjuvazinin, CIA’in veya AB’nin Soros veya Fethullah dolayımıyla yürüttüğü muhalefet, kendisini sosyalist hareketi de içine katarak örgütlüyor. Kısa günün kârını düşünen, Lenin’le ancak başarı ve kariyer dolayımı ile ilişki kurabilen şefler, tüm militanlarını bu toplam muhalefete bağlıyorlar. Ham çökelek işte bu noktada boğaza duruyor. SoLsitesi tam da bu sebeple Atilla Taş’tan medet umuyor. “Onun ben fakirdim, o yüzden Fethullah gazetesinde yazdım” sözlerini “beni aradıklarında Çeşme’de tatildeydim” cümlesiyle birlikte servis ediyorlar. Çeşme’de yoksulların tatil yapamadığını unutmanın adı SoLoluyor.
O hâlde temel mesele, sınıflar mücadelesi bir kenara, sınıfsal ayrımların, farklılıkların, gerilimlerin unutulmuş, unutturulmuş olması. Örgütlenilen toplam muhalefet, tüm kesimleri bireylere bölüyor, bireylerin meslekî imkânlarına sesleniliyor, küçük burjuvazinin değer düşümü konusunda yaşadığı sancılara bakılıyor ve döne dolaşa bizler, “burjuvazi bu mevzileri terk etti, bayrağı biz devraldık” yalanına ikna edilmeye çalışılıyoruz.
Bu ikna gayreti, bizim de işimize geliyor. Sınıfsal ayrımları, farklılıkları, gerilimleri unutmak, görmezden gelmek bizim de hoşumuza gidiyor. Cem Yılmaz’ın ve diğer mizahçıların ufak insanların sancılarıyla alay eden dilini küfrederek seviyoruz. Belirli bir düzlem oluşuyor ve biz kendimizi hiç olmadığımız, hiç olamayacağımız bir burjuva veya devlet bürokratı gibi hissetme imkânına kavuşuyoruz. Bu yalan bizi bir süre daha oyalıyor. Oyalanmamızın istendiği açık.
Taktik ve stratejiler havalarda uçuşuyor. Tayyip’te kendi günahlarını, hasetlerini, kinlerini ve öznelliklerini buluyorlar. Onunla ancak bu öznellikle mücadele edilebileceğini söylüyorlar. Devrimi ve devrimciliği kendi cismani varlıklarına indirgiyorlar. “Ya bendensin ya değilsin” diyerek tekfire başlıyorlar. Devrimci olanın hizasını kendi varlığından çekiyorlar. Küçük burjuva, Tayyip’te ancak kendi küçük burjuvalığını görebildiği ölçüde harekete geçebiliyor. Esasında onda toplam, kolektif, sınıfsal bir düşmanlığı görmek ve buna göre mevzilenmek gerekiyor. Lenin bunu söylüyor.
Sınıfı, yoksulu, mazlumu görmeyince kuru bir İslam düşmanlığı hâsıl oluyor. Sahil şeridinin laik toplamına sesleniliyor. Sınıflar mücadelesi ve sınıfsal ayrımlar zihinde ve pratikte silindiğinden, döne dolaşa, CHP’ye yedekleniliyor. Bu sefer de yeni dönemin Mehmet Baransu’su olan İsmail Saymaz önder kabul ediliyor. Ana rahmi olarak bu devleti kuranları ve işletenleri bir biçimde (düşman) kardeş kabul edenler, devletin kuruluşunda yerin dibine gömülen yoksul mazlum halkın sınıfsal direncine küfretmeyi öğreniyor. Ve en fazla CHP ile birlikte AKP’den iş ve imkân dileniliyor.
Havaya savrulan yumruk düşmana erişmiyorsa, sahibine zarar veriyor. Daha yumruk bile olmadan, başkalarının yumruğunu sallamaksa, düşmanı besliyor.
Yusuf Karagöz

5 Eylül 2016 Pazartesi

Nehir Yatağı

Emek örgütleri denince hemen DSİK ve KESK anlaşılıyor, Türk-İş’in adı dahi geçmiyor.
Bunun nedeni muhtemelen Türk-İş’in iktidar yanlısı tutumları. Bu görüşe göre de iktidara karşı olmak, yandaş olmak emek örgütü olmayı belirler. Çok mekanik bir yaklaşım bu.
Sonuçta emek örgütü denince ilk akla sendika gelir. Sendikaların işlevi ise işçi sınıfının ekonomik, demokratik, siyasal, sosyal haklarının mücadelesini vermektir. Kiminle, elbet işçilerle birlikte.
Lafı uzatmadan KESK, DİSK gibi konfederasyonlar Türk-İş ve diğer sendikalar emek örgütleridir, işçi sınıfının sendikal örgütleridir.
Başlarında sendika bürokratlarının olması, işçi sınıfının temel sorunlarını atlasalar da bu gerçek. Yoksa şimdi yapılmak istendiği gibi, sendikaların varlığı anlamsızlaştırılır.
Sendikal örgütlerin altı boştur, örgütlenme ve sendikal bilinçli işçi sayısı azdır. Sendikalı işçi sayısı abartılıdır. Diyelim belirtilen rakamlar doğrudur, üye olan işçi sendikadan beklenti içindedir, hak alma, ekonomik durumunu düzeltme amacını güder.
Örgütlü değil, sadece üyedir ve sendikasına güvenmemektedir. Bugün sendikaların bürokrat yöneticileri farklı biçimlerde de olsa işçi sınıfının mücadelesinin önüne set çekmişlerdir.
Var olanı saptamak yetmiyor, işyerlerinde sendikal bilincin yükseltilmesi, sınıf bilincinin yükseltilmesi zorunlu.
“Biz sosyalizm istiyoruz” lafı Tuzla’daki işçiyi güldürmüyorsa da onun bu lafı ciddiye alması pek mümkün değil. O işçinin sorunu geçinememektir, iş güvencesidir, iş guvenliğidir.
Sendikası arkasında durmayan metal işçisi, bugün umutsuzluğa düşse de, verdiği mücadele işçi sınıfının hanesine deneyim olarak geçer.
Umutsuzluk egemen olsa da işçilerin arasında asıl olan, onların yürümeye, mücadeleye başladıklarında hangi nehir yatağına sürüklenecekleridir.
Hayrettin Çönge

“Feto"cuysa Vurun Kahpeye

Yeter Artık Cadı Avı Bitsin!
Özgürlük sana yapıldığı zaman değil, başkasına yapılan haksızlığa karşı çıktığında özgürlüktür.
Kendi arkadaşına, akrabana haksızlık yapıldığı zaman sesin gür çıkıyorsa, aynı şartları yaşayan ve sesi duyulmayan sessizlerin çığlığı olabiliyorsan, varsın ve özgürsün.
Bu, mazlum ve insan olmanın vazgeçilmez gereğidir. Devlet ve sivil toplum hem de tek tek bireyler, bu çifte standartçı, düşmanca anlayıştan kurtulmalı. Sürekli başka düşmanlar yaratarak kendimizi yaşatmaya çalışmakla böyle bir anlayışın sonu olmadığı gibi topyekûn bu illetten kurtulma şansını da elimizden kaçırmış oluruz.
15 Temmuz'dan beri artarak devam eden Fethullah Gülen şahsındaki linç harekâtı durmalı. Yüzbinleri bulan mağduriyetler "feto"cu diyerek yapılamaz, yargılanamaz. Bu harekât siyasi ve keyfidir, insan haklarına aykırıdır. Ayrıca suçun şahsiliği ilkesinin uygulanması gerekir. Çünkü bu ilke herkes için gereklidir. CB. Erdoğan'ın bu ilkeye çok ihtiyacı olacaktır. İster cumhurbaşkanı ol istersen başbakan, ister 657'lik bir devlet memuru, istersen fabrikada bir işçi, çarşıda esnaf, okulda öğrenci, tarlada köylü, akademide hoca, tiyatroda sanatçı, gazetede gazeteci, fikrinden dolayı hiç kimse suçlanamaz ve yargılanamaz.
Bir partiye, derneğe, herhangi bir sivil toplum kuruluşuna ve cemaate üye oldukları ve fikirlerini propaganda yoluyla yaymaktan dolayı hiç kimse suçlu sayılamaz ve yargılanamaz. Herhangi bir parti ve örgüte yataklık yapmaktan dolayı hiç kimse suçlanamaz ve yargılanamaz.[*] Herhangi bir parti ve/ya örgüte para yardımı veya servetini bağışlaması suç değildir ve yargılanamaz. Sadece devletin uygun gördüğü kurumlara bağış yapmak zorunluluğu olmadığı gibi, diğer kurum ve bireylere de yapılan ayni ve nakdi yardımlar suç sayılamaz ve aynı zamanda yargılanamaz.
Bu yukarda saydıklarımız demokratik bir toplumun vazgeçilemez yaşamsal insan haklarıdır. Bu nedenle de kimsenin lütfuna bağlı değildir. Bizler bu toplumun bireyleri olarak kendi haklarımıza sahip çıkmazsak, gelecek nesiller karşısında suçlu duruma düşeriz.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi basına açıklama yapıyor ve “kişisel olarak tanıdığımız meslektaşlarımızın FETÖ ya da herhangi bir terör örgütüyle hiçbir ilişkisinin olmadığını biliyoruz.” diyor.[**]
Bu açıklamayı okuduğumda gerçekten ürperdim. Böyle bir özgürlük anlayışını saygı değer hocalarımız nasıl savundular? Bu açıklama, “feto’cu diğer terör örgütleriyle bağlantılı olanlara ne isterseniz yapın” anlamına gelir.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım “düşman”lık temelindeki çifte standart tam da buydu. Sözde “düşman” da olsa onun da hakları olduğunun ve bu hakların yok sayılmasının bir insan hakları ihlali olduğunun altı çizilmelidir. Gücün şatafatın ve keyfi siyasetin körlüğüyle bu ihlalleri yapmak suçtur. Bu konuda ısrar suça daha fazla ortak olmak demektir. Yaptığınız insan hakkı ihlalidir, hatadır ve acilen bu hatadan dönülmesi gerekir.
Özgürlük gerçek manasıyla ne siyasal ne de sınıfsaldır tüm canlılar için geçerlidir. “Sağcılar asılsın solcular asılmasın” diyebilir miyiz, diyemeyiz ve/ya “solcular asılsın sağcılar asılmasın” diyebilir miyiz, diyemeyiz. Sonuçta “kimse asılmasın” diyerek idam cezası kaldırıldı.
Ne kadar da canımız yansa da demokratik hukuk devletinde bu kültürü içselleştirip yaşam tarzına dönüştürmeliyiz. Nasıl vatandaşlık doğal bir haksa "feto’cu terörist" diyerek tamamen konjonktüre bağlı siyasi, keyfi, kin ve nefrete dayanarak, düşmanlık temelinde “bu ‘hainler’ vatandaşlıktan çıkarılsın” demek yanlışsa, yarın da aynı yanlışı bir başkası diğerine yapacaktır. Bu kısır döngüyü kırmak için yaşanan acı tecrübelerden dersler çıkararak, toplumsal uzlaşmayı sağlamak ve kamuoyunu rahatlatmak gerekir.
Bu sahte özgürlük anlayışı ve tuzağından kurtulmak, toplum ve bireylerinin korkmadan, ürkmeden duygu ve düşüncelerini söylediği ortamları yaratmak gerek. Gelecek kuşağımızı daha sağlıklı eğitme ve yetiştirme şansını yitirmemek adına bunu istemek de hakkımızdır!
Kesin bir ifadeyle; 15 Temmuz’dan dolayı “feto”cu diyerek hiç kimseyi yargılayamazsınız ve onların haklarını gasp edemezsiniz. On binleri bulan insanların haklarını savunmak, gerçek özgürlük burada başlar. Egemen ideolojinin “feto’cu terörist” söylemiyle sürdürdüğü tuzağı aşamayanlar, cadı avına da güçlü bir şekilde karşı çıkamaz!
Bu tarz bir özgürlük anlayışı en çok da iktidarın işine yaramakta ve ona milyonlara varan toplumun farklı dinamiklerini sindirme, ezme ve yok etme noktasında “haklı” bir zemin sunmaktadır.
Suç varsa mutlaka ceza da vardır. Burada temel sorun “suç” ortamını yaratan sorunların çözümüdür. Eğer bu sorunlar çözülmüyor, tam tersine artarak devam ediyorsa, cezalarla bir yere varılamaz.
Tevfik Özkorkmaz
05.09.2016
Dipnotlar
[*] Bir zamanlar mahkemede yargılanan bir Kürt vatandaşımız, savcının 'terörist'lere yataklık yapma suçuna istinaden hazırladığı fezlekesini okurken vatandaşımız savcının sorduğu soruya “yatak verdim, bunun da suçu mu olurmuş” diyerek tavrını ortaya koyar.
[**] Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi 03.09.2016 tarihli Basın açıklaması.