8 Eylül 2016 Perşembe

Adalet Sancağı

Patrona Halil Kıyamı’nda öne çıkan şiar, “şeriat isteriz”dir. Bu şiar diridir ve hâlâ Batı’nın kibirli laisizmine bağlı olanları rahatsız etmektedir. Özünde Patrona’daki şeriat, iktidardaki azınlığın kendi özel hukukuna ve iktisadına itiraz eden, bir adalet talebidir. Kendileri için özel hukuk teşkil etmiş olanlara karşı ezilenler, müşterek olanın hukukuna yaslanarak, adaletin kılıcını çekmişlerdir. O kılıç, az ve özel olduğunu düşünen her kesimden insanı hâlâ korkutmaktadır.
Liberallerin ilk dönem Türkiye ile dertleri ve oradan kimi İslamî kesimlerle muhabbet kurmaları, Osmanlı devletinin Türkiye’ye kıyasla çok küçük bir mekanizmaya ve kadroya sahip olması, oluşan ticari imkânlarla ilgilidir. Liberaller, Osmanlı’da kendilerini doğrulayan, haklı çıkartan özellikleri cımbızla ayıklamaktadırlar. “Osmanlı pazarının daha renkli ve daha özgürlükçü” olduğuna dair methiyeler düzenlerin, sonrasında “demokratik özerklik, sosyalizme göre daha ileri bir kavramdır” demelerine şaşırmamak gerekir. Herkes Osmanlı’dan dilediğini almaktadır. Az olanların aralarındaki tartışmalar, hükümsüzdür.
Belirli kesimlerse, Kemalizmi bizi Osmanlı’dan koparttığı, uzaklaştırdığı, az olmamızı yaldızladığı için önemsemektedirler. Bunlar ne kadar “ben komünistim” deseler de özünde kemalisttirler. Burada hâkim olan anlayış, CIA’e raporlar hazırlayan tarihçi Bernard Lewis’in “Türkler Osmanlı’dan bağımsızlıklarını elde eden son millettir” cümlesinde özetlenmektedir. Türk dedikleri de Batı sahillerinde serpilen tefecilerden, kaçakçılardan, kompradorlardan ve toprak ağalarından oluşan bir cemaattir, gerçek Türkle alakasızdır. Onların kendilerini çok gösterme çabalarına aldanmamak, sosyalizmi bu yanılsama üzerine kurmamak gerekir.
İslamî kesimlerde ise Patrona’daki İslam’a asla ve kat’a rastlanmaz. İslamcılık, siyasal İslam, devrimci İslam, politik Müslümanlık aranacaksa, Patrona ve bağlı olduğu adalet mücadelesi geleneğinde aranmalıdır. Oysa azınlık iktidarının tahammül edebildiği “İslamcılık”, Osmanlı saraylarındaki az sayıda ulemanın iktidar şakşakçılığından, zulmü meşrulaştıran fetvalarından, zenginlerle kurulan ticarî ilişkilerden müteşekkildir. Bu ülkede İslamcılık, adalet kılıcı kırıldığı ölçüde varolma imkânı bulabilmiş, devlet koridorlarında beslenip büyütülmüştür. İslamcılık karşıtlığı ise “beni de büyüt, ben de senin evladın değil miyim?” yakarışından başka bir şey değildir.
O hâlde Batı’dan aşırılan “AKP İslamcı partidir” laflarına takılmamak, bu yaklaşımı ciddiye almamak gerekir. Eğer cahil değilse, Batı da AKP’nin İslamcı olmadığını bilmektedir. En genel hâliyle, batıcılık çadırı içindeki tüm liberaller, Kemalistler ve sosyalistler, İslamcılığı AKP çekmecesinin içine hapsetmek niyetindedirler. Bu hizmet, adalet kılıcının tekrar dövülmesine mani olmak için verilmektedir.
Zira bu, kemalizmin maddi pratik niyetidir. Osmanlı Türkiye’ye doğru büzülmüş, düne kadar padişahın damadı olmak isteyenler, belirli bir görevle süreci yönetip yeni tesis edilecek devletin başına geçmişlerdir. Bu anlamda Osmanlı’da düşman kabul edilen tüm unsurlar, dinamikler, yeni cumhuriyete tevarüs etmişlerdir. Dolayısıyla “cumhuriyetçilik” dedikleri, iktidardaki azınlığın gücünü koruma, meşrulaştırma ve yayma ideolojisinden başka bir şey değildir.
Bu açıdan Korkut Boratav’ın “Eski Türkiye” Düşmanlığı isimli yazısı, cumhuriyetçiliğin sosyalizm diye yutturulması imkânlarına dairdir. Çünkü kısmen Sovyet yardımları, kısmen de halk dinamiklerini kontrol altına alma ve seferber etmeyle alakalı halkçı dilden kaynaklı olarak, iktidardaki azınlıkla bir gönül bağı kurulmakta, sosyalizm bir gönül işi olarak takdim edilmektedir. Boratav, iktidarı kendisi gibi bir birey zannetmekte, onun da kendisi gibi “sosyalist” olabileceği günlerin hayalini kurmaktadır. Onda sosyalizm, cumhuriyetçiliğin bir çıktısı, basit bir uzantısıdır. O, sosyalizmi iktidardaki azınlık için kitle toparlamak olarak anlamaktadır.
Dolayısıyla darbelerin ve bilhassa Atatürk’ün ölümü sonrası girilen yolların şahsi gelişmeler olarak kodlanması, bunların içe sızmış emperyalizmin oyunları olduğunun iddia edilmesi, Kemalistlere has bir yanılsamadır ve onların kendilerini aklama yöntemidir. Azınlık iktidarı, Osmanlı topraklarında varolma, dolaşma imkânını emperyalistlerle kurulacak imkânlarda görmüştür. Sovyetler’e karşı çekilen sette tuğla olmayı kabul eden de, içerideki demokratları batıya “komünist” diye yutturmaya çalışan da, Osmanlı’dan miras aldığı, gerçek manada adaletçi İslamî dinamikleri ezen de, sömürülenlerin-mazlumların direncini kırmak isteyen de kendisidir. Mesele, özel bazı kişilerle sınırlı ve onlara has değildir.
“Eski Türkiye” dedikleri belirli kişilerin kaprislerinden, tercihlerinden oluşmaz. Bu, bugün bazı kişilerin vehimleridir. Emperyalizmin elinden tutup ayağa kalmak, bölgede caka satmak, içerideki muhalif dinamikleri, ayaklanmaları ezmek, aynı azınlık iktidarının hamleleridir.
Sosyalistler, liberaller ve İslamcı geçinenler, aynı azınlık iktidarını temel eksen alarak siyaset yürütürler. Asıl sorun buradadır: mazlum-sömürülen çoğunluğun siyaseti, azınlık iktidarına ölçü ve ölçek kazandırmak, onu etlendirmek veya daha akıllı kılmak üzerine inşa edilemez.
Öte yandan Heval Taha’nın Boratav’ı eleştirmesi, hepimizi CHP-HDP oyununa mecbur etmesi de anlamsızdır. Taha, Boratav’ı PKK’yi görmemekle, KDP üzerinden konuşmakla eleştirmektedir. Oysa kendisi de TİP’in ittifak yaptığı Kürtlerin KDP’liler olduğu gerçeğini gizlemeye çalışmaktadır. Zira TİP’in başındaki ekip, geçmişte Mendereslerle dergi çıkartmış, o muhalif “demokrat” damarla ilişki kurmuş kişilerden oluşmaktadır. Bu anlamda analoji kuruluyorsa, ya PKK KDP çizgisine gelmiştir ya da TİP PKK’lileşmiştir!
Oysa bu tartışmalar, azınlık iktidarının yeni kurgusuna dairdir. Taha ve bu tartışmayı kasıtlı bir dille haber yapan Oda TV sosyalistleri kendi hanesine yazma derdindedir. Bu da sosyalistlerin önemli bir güç olmasıyla değil, onların gerekli kılıfı, perdeyi teşkil etme becerisi ile ilgili bir gayrettir. Kimse, çoğunluğun, azınlık iktidarı adına maniple edilmesini, yönlendirilmesini dert etmemektedir. O iktidar kurgusu, bir belkemiği olarak, ölçü ve ölçeği tayin etmekte, tüm ideolojileri kendi hizasına çekmektedir. Dolayısıyla bu tür tartışmalar, kenar süsü niteliğindedir.
Aynı tartışmaya Erkan Baş, “Türkiye sosyalistleri ile Kürt Hareketi'nin önceliklerinin her dönem ve her alanda çakışması mümkün değildir.” diye dâhil olmaktadır. Ölçüsünü ve ölçeğini azınlık iktidarının verdiği bir alanda sosyalizmini yaldızlama derdinde olan Baş, “sosyalizm Kürt’ten sorulur” diyenlere inceden kafa tutmakta, ama dönem gereği, ustasından öğrendiği ikirciklilik yöntemiyle, arada derede laflar sıralamaktadır. Sonuçta da Baş, “iki halk bölünüyor, aman yapmayın!” yaygarasını koparttığı yazısını “ilericilikte birleşelim” diyerek bitirmektedir. Aslında bu yaygaraya hiç gerek yoktur; herkes azınlık iktidarının ilericiliğindezaten birleşmiştir, birdir. Yaygaranın sebebi, iktidar gibi, korku salıp kitleleri maniple etme ihtiyacıdır.
Bu tartışmada azınlık iktidarının çeşitli iktisadî gerekçelerle belirli yönelimler içerisine girdiğinden bahis yoktur. “İyi” bir iktisatçı olan Boratav, altmış darbesinin kazanımlarını göğe çıkartmakta, nedense o dönemin iktisadî mecburiyetlerini geri plana atmaktadır. Sendikal haklardaki gelişmeleri, örgütlenme imkânlarını, parlamenter mücadeledeki kazanımları kendi hanesine yazarak, o iktisadî mecburiyetlerin teşkil ettiği bir özne olduğunu da ikrar etmektedir. Azınlık iktidarına böylelikle “bana ihtiyaç duyarsanız, ben gene buradayım!” demektedir. Aynı şekilde Heval Taha da seksenlerin başında filizlenen “Marksist-Leninist program”a ne olduğu sorusunu hiç cevaplamamaktadır. Erkan Baş’ın yazısında da “bağımsız sosyalist güç” azınlık iktidarının çıkarlarına göre mi oluşacak sorusunun cevabına rastlanmamaktadır.
Patrona’nın ağzından çıktığı biçimiyle, bu topraklarda adalet, hürriyet ve eşitlik mücadelesine ait şiarlar, azınlık iktidarı eliyle her daim susturulmak zorundadır. Dolayısıyla o iktidarı eksen alan, siyasetini ve ideolojisini onun üzerinden, ona göre kuran herkes, bu ezme faaliyetinin ortağıdır. “Rum, Ermeni, Yahudi zenginler olsaydı, daha batılı ve daha güçlü olurduk” diyerek o azınlık iktidarı eleştirilemeyeceği gibi, “Osmanlı’dan bizi kurtardı” diyerek o iktidara asker de olunamaz. O, ne zenginlerden vazgeçmiştir ne de Osmanlı toprağından. Gerilimler, tartışmalar bizi yanıltmasın: az olanlar, çok görünmek için her zaman dışarıda emperyalizme, içeride kendisine çalışacak askerlere ihtiyaç duyarlar. Mesele, Patrona’nın hareketine nefer olabilmek, adalet sancağını yükseltmektir.
Bahri Dikmen

Devlet Aklı

Ey ‘Devlet Aklı’ Geldiysen Masaya Vur ve Suriye Çıkartması
Kimi siyaset erbabı sık sık ‘devlet aklından’ dem vurur. Devlet refleksiyle yaşanılan gerçeküstü(!), son derece yıkıcı ve ülkenin geleceğinin tahrip edildiği gelişmeler karşısında ‘devlet aklının’ bir gün gelip galebe çalacağına, rasyonalitenin galip geleceğine olan inanç daha bir kuvvetlenir, kimi çevrelerde…
‘Devlet aklı’ denilen bu refleksin kimi zaman boy göstermediği de söylenemez doğrusu. Örneğin ‘TSK’nın son söze sahip olduğu dönem öyle bir aşamaya ulaşır ki, bu tahakküm devletin tepelerinde tartışma konusu olur. Kürtlerin varlığının bile şiddetle reddedildiği dönemlerde, bir bakarsınız, taraflar masaya oturmuşlardır. Yakın tarihe gidilecek olursa; ‘tek partili rejim’ devletin bekasını sağlayamayacak olduğunda ‘çok partili rejime’ geçilir. Grev hakkı ve sendikal örgütlenme hakları tanınır.
Görünürde ve esasa ilişkin bir ‘rejim’ değişikliği olmadığı halde ‘devlet aklı’ denilen güç harekete geçer ve o zamana kadar uyguladığı temel politikalardan vazgeçer. Tabii böylesi önemli sıçramaların yaşanabilmesi birçok etkene bağlıdır. Başta bu değişiklik arzusunun toplumsal bir talep haline gelmesi ve devletin kapısına dayanması gerekir. Yani süreç ‘alttakilerin’ değişim taleplerine ne kadar etkin bir şekilde sahip olduğu ve bu kuvvetli kitlesel taleplerin egemen sınıfların dayanışmasını ne ölçüde etkileyebildiği ile ilgilidir. İşte o zaman potansiyel bir güç olarak ‘uykuda’ olan devlet aklı harekete geçer, bu temel politikalarda ısrar edildiği takdirde ‘devletin bekasının’ tehlikede olduğunu farkeder ve devletin varlık temelini sarsmayacak değişikliklere razı olur. Eğer ‘devlet aklı’ bütün uyarıcı etkenlere rağmen harekete geç(e)mezse, ya devrimler olur ya da devlet bir egemen kliğin elinden diğerine -genellikle zorla- geçer.
Sadede gelmeden önce, devletin ‘akılsızlığının’ esas, ‘akıllılığının’ ise tali ve arızi olduğunu belirtmek gerekir. Bunun neden böyle olduğuna ilişkin sorunun cevabını ise devletin varoluşuna içkin tarihsel süreçlerde bulabiliriz. Bu yazının konusu bu değil…
Suriye’ye Askerî Müdahale
Devlet, konjonktürel olarak ona hâkim olan Saray’ın kararı ile TSK’yı Suriye topraklarına soktu. Bir açıdan bakıldığında devlet ‘akılsızlığının’ yeniden galebe çaldığı söylenebilir. Çünkü bu süreç birçok açıdan uzun vadede 16. Türk devletinin sonunu hazırlayacak gelişmelerin fitilini ateşleyebilir. Ve görünen o ki, devlete hâkim olan muktedirler ve devletin temel unsurları bu macerayı bir çeşit oybirliği ile destekliyorlar. Üstelik toplumsal refleksler açısından bakıldığında bu müdahaleye yönelik muhalefetin de son derece marjinal olduğu söylenebilir. Tam tersine toplumsal refleksin de devlet tarafından müdahale lehinde oluşturulduğu/manipüle edildiği söylenebilir.
Bırakın birçok diğer son derece önemli saiki bir kenara, bu ülkede ciddi bir nüfus potansiyeline sahip ve bin yıldır sarsıntılarla da olsa bir şekilde sürdürülen Kürtlerle Türklerin kardeşliği sona erebilir -maazallah- ve korkulan gerçekleşir; ülke bölünür! Suriye müdahalesinin en çok endişelenilmesi gerek çıktısı, maalesef bu olabilir.
İktidar, öteden beri sahip olduğu bölgesel hegemonya arzularından vazgeçmiş değil. Tam tersine harekâtın her günü yeni hedeflere -en son Rakka’ya- talip olunduğu açıklanarak, bu arzunun ne kadar kuvvetli olduğu özellikle vurgulanıyor. Bizatihi bu hegemonal hedeflerin ifade ettiği potansiyel tehlikeler bir yana, harekâtın hiç saklanma ihtiyacı duyulmadan açıklanan hedeflerinden birinin Kuzey Suriye Kürt kantonları olması bir çeşit akıl tutulmasına işaret ediyor. İktidar ‘Kobani eylemleri’ diye tarihe geçen kalkışmadan hiçbir ders almışa benzemiyor. Daha ötesi darbelenen Kürtlerin ‘bu taraftan’ tepki verebileceği görmezden geliniyor. Üstelik 35 yıldır savaşan silahlı güçlere ve kuvvetli siyasi ve sosyal örgütlenmelere sahip Kürtler görmezden geliniyor.
Devlet, Kürtlerin silahlı güçlerine, siyasi oluşumlarına, sivil toplum kurumlarına ve yerel yönetimlerine karşı 7 Haziran’dan beri yıkıcı bir savaş sürdürüyor. Kimse inkâr edemez ki, bütün bu süreçte yaşananlar ortak duygulanımları ve birlikte yaşama arzularını dinamitliyor. Üstelik Kürtlerin silahlı örgütü olan PKK’nın da birlikte çözüm imkânları arayışını terk ederek daha bölgesel çapta ve Kürtler açısından meselelere baktığının işaretlerinin çoğaldığı bir dönemde. Ve bölgesel çapta Kuzey Suriye’de dâhil bütün bölge Kürtlerinin son derece örgütlü olmanın gücünü tattığı ve uluslararası arenada itibar sahibi olmalarının olanaklarına, özgüvene sahip olduğu bir dönemde.
Devlet, ya bin yıllık kardeşlik efsanesine çok fazla inanç besliyor ya Kürtler arasındaki çelişkilere fazlasıyla bel bağlıyor ya müttefiklerine ya da kendi ezici gücüne ve baskıcı tarihine çok fazla güveniyor.
‘Savaş istemiyoruz, Barış istiyoruz’, ‘Yurtta da barış, bölgede de barış’ çığlığı toplumsallaşmadıkça ve yaygınlaşmadıkça, ülkemiz tehlikeli bir girdaba sürüklenmekten kurtulamayacak. Ancak bu şiarın kısa ve orta vadede baskın hale gelebileceğinin işaretleri de ufukta görünmüyor, maalesef!
Cengizhan Güngör

Ortadoğu Ateş Çemberinde-II

Türkiye'nin Musul çıkarması dünyada geniş yankı buldu. Kuzey Irak Kürt yönetimi “memnunuz” derken, Bağdat’tan tepki gelince, “tarafsızız” demeye başladı. Barzani, kendi çıkarlarını koruma kaygısının ağır bastığını böylece bir kez daha gösteriyordu.
Suudi Arabistan 8 bin gönüllü askerle Türk ordusuna katılacağını ve Musul çıkarmasının başarılı geçtiğini açıklandı. Musul’a 12 km uzaklıktaki Başika Kampı’nda, iddiaya göre, Şii ve Sünni Türkmenleri eğitip donatacak ve Tel-Afer Operasyonu’nda mücadele ederek, IŞİD'in işgaline son verilecekti.
Suriye İç Savaşı, Suriye Krizi, Suriye Baas Partisi'ne bağlı askerler ve bunları destekleyen milis güçleriyle, Esad'ı iktidardan indirmek isteyen Suriye muhalefeti arasında başlamıştı. Sonrasında IŞİD, El-Nusra, PYD, Kürt, Türkmen, Dürzi ve Süryani gruplar da katıldı. Son dönemde ise Rusya, İran, ABD ve Türkiye'nin dâhil olmasıyla çatışmalar 15 Mart 2011'den günümüze kadar geldi. Ve coğrafyada gencecik fidanlar birer birer yok oldu, Suriye İç Savaşı sebebiyle dolaylı ya da dolaysız olarak hayatını kaybeden toplam insan sayısı, Şubat 2016 itibariyle, 470.000 olarak açıklandı.
Şubat'tan bu yana altı aylık sürede bu rakamın çok daha fazla artmış olması muhtemeldir. Suriye iç savaşını 2012 yılında Robert Haddick “Suriye’deki iç savaş, Amerika ve Sünni müttefiklerinin tam da bunu yapması için bir fırsat sağlamaktadır. Amerika için, Suriyeli isyancıları desteklemek klasik bir asimetrik savaş[*] harekâtı, temel bir Özel Kuvvet görevi teşkil edecektir.”[1] demektedir.
Ortadoğu ateş çemberinin nasıl bir bataklık olduğu, bu coğrafyada yaşayan insanların ve halkların hiç ama hiçbir öneminin bulunmadığı görülüyor bu ifadede. Bu satırları okurken gerçekten ürpermemek elde değil. Robert Haddick, tam da yukarı da anlatmaya çalıştığımız, görünürdeki Sünni-Şii saflaşmasını bakınız nasıl yönlendiriyor: “Lübnan’daki Hizbullah, Irak’taki çeşitli Şii milis kuvvetleri ve İran’ın şu anda Suriye’deki Esed yanlısı milislere sağladığı eğitim ve destek, İran’ın bu tür savaştaki tecrübesini ortaya koymaktadır. Eğer devam eden güvenlik rekabetinde İran’a yetişeceklerse, Sünni ülkelerin kendi asimetrik savaş becerilerini pekiştirmeleri son derece çıkarlarına olur.”[2]
Richard Haass’ın bugünkü Ortadoğu’yu anlatırken dile getirdiği birinci önemli açıklama şu: “Çatışmalar, ülkelerin içinde ve devletler arasında cereyan ediyor; iç savaşlar ve vekâlet usulü[**] yürütülen savaşları birbirinden ayırt edebilmek imkânsızlaşıyor. Hükümetler, kontrolü sık sık, daha çok sınırlarının içinde ya da ötesinde hareket eden küçük gruplara, milislere ve benzerleri unsurlara terk ediyorlar.”[3]
Richard Haass’ın[***] bugünkü Ortadoğu'yu anlatırken, dile getirdiği ikinci önemli açıklama şöyle: “Bölgenin gidiş yönü kaygı verici: zayıf devletler topraklarına hâkim olamıyor; az sayıdaki güçlü devletler üstünlük mücadelesinde; milisler ve terörist gruplar daha büyük etki elde ediyorlar; ve sınırlar siliniyor.”[4]
Asimetrik Savaş ortamının çıkmasına hiç şüphe yok ki, çeşitli bölgesel anlaşmazlıklar, küresel gelişmeler, etnik gruplar, dinler ve mezheplerarası anlaşmazlıklar kaynaklık etmekte. Emperyalist devletlerin bu çelişkilerden faydalandığı, yeni savaş teknolojisi ve stratejilerinin fiilen uygulandığı alanlar olmasına bir de her ülkenin kendine özgü sorunları eklenince çok karmaşık bir durum ortaya çıkmakta.
Rojava, Suriye'nin kuzeydoğu kesiminde Kürt, Arap, Süryani, Asuri, Arami, Türkmen ve Çerkeslerin olduğu bir bölgedir. Beşar Esad rejiminin Kürt bölgesinden çekilmesi sonrası Demokratik Birlik Partisi (PYD) ile Suriye Kürt Ulusal Konseyi (KNC) ile uzlaştılar. PYD ve Suriye Kürt Ulusal Konseyi arasındaki uzlaşmayla 12 Temmuz 2012 tarihinde Erbil'de Kürt Yüksek Komitesi'nin kuruluşu ilân edildi. Aynı yıl Kürt Yüksek Komitesi'nin yönetiminde Suriye'deki Kürt alanlarını yönetmek için PYD ve KNC'nin katılımıyla Halk Koruma Birlikleri kuruldu. Ardından 19 Temmuz 2012'de Serêkaniyê'yi, ertesi gün Afrin ve Derik'i ele geçirmesiyle devrim ilân edildi.
Asimetrik savaşların ve vekâlet savaşlarının aynı döneme rastlaması tesadüf değildi. Tam da bu koşullarda Rojava; Ortadoğu ateş çemberi ve kirli savaş bataklığında açan bir gül gibiydi. Âdeta susuz çölde bir vahaydı. Neoliberal kapitalist sistemin bağrında yeni toplum nüvelerinin yeşermekte olduğunun habercisi ve payandasıydı.
Bu gelişme, hem Ortadoğu coğrafyası hem de tüm dünya halklarına yeni bir umut ışığı olmuştu. Emperyalistlerin hedeflerden biri de zaten bu gelişmeyi büyümeden boğmaya çalışmaktır. Bölge ülkelerinin direk kendilerini etkileyecek bir gelişmeyi kolay kabul etmeyeceği ortada. Yine ortada olan bir şey varsa, Irak'ta Federal Kürdistan Hükümeti’nin bağımsızlık ilânı hazırlığına şimdilik sessiz kalınıyor olmasıdır.
Özel olarak “Kürdistan” üzerinde çeşitli hesaplar ve oyunlar olduğu görülüyor. Varolan bir gerçekse, bölgedeki Kürt realitesini herkesin gördüğü ve giderek kabul edeceği bir duruma gelinmesidir.
Ulus-devlet kalıbını aşan, din, dil, ırk, inanç, mezhep ve cinsiyet ayrımının olmadığı, eşit ve ekolojik bir toplumda adalet, özgürlük ve demokrasinin tesisi için; demokratik toplum bileşenlerinin siyasi-ahlaki yapısıyla birlikte çoğulcu, özgün ve ortak yaşam değerlerine kavuşması için; kadın haklarına saygı ve çocuk ile kadınların haklarının kökleşmesi için; orada yaşayan farklı halklar ve inançların savunma, özsavunma hakkı, inançlara özgürlük ve saygı için; demokratik özerk bölgelerin halkları; Kürtler, Araplar, Süryaniler, Asuri ve Arami, Türkmen ve Çerkesler olarak bu sözleşme kabul edildi.
İran'ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney'in başdanışmanı Ali Ekber Velayeti, Tahran yönetiminin 'büyük şeytan' ABD ile Afganistan ve Irak'ta işbirliği yaptıklarını itiraf etti.[5] Daha önce eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'ın 'Biz, ABD'nin Afganistan ve Irak'ı işgal etmelerine yardımcı olduk. Ama Bush bize nankörlük etti' açıklamaları gündeme bomba gibi düşmüştü.
İran ABD ile her zaman işbirliği yaptı. 1997-2005 yılında Cumhurbaşkanı olan Muhammed Hatemi de buna benzer itiraflarda bulunmuştu. “Taliban İran'ı her zaman düşman olarak gördü. Bizim İslam anlayışımızı reddetti. Taliban'ın sınırlarımıza yakın olması bizim açımızdan ciddi bir tehditti. Taliban hem bizim düşmanımızdı hem de ABD'nin düşmanıydı. ABD'nin Taliban'ı devirmesi İran'ın işine geliyordu. Biz de elimizden gelen tüm gayreti gösterdik ve Taliban devrildi.”[6] Hameney: “Suriye'de ABD ile işbirliği yapmayacaklarını” söyledi.[7]
İran, Birleşmiş Milletler’de imzaladığı anlaşmadan sonra nükleer programında küçülmeye gitti. Daha sonra Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu İran'ın nükleer enerji kapsamında gerekli şartları yerine getirdiğini açıkladı. Bu açıklamadan sonra başta ABD, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler kademeli olarak İran'a uygulanan yaptırımların kaldırılacağını açıkladı. Yaptırımların kaldırılmasını İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, “İran için yeni bir sayfa” şeklinde yorumladı.
Görüldüğü gibi “büyük şeytan” diyerek bölgede en kararlı duruşu sergileyen İran, yine bölgesel çıkarları gereği yeri geldi mi dolaylı ve/ya direkt ittifaklar kurabilmekte. Bu gelişmeden sonra ABD, Suriye politikalarında İran olgusunu daha ciddi almaya başlayarak, Beşar Esed'in yıkılmasından çok, bölgede son iki yıldır çok aktif hale gelen IŞİD'e karşı cephenin hem bölge hem de uluslararası alanda kurulması yönünde değişikliğe gitti.
Tevfik Özkorkmaz
08. 09. 2016
Dipnotlar
[*] Asimetrik Savaş: Güçsüz olan askerî birliklerin daha güçlü olan askerî birliklere karşı yürüttüğü, gayrinizamî harp unsurlarını da barındıran savaş yöntemidir.
[**] Vekâlet Savaşı: Egemen güçlerin kendi askerlerini kullanmaktan ziyade, müttefik ülkeleri, ülke içindeki grupları ve yandaşlarını cepheye sürmek suretiyle gerçekleştirdikleri savaştır.
[***] Amerikalı diplomat Richard Haass'ın Foreign Policy Begins at Home kitabı.
[1] Hürriyet, Robert Haddick, Small Wars Journal’ın idari editörüdür. 06. 12. 2015
[2] Hürriyet. 06. 12. 2015. Yakın Doğu Haber- Foreign Policydergisinde Robert Haddick imzasıyla yayımlanan bu yazıda Amerika’nın Suriye’deki iç savaşı bölgeyi İran’a karşı hazırlamak için nasıl kullanabileceğinin yolları gösteriliyor. 15-08-2012
[3] Cengiz Çandar, Radikal gazetesi, 23.07.2014
[4] Cengiz Çandar, Radikal gazetesi, 23.07.2014
[5] Tevhidi Gündem / 30 Haziran 2016
[6] Tevhidi Gündem / 30 Haziran 2016
[7] Sol. Tüm haberler / 03.06.2016.

Cumhuriyet Demokratik Değil

Cumhuriyet demokratik değil, Erdoğan’da demokrasi yanlısı değil.
1921 Anayasası zaten 8 maddelikti ve şimdiki anayasa gibi tekçi değildi. M. Kemal dâhil olmak üzere egemen yapı, egemen sınıflar hiç demokratik olmadılar. Cumhuriyet demokratik cumhuriyet olarak kurulsa da demokratik yanı hiç işletilmedi.
Günümüz iktidarı Erdoğan’ın, ABD yalanı ılımlı İslam’ın parçası olarak hiçbir zaman demokratik olmadığını Ortadoğu denkleminden biliyoruz. AKP Erdoğan’ın ortaya koymaya çalıştığı, gerici tek adam anlayışıdır.
İslam coğrafyasının lideri (alt-emperyal bölge gücü) olma istemi, emperyal projeler bütününün parçasıdır. Hiç demokratik olmadığı gibi, gerici, tekçi bir anlayışın ürünüdür. Sadece sermaye grubunun istekleri doğrultusunda hareket eden bir yapıdadır.
AKP-Erdoğan modeli egemen sınıfın modelidir ve emperyal proje olarak ortaya koyulmaktadır. Alt-emperyal güç olmak, ülke sermayesinin silâhı ve askerî militarist unsuru olarak Ortadoğu’da taşeronluk yapmak istemektedir. Geçmişte CHP’nin yerine getirdiği işlevi günümüzde AKP yaşama geçirmektedir.
Bu partinin başında olduğu iktidar, emperyalizmin Ortadoğu politikalarında uygulayıcı işlev görmektedir. Aslında Osmanlıcılık, ılımlı İslam, bölgede alt-emperyal bölgesel güç olma, aynı zamanda emperyal kökenli projeyi yürütme görevi Erdoğan’a verilmiştir, o bu programın uygulayıcısıdır. Günümüzde Yenikapı’yla başlayan milli birlik, AKP-CHP-MHP ortaklığı, sermayenin istediği programdır.
Siyasal İslam veya ılımlı İslam, özünde komprador kapitalizmi ortaya koyar. “Fırat Kalkanı” adı altında Cerablus’a yapılan müdahale, Suriye de alt-emperyal oyuncu olma isteği, ABD-AB, Rusya, Çin gibi emperyal devletlerin isteğidir. Taşeron Türkiye ve Erdoğan AKP’sidir.
Gerek ABD’nin gerek AB’nin kaosa, kaotik ortama, savaşa ihtiyacı vardır. Burada Suriye’ye girerek, bu güçlerin istediğini ülkeyi tehlikeye atarak, “ikinci Suriye Türkiye mi olacak? sorusu gündeme gelmiştir. Bu bataklık, büyük olasılıkla Türkiye’yi içine alacak, Erdoğan hükümetinin sonunu getirecek, onu tarih sahnesinden silecektir.
Küresel güçlerin kapitalizmin siyasal partnerleri, siyasal İslam’dır. Ortadoğu derinliğinde, terör, terörizm, egemenlerin, küresel kapitalistlerin temel ihtiyacıdır. Terörizmin yarattığı atmosfer emperyal güçlerin politikalarını meşrulaştırmaktadır.
Ülkede mevcut iktidar Nato’dan ayrılamaz, ABD-AB’den ayrılamaz durumdadır. Çıkışı kimler yapacaktır? Çıkış nedir? Çıkış, içte Kürt sorununu çözmekle, var olan cumhuriyeti, demokratik cumhuriyete çevirmekle, tüm kültürlerin, tüm inançların demokratik cumhuriyette yan yana yaşamalarındadır. Çıkış da çare de budur.
Bu çıkış, öncelikle sınıfsal-siyasal olarak, başta AKP tabanı olmak üzre tüm ezilen, yok sayılan sınıfların, kesimlerin Demokratik bir Cumhuriyet anlayışında bir araya gelmeleri, bu gerici, azgınca saldıran, savaşçı, sömürücü, despot, faşist anlayışa karşı dikelişi, karşı koyuşundadır. Bir seçimlik ömrü olan bu yapının yerine demokratik cumhuriyet ikame edilmelidir. Çıkış da, Çare de buradadır. Bu anlayışla sermayeye ve onun partilerine karşı çıkılmalı, toplumcu anlayışla bu savaşçı, sömürücü, inkârcı anlayış durdurulmalıdır. Bu anlayış ancak bu şekilde aşılabilir.
Veysel Saka

7 Eylül 2016 Çarşamba

Ortadoğu Ateş Çemberinde

Türkiye Nato'nun Koçbaşı mı?
Ortadoğu kavramı, Avrupa merkezli yaklaşıma dayanır ve İngilizlerin 19. yüzyılda kullanmaya başladıkları bir kavramdır. Bu tanımlamada İngiltere ve Avrupa ülkeleri merkez kabul edilmiş ve doğu, Uzak Doğu, Yakın Doğu, Asya, Orta Asya ve Orta Doğu gibi kavramlar bu bakışa göre belirlenmiştir. Orta Doğu ülkeleri Türkiye, İran, Suriye, Mısır, Irak, Suudi Arabistan, Katar, Kıbrıs, Ürdün, İsrail, Lübnan, Filistin, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen, Afganistan, Pakistan, Tunus, Libya, Cezayir, Sudan, Fas'tır.
Ortadoğu aynı zamanda devletsiz halkların da varolduğu bir coğrafyadır. Örneğin Kürtler ve Filistinlilerin devleti yoktur. Bölge, sayısız etnik, dinî ve mezhepsel azınlığın yer aldığı, karmaşık bir nüfusa sahiptir. Azınlıkların çoğu ülkelerin yönetiminde temsil edilmezken, aynı zamanda nüfusu az halkların iktidarda olduğu bir bölgedir.
Bu farklılıklar ve coğrafyada biriken tarihsel sorunların iç içe geçtiğine ve bu karmaşık birlikteliğin günümüz dünyasına bu koşullarda ayak uydurmaya çalıştığını önemle dikkate almak gerek. Son iki yıla baktığımızda günümüze kadar neler değişti ve muhtemel gelişmeler ne yönde gelişecek? Amerika, BOP projesini ısıtıp farklı nedenlerle yeniden mi gündeme getiriyor?
Bu iki soruyu anlamak için biraz geçmiş aylara tekrar bakmak gerek. İslam’ı radikal ve/ya ılımlı diye diye ayırmak maksatlı, aynı ılımlı Kürt-“terörist” Kürt ayrımı gibi. Bir şeyin orta boylu, kısa boylu ve/ya uzun boylu olması onun özünü değiştirmediğine göre bu da eşyanın tabiatına aykırıdır. “Ilımlı İslam’ın temsilcileri Ortadoğu’dan Basra’ya kadar uzanan Sünni bir ittifak cephesi kuruyor” haberleri iki yıl önce daha fazla telaffuz ediliyordu. Bu saflaşmanın neden olduğu sorular süreç içerisinde arttı.
Yeni Şafak editörü İbrahim Karagül; “Sadece Suriye'de değil, Doğu Akdeniz'den Basra Körfezi'ne uzanan bir savaş haritası şekilleniyor! Sadece Kuzey Suriye Koridoru'nda değil, Basra Körfezi ülkelerinin tamamını içine alan ve sonu Mekke Savaşı'na kadar uzanacak bir cephe oluşuyor.”[1] diye yazıyor.
Yazar, çok büyük bir heyecanla, bu cephede görev almanın tarihsel bir görev olduğunun altını çiziyor ve heyecanını gizlemiyor! Kâbe kim ve kime karşı savunulacak? Karagül'ün cevabı hazır: “Türkiye'nin bugün, bütün riskleri göğüsleyerek, durduğu nokta, Kâbe'yi savunma noktasıdır. Kâbe'nin koruyucusu Allah'tır. Kimbilir, belki bu Türkiye'nin eliyle olacaktır!”
Yazar burada “Kâbe’yi kimin savunacağını” söylüyor ama kime karşı savunulacağını söylemiyor. Kâbe’ye saldıranlar “Haçlı kâfirler” mi yoksa “dinden çıkan sapkın mezhepler” mi, net değil.
Ayrıca bu kâfirler kimdir, açıklansa herkes dostunu-düşmanını daha iyi tanımış olmaz mı? Bu coğrafyada adı geçen ülkeler -İran hariç- ABD ve Nato'ya bağlı güçler olduklarına göre, sorun "Haçlı" değil. Geriye sözde "dinden çıkan sapkın mezhepler” kalıyor. Yani cepheleşme Sünnilerin kendi arasındaki çelişkileri bir kenara bırakırsak, temel saflaşma Sünni-Şia mezhepleri arasında belirleniyor, bu saflaşma ulusal çıkarları gizliyor.
Mezhepsel saflaşmanın İslamiyet açısından tarihsel bir anlamı var. Var olan bu çelişkinin günümüze kadar gelmesi ve çözülememesi kimin sorunudur? Eğer İslam gerçek manada sahipleniliyorsa bu soruların da muhatabı ve doyurucu cevapları olmalıdır.
Bu konuda farklı yorum ve değerlendirmeler mevcuttur. Küresel neoliberal kapitalist uygulamalar ve emperyalist politikaların hâkim olduğu günümüzde mezhep temelli cephelerin aldatıcı ve kendi özüne uygun çözümleri erteleyen bir işlev görmesi mutlaka dikkate alınması ve unutulmaması, altı çizilmesi gereken öneme sahiptir.
O zaman Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül bu gerçekleri bildiği halde, emperyalizme karşı bolca içi boş yazılar yazarak var olan emperyal sömürüyü gizlemekte ve meşrulaştırmaktadır.
Rus uçağının düşürülmesiyle ortalık toz duman olmuştu. Hamasî nutuklar ve şovenizm dalga dalga yayılmıştı. O şartlarda Karagül, hızını alamayıp kutsal Kâbe'ye kadar savaşın rotasını belirlerken, büyük bir huşu içinde tekbir getirerek cihada çağırdı. Ve bu kutsal davada her türlü risk alan cesaret abidesi 'büyüklerimize' “gazanız mübarek ola” gazını vermeye ve kışkırtmaya çalıştı.
Ortadoğu'da Bağdat ve Basra İslam coğrafyasının kalbi. Bölge yıllardır emperyalist hegemonyanın taarruzu altında. Egemenlik ve iktidar kanla, savaşla sağlanırken, halklara büyük yıkım ve acılar düşmekte.
İslam dini kendi iç problemlerini yüzlerce yıl çözemeden birikmiş bir yığın sorunla günümüze kadar geldi. Yaşamın hızla devam ettiği koşullarda, inançların bu gelişmelerin gerisinde ve bölgenin 'petrole' bağlı kalması sorgulanmalı.
Bu sorgulama olmadığı için bölge uluslararası sermayenin çok sıkı kontrol ve denetimine girdi. Böylece hegemonya mücadelesi, zaten var olan sorunların daha da karmaşık hâle gelmesine zemin hazırladı.[*]
Bölgemizde son 1,5 yılda kırmızı çizgiler ne durumda, neler değişti, varsa yeni kırmızı çizgiler nelerdir türünden soruları kavrayıp irdelemek gerek. Kardeş Suriye'nin “kalleş” Suriye olmasından bu yana her şey yapmak mubah hâl geldi. Bu politika değişikliği, karşı cephede en kısa zamanda etkisini gösterdi. İran lideri Hamaney'in başdanışmanı Ali Ekber Velayeti, “İran ne askerî alanda ne de siyasî alanda Beşşar Esad'ı desteksiz bırakmayacak. Beşşar Esad, İran İslam Cumhuriyeti'nin kırmızı çizgisidir.”[2] Evet Esad’ın İran'ın kırmızı çizgisi olması önemli.
Türkiye’nin kırmızı çizgisi, tamamen Kürtlerin durumuna göre değişkenlik arz etmektedir. Suriye'nin kırmızı çizgisi, “içsavaş”tan çıkarak eski sınırlarını yeniden kalın çizgilerle çizmek. Irak'ın kırmızı çizgisi, parçalanmış eski yapısını, mezhepsel çatışmalardan arındırarak yeniden kurmak, Rusya'nın kırmızı çizgisi Akdeniz’e açılan stratejik üst ve sahaların korunması ve çoğaltılması. ABD, AB ve Nato'nun kırmızı çizgisi de boydan boya çizdikleri kırmızı çizgilerinin renginin değişmeden devam etmesi. Gelişmeleri Uzak Asya’dan izleyen Çin'se kendi ulusal çıkarlarını koruma kaygısında.
Bu coğrafyanın kadim halkları ve farklı inançları olan Kürtler, Araplar, Türkmenler, Çerkesler, Ezidiler, Keldaniler, Dürziler, Süryaniler, Asuriler de bu kırmızı çizgilere hapsolmuş ve etrafı mayınlanmış durumda. Şu ana kadar bölgedeki ahval ve şeraiti ortaya koymaya çalıştık. Devamında şunlar söylenebilir: Hatırlarsanız, 1,5 yıl önce Türkiye Musul’a yakın bir bölgeye askerî çıkarma yapmıştı. Çıkarmanın gerekçesi, Irak'ın IŞID'a karşı mücadelesinde yanında olmaya karar verilmesiydi. Bağdat yönetimi ise bu askerlerin derhal çıkması için gerekli uyarıları diplomatik yollardan bildirdi ve BM'nin hemen devreye girmesini talep etti. İran kırmızı çizgilerini açıkladı. Üç Müslüman kardeş ülke arasında birbirine yönelik düşmanca duygular arttı ve bölgede savaş rüzgârları esti.
Bağdat nota vererek ticari ambargo uygulayacağını açıklıyor. Açıklamalarına devam eden Ali Ekber Velayeti, “Türkiye ile Rusya arasındaki gerilimden yalnızca ABD ve İsrail’in memnun olacağını” söyledi. İran’ın bölgede “uluslararası emperyalizme karşı direnişin asli ekseni" olduğunu belirterek; “Bizim müttefiklerimiz Irak, Suriye ve Lübnan’dır; buna son olarak Rusya da katılmıştır. İran ve Suriyeli yetkililer arasında tekrarlanan ziyaretler ve görüş alışverişleri son derece doğaldır.”[3]
Rusya, İran, Suriye, Lübnan ve Bağdat'ın mevcut yönetimi ile Şiiler birinci cephede yer alırken, ikinci cephe ise Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, Nato güçleri ve Iraklı Sünnileri içeriyor.
Tevfik Özkorkmaz
07. 09. 2016
Dipnotlar
[*] İslam coğrafyasının 1400 küsur yıllık döneminin tüm boyutlarıyla değerlendirilmesi başlı başına çok önemli bir konu.
[1] Yeni Şafak gazetesi. 06. 12. 2015
[2] Yeni Şafak gazetesi. 06. 12. 2015
[3] Hürriyet. 06. 12. 2015

15 Temmuz Değerlendirmesi

“Öncesi ve Sonrasıyla 15 Temmuz Darbe Girişimi” Değerlendirildi
15 Temmuz Darbe Girişimi, bir grup yazar ve düşünür tarafından İstanbul’da değerlendirildi. Nida Dergisi ve İmece Kültür ve Düşünce İnisiyatifi’nin İstanbul Düşünce Evi’nde organize ettiği değerlendirme toplantısına konuşmacı olarak; Alev Erkilet, Ümit Aktaş, M. Kürşad Atalar, Serdar Duman, Levent Çavuş, Fatih Bütün, Arif Arcan, Ramazan Deveci, Yıldız Ramazanoğlu, Mehmet Alkış, Burhan Kavuncu, Yasin Altıntaş ve Selim Demir katıldı.
Toplantının moderatörü olarak söze başlayan Fatih Bütün açış konuşmasında aşağıdaki ifadelere yer verdi:
“Birçok belirsizlik ve hala birçok soru işaretine rağmen 15 Temmuz gecesi Türkiye’de bir darbe girişimi yapılmış ve fakat bu ‘fiili darbe girişimi’ başarılamamıştır.
Bu darbe girişimini hangi tarihten başlatmalıyız? 15 Temmuz’dan mı, 17–25 Aralık’tan mı yoksa Fethullah Gülen’in Türkiye Cumhuriyeti Devleti’yle entegre bir şekilde örgütlenmeye ve hatta uluslararası siyaset belirleyicilerin bir keşif kolu olarak kurgulayıp çalıştırmaya başladığı daha gerilerden mi konuşmaya başlamalıyız?
Bunu konuşmacıların takdirine bırakmakla birlikte, önümüzde bir hakikat durmaktadır ki o da; Türkiye’de birçok yönüyle acilen konuşulması ve tanımlanması gereken birçok gelişmenin olduğudur.
Konu o kadar çok boyutlu ki, bir oturumda hepsini konuşmamız imkânsız görünüyor. Konunun ilgili birkaç alt başlığını sıralamalıyız:
Türkiye’de, klasik anlamıyla, ‘Darbeler dönemi’ bitmedi mi?
TSK siyaset üzerindeki nüfuzunu yitirdi, ‘demokrasi’ mi kazandı?
Türkiye halkının (muhafazakâr, ‘asker’ ve hatta askeri siyasetin üstünde görebilen) sosyolojik yapısı değişiyor mu?
Darbeyi, desteği siyasilerce de dile getirilen ‘Amerika’ Türkiye üzerindeki gücünü yitirdi mi?
Fethullah Gülen yapılanması tasfiye mi oluyor?
Fethullah Gülen’in İslam anlayışıyla sahici bir sorgulama mı başladı?
‘Ilımlı İslam’ projesinin yüklenici ve yürütücü ‘firmalarından’ Fethullah Gülen yapılanmasının çökmesiyle ‘Ilımlı İslam’ çöpe mi düştü?
Giriş konuşmasının ardından düşüncelerini ifade eden konuşmacıların düşüncelerini özet olarak sizlerle paylaşıyoruz:
Kürşat Atalar: “Erdoğan’ın belirlenmiş sınırları aştığını ve sorunun buradan kaynaklandığı kanaatindeyim.”
Bir başlangıç var, bunun bir süreci var, tam olarak nihayetlenmemiş olsa az çok son diyebildiğimiz başarısız bir darbe girişimi var. Peki, bu sorun nereden çıktı? Kabaca açıklarsam, Türkiye Ortadoğu’da yer alıyor ve buraya yönelik olarak büyük güçler dediğimiz dünyayı idare etmeye çalışan güç ve güçler bu bölge ile ilgili bir plan/proje yapma içerisindeler. Değişen şartlara tekabül edecek ve kendi çıkarlarını koruyacak, aynı zamanda da batı tarafından geliştirilen bir proje. Ben AKP’nin bu projede bir rolü olduğunu düşünüyorum. Ilımlı İslam da denilebilir buna. İran devriminden sonra batı devletleri bu coğrafyalarda “radikal ve istenmeyen İslamî hareketleri” siyasete/iktidara yaklaştırmak istemedi. Bu şekilde ılımlı, yani kendisi ile kolay çalışılabilir bir İslamî gelişim(ler)i -şiddete başvurup vurmamasından çok kendisi ile çalışılabilir, çıkarlarına entegre edebilecekleri oluşumlara ılımlı demek daha doğru olur- kendi çıkarı adına daha yararlı gördü. AKP, bu coğrafyadaki Ilımlı İslam Projesi’nin içerisinde bu şekilde yer almaya başladı. Ama AKP bu projede yalnız başına yer almadı: AKP bu projenin siyasal ayağını, Fethullahçılar ise toplumsal ayağını birlikte yürüttüler. Tabi bu birliktelik ile 2010-2011 yılına kadar -tartışılabilir- devam ettiler ama bu yıllardan sonra bir anlaşmazlık baş göstermeye başladı.
Peki bugün bu sorun neden ortaya çıktı? Ilımlı İslam Projesi’nde ortak çalışmak hedef ise bu hedefin maddeleri olmalıydı. Bazı muğlak bırakılmış maddeler olsa da önceden ana maddeleri üzerinde uzlaşıldığını düşünüyorum. Bu ana maddeler üzerinde yaşanan bir anlaşmazlık sonucu sorun oluşmaya başlamış olabilir. Kanıt olarak sunulabilir mi bilemiyorum ancak Erdoğan’ın son ABD ziyaretinde sorunların olduğu açıkça görülmektedir. Erdoğan’ın Obama ile görüşme talep etmesi ve bu görüşmede yaşanan sıkıntılar vardı. Obama’nın daha sonraki açıklamasında Erdoğan’a sorumluluklarını ve verdiği sözleri hatırlattığını söylemiş olduğundan bahsettiğini görüyoruz. Erdoğan’ın belirlenmiş sınırları aştığını ve sorunun buradan kaynaklandığı kanaatindeyim. Diğer bir ifade ile burada bir “sınır geçme hadisesi” vardı ve sorun da buradan kaynaklanıyordu.
Peki, neydi bu sınır? Bu sınır Türkiye Cumhuriyeti’nde “eski rejimin” -bunu bilhassa önemle söylüyorum, zira Fransız devriminden mülhem olan bir eski rejimi kastediyorum- geriletilmesi idi. Ancak burada eski rejimin istenilenden daha fazla geriletilmesi ile bir sorun oluşmaya başladı. Peki, bu sınır nasıl geçildi? Bence sınır üç şekilde geçilmiş olabilir:
1) İsteyerek sınır geçildi. Bunun tezi, Ali Bulaç’ın da dediği gibi, Tayyip Erdoğan’ın gizli bir ajandasının olduğu iddiası idi. Ben bunu çok muhtemel görmüyorum.
2) İstemeyerek sınır geçildi. Bu olası bir şey idi zaten. Süreçler içerisinde ayarın kaçırılması muhtemeldir.
3) Bu planı yapan adamlar, aşama aşama bu sınırın geçileceğini biliyordu ve bunu öngörüyordu. Bu sınırın geçileceğini bildikleri için önceden nasıl müdahale edeceklerini de planlamışlardı -çok spekülatif olsa da bu yabana atılmaması gerekilen bir ihtimal-.
Burada ilk iki ihtimal de söz konusudur: Sınır bilerek de geçilmiş olabilir bilmeyerek de. Ancak sonuç önemli değil ABD için, önemli olan ve müdahale gerektiren durum sınırın geçilmesi durumudur. Bu geriletilme, Kemalistler ve sol aydın kesimlerin bir hissiyatı da olabilir, fiilen gerçekleşen bir şey de olabilir. Peki, neydi bu hissiyat? Türkiye’deki bu kesimler kendilerinin yok olacağını düşünmeye başladılar. Ama ABD’nin onların yok edilmesini değil, geriletilmesini istediğini düşünüyorum. Evet, bu kesimler geriletilebilir ama yok edilmemelidir, bunun sebebi ise demokratik haklar gereği bunu yapılamaz olmasıdır. Amerika’da burada müdahale etti. Çünkü eski rejimi o kadar çok gerilettiler ki bir şeyler yok olma ile yüz yüze geldi.
O noktaya kadar bu proje içinde uyumlu çalışan bu unsurlar -AKP ve Fethullah Gülen İttifakı- bu noktadan sonra kaçınılmaz olarak kendilerine biçilen rolü oynamaya başladılar. Bu minvalde ya tamamen bırakırsınız -kısmen Hüsnü Mübarek gibi- ya da direnme yolunu seçersiniz -Tayyip Erdoğan ve bazı kişiler gibi. Burada direnmeyi siz mi seçmişsinizdir yoksa mecbur mu bırakılmışsınızdır? Bence mecbur bırakılmıştır. Erdoğan’ın, Hakan Fidan olayından beri bu durumdan haberdar olduğunu ve tedbir alınması gerektiğini düşündüğünü tahmin ediyorum.
Ümit Aktaş: “Beklemediğimiz bir darbe oldu ama Fethullahçılığın iktidar eksenli bir hareket olduğu beklenmedik değildi.”
Bu mevzu cumhuriyetin kuruluşunda başlayan ve hatta onun da öncesinde kökleri bulunan bir çatallanmadır: İslam’a bakış, İslam’ı yorumlayış, İslam’ı yaşama gibi tutumların iki ayrı damar olarak işlenmesidir. Cumhuriyet sonrasında daha çok beliren farklı ittifak arayışları, Milli Görüş damarının Cumhuriyetin yanında saf tutması, millici ve yerel olan anlayışının kabullenmesine karşılık bugün Fethullahçılık dediğimiz hareketin o günlerde Said Nursi tarafından millilik ve yerlilikten ziyade ehli kitap ile çalışmayı, onunla ittifak etmeyi bir siyasal strateji olarak anlayan ve öneren farklı bir damar olarak işlenmesi, son olarak da bu damarların 60’lardan sonra yine kendilerine farklı ittifak arayışlarına girmeleri ile yani Milli Görüş’ün parlamenter siyaset içerisinde iktidara yürüme isteğine karşı Nurculuğun Fethullahçılık üzerinden kendisini modernleştirerek ve işbirlikçilerini daha çok somutlaştırarak bu damar üzerinden mücadele etmesinin günümüze taşınması olarak görüyorum ben bu çatışmayı. Burada çok keskin yol ayrımları bence 1979-1980 yıllarında ortaya çıktı. 79 yılındaki İran Devrimi’nin akabinde Amerika İran’ı ve devrimi bloke etme amacıyla bir kuşatma projesi geliştirdi. İran’ın etrafında kendine müttefik yapmak istediği unsurları aradı ve Sünniliği canlandırmaya çalıştı. Afganistan’da farklı, Türkiye’de farklı -Fethullahçıların üstlendiği ılımlı İslam Ortadoğu’da farklı -Selefi damar- Sünnilik anlayışları, bu proje kapsamında desteklendi.
Daha sonra 28 Şubat sürecinde alınan pozisyonlar, Fethullah hocanın Erbakan ve Milli Görüş’ü kabullenmemesi ve bu süreçte Milli Görüş hareketinin evcilleştirilmesi, ıslah edilmeye çalışması bunun neticesinde de tırnağı sökülmüş Milli Görüş hareketinden neşvünema bulan AKP’nin iktidara gelmesi ya da getirilmesi söz konusu oldu. Cizvit modelini benimseyen Fethullahçılar ile Milli Görüş sürecinden çıkan AKP’nin son aşamadaki çatışmasına da bu tarihlerde şahit olduk.
İlk başlarda AKP’nin Avrasyacı kanadı zayıflatmak amacıyla Fethullahçılarla ittifak ettiğini gözlemledik. Bu ittifak gerçekleşince de kendilerine asli görev iktidara sahip olmayı belirleyen bu iki hareketin çıplak bir şekilde savaşım haline girdiğini görüyoruz şimdi de. Buraya kadara ittifak halinde gelip bundan sonra çıkan anlaşmazlıklarda İslamcılığın -önemli yanlarının dışında- “iktidar mekanizmasına” (hırsla) fazlası ile yöneldiğini ve bundan kaynaklanan bir savaşımın olduğunu kabul etmek durumundayız. Öbür taraftan bu iki eksenin İslamî referanslar üzerinden -hak ve adalet anlayışının her iki taraf içinde stratejik olarak esas alınmadığını- bir ilke oluşturamadığını görüyoruz. Ortaya çıkan bu durumda ise şu göze çarpıyor: Kendi içlerinde yıllardır ciddi okumalar yapan bu grupların böylesi zihinsel bir sefalet içerisinde olmaları sadece düşünsel bir şey midir, yoksa genel olarak toplumsal kalitemizin düşüklüğü ile mi alakalıdır veya ahlak ile siyaset arasındaki tercihlerde hangisini öncelediğimizin bu durumla ilişkisi mi vardır, bunlar üzerinde düşünülmelidir.
Arif Arcan: “Türkiye’de bir rejim sorunu yok. Fethullah Gülen, rejimi değiştirmek için değil iktidarın el değiştirme durumunun kavgası olmuştur.”
Daha öncesine gitmeden söylersek Dinin dört çıktısı vardır: Ritüeller, semboller, hükümler ve otorite. Türkiye toplumunda sivil toplum “muhafazakâr” olarak algılanıyor ve siyaset algımız da bu muhafazakâr algımızdan yükseldiği için toplum -bizler- dinî kavgayı sadece ritüeller ve semboller üzerinden veriyor(uz). Yani din iki alana sıkıştırılınca dolayısıyla toplumda muhafazakâr bir oluşum içerisine giriyor. Toplum muhafazakâr olunca ve din kavgası da sadece bu iki çıktı üzerine verilince Türkiye’de kimin iktidara gelip gelmediğinin bir önemi kalmıyor. Dolayısıyla Türkiye’de bir rejim sorunu yok. Son olan olaylarda Fethullah Gülen rejimi değiştirmek için bir hareket yapmadı ve karşısında bulduğu kişilerin de mevcut yapıyı korumakla birlikte yeni bir rejimi talep eden bir oluşumları yoktu. Burada iktidarın el değiştirme durumunun kavgası olmuştur. Hâkim sınıfın değişmesi ve bu hâkim sınıfın yakınlık değiştirmesi idi.
Mehmet Alkış: “Ülkemizdeki darbenin de sistemi korumak için dışarıdan yapıldığını düşünüyorum.”
Hep antitezlerle konuşuyoruz ve bu meseleler hakkında hiç tezimiz bulunmamaktadır. Ben şahsen şöyle düşünüyorum: Dünyada genel olarak son yüzyılda darbeler tarihine bakıldığında şimdiye kadar 500 darbe yapıldığını görüyoruz. Bu darbelerin coğrafî keşiflerin oluşturduğu sistemi korumanın kamufle edilmiş hali olduğunu düşünüyorum. Fiili işgal bittikten sonra işgalciler yerli işbirlikçilerini kullanıp darbeyi bir araç olarak kullanarak bu toprakları kendilerine bağlayacak bir sistem ürettiler. Ülkemizdeki darbenin de sistemi korumak için dışarıdan yapıldığını düşünüyorum. Zihinsel olarak şu anda toplumda darbeci potansiyeli çok yüksek. Toplumun kahir ekseriyeti bu potansiyeli barındırmaktadır çünkü zihinsel olarak bağımlı bir toplumuz.
Serdar Duman: “Ellerine silâh alan örgütün sivil kanadı değildi.”
Mehmet Alkış’ın dediklerini biraz daha somutlaştırırsak, Türkiye’deki darbelerin tamamında NATO ve ABD’nin olduğunu biliyoruz. Ben de bu noktada dış dinamiklerin, iç dinamiklerden daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Orduyu ve kemalistleri değerlendirirken de özellikle 1 Mart tezkeresinin bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Çünkü ABD tezkerenin geçmemesini orduya bağladı. Ergenekon dosyaları ile ordu Fethullahçılar eliyle tasfiye edildi. Hükümetle kırılma ise 2010 yılında başladı.
Ne oldu da bu ortalık bozuldu? Bu konuda çeşitli kanaatler oluştu. Gerçekten tam olarak bir tespitte bulunamıyorum. Benim kanaatim, 2012’den itibaren iktidarın değişmesi yönünde bir eğilim oluştu. Fakat Erdoğan siyasi olarak güçlü olduğundan başarılamadı. Şunu da söylemek istiyorum. Şu anda şaşırıyoruz nasıl ellerine silâh aldılar, buna nasıl cesaret ettiler diye. Ancak ellerine silâh alan örgütün sivil kanadı değildi. Ben bu örgütün sivil kanadının bunu yapacak bir zihniyette olduğunu düşünmüyorum. Bu insanlar robotik yapıya sahip, dolduruşa gelip bir güç zehirlenmesi yaşadılar diye düşünüyorum.
Burhan Kavuncu: “Bu olayın sosyo-ekonomik analizinin yapılması gerektiğine inanıyorum.”
Birkaç konuda değerlendirme yapmak istiyorum. Birincisi halkın duruşunun devrimci bir duruş olduğunu düşünüyorum. Devrim değil ama devrimci bir durum oluştu. İkincisi, halk gerçekten büyük bir güç ortaya koymuştur. Türkiye tarihinde halkı bu denli püskürtücü bir güç olarak görmedik. Ama bundan çok fazla şey de beklememek lazım.
Ben de Ilımlı İslam’ın iki kanadı arasında bir tartışma olduğunu düşünüyorum. Ayrıca son olaylarla İslam’a bakışı, halka bakışı sıkıntılı olan yapılara karşı -bu örgütle birlikte- önemli kazanımlar elde ettiğimiz kanaatindeyim. Başka bir açıdan bakılırsa, bu darbeyle sermaye yapısının değiştiğini görüyoruz. Anadolu sermayesi denilen grupların çoğuna operasyon yapıldı. Bu olayın sosyo-ekonomik analizinin yapılması gerektiğine inanıyorum.
Yasin Altıntaş: “Modernitenin maalesef bize dayattığı bir durum var: her meselede sonuç odaklı davranıyoruz. Oysa İslamî bakış yol odaklıdır.”
Darbe süreci klasik kavramlarla tanımlanmaya çalışılınca bir şeyler eksik kalıyor. Darbeyi yapan kimdi? Dış güçlerin bundaki payı ne kadardı? Halk ne yaptı vs. Ortada ise bir realite var: Birileri iktidarı değiştirmek istedi, birileri de bu yöntemlerle iktidarı vermek istemedi.
Burada mesele iktidarı/devleti ele geçirmeyi istediğini düşündüğümüz yapı/Fethullah Gülen Hareketi, geçmişten itibaren “iktidarı” ele geçirmekten çok her zaman “devleti” ele geçirmek istiyordu. Burada siyasal araçları kullanarak iktidarı ele geçirme isteği yoktu ve hiç de olmadı. Devletin içinde yapılanarak ve devlete sızarak kendi emelleri ile devleti yönlendirmeyi istiyordu. Bu durum bir nevi devrim harekâtına benziyor. Neden devrim hareketine benziyor? Çünkü tabandan gelip iktidarı doğrudan hedeflemekte, fakat kadrolar yetiştirerek bu kadrolarla devleti ele geçirmeyi hedeflemekteydi. Diğer taraftan ise İslamcılar/Milli Görüş Hareketi’nde ise kurulduğundan beri iktidarı ele geçirme çabası vardır. İktidarı ele geçirdikten sonra da toplumu dönüştürmek istedi. Oluşan çatışmayı ise iki tarafın da otoriteyi kayıtsız şartsız ele geçirme çabası olarak görüyorum.
Darbe olduğu esnada halkın nasıl organize olduğu ve nasıl/kimin indiği ise önemli bir konu. Bu konuyu ben üç alt başlığa ayırıyorum:
Darbe günü, darbe olurken hemen sokağa inenler. Toplumun geleceğini, halkı, kendisini önemseyenler, düşünenlerdi. Bence Cumhurbaşkanını da bu kesim cesaretlendirdi. Zira zaten çıkmış bir kesim vardı.
Erdoğan’ın Çağrısından sonra inenler.
Tehlike nispeten savuşturulduktan sonra inenler.
Ortada şöyle bir realite daha var. Bugün el değiştiren sermayenin toplam Türkiye sermayesi içinde çok da önemsenecek kadar büyük bir payı bulunmamaktadır. Adedinin çok fazla olması mesela TUSKOM’un elli bin üyesinin olması TUSKOM’un ekonomik bir güç olduğunu göstermez, sadece sosyolojik bir güç olduğunu gösterir. Bu sermaye AKP döneminde de değişmemiştir.
Burada nerede durmalıyız meselesine gelirsek şayet, modernitenin maalesef bize dayattığı bir durum var: Her meselede sonuç odaklı davranıyoruz. Oysa İslamî bakış yol odaklıdır. Bu durumda da hatta burada tartışırken de sonuç odaklı bakmaktan çok süreç odaklı ve yol odaklı olmamız gerektiğinin düşünüyorum.
Alev Erkilet: “NATO konusunda yapabileceğim bir şey yok, benim tespitlerimi de dikkate alacağını düşünmüyorum ama kendimizi özeleştirel bir şekilde eleştirmek konusunda darbe teşebbüsü öncesi de sonrası da eksik olduğumuzu düşünüyorum.”
Konuşmadan önce bir noktanın altını çizmek istiyorum. Büyük bir veri eksikliği olduğunu ve bilginin bilinmediğini düşünüyorum. Bütün konuşmalarında ciddi bir veri eksikliğine dayandığı kanaatindeyim. Ne oldu? Niye oldu? Kime oldu? Kim yaptı? Aktif bileşenleri kimdi? Birçok konuda ciddi bir bilgi ve veri eksikliği var. Bir hiperhareketlilik içerisine girdik ve önceki birkaç bilginin üstüne bir yığın şey eklendi. Bu kadar yakıcı sıcaklıktaki bir olayın sosyolojik analizini yapmak için biraz beklemek gerektiğini düşünüyorum. Bu tartışma da bence çok erken bir tartışma.
Darbe teşebbüsüne gelinceye kadar da, bu teşebbüsün başarısız olduktan sonraki aşamasında da biz ne haldeydik konusunu tartışmanın çok daha faydalı olduğunu düşünüyorum. Çünkü NATO konusunda yapabileceğim bir şey yok, benim tespitlerimi de dikkate alacağını düşünmüyorum ama kendimizi özeleştirel bir şekilde eleştirmek konusunda darbe teşebbüsü öncesi de sonrası da eksik olduğumuzu düşünüyorum. 17-25 ya da daha sonraki süreçlere bakıldığında İslamcı düşünceler arasındaki fraksiyon tartışmalarından mı bahsediyoruz, yani bizi bu noktaya Gülen’in mesiyanik anlayışı ve AKP’nin siyasal İslamcılığı arasındaki fark mı getirdi? Ben pek sanmıyorum açıkçası! Yoksa daha somut, gündelik pozisyonlarla ilgili bir anlaşamama hali mi getirdi? İdeolojik olarak farklılaşma olduğunu düşünmüyorum.
Biz şimdi diyoruz ki mesihiyanizmi neden bu kadar kabullendiniz, neden bir kişiyi bu kadar yücelttiniz, bu kadar tapınma pratikleri geliştirdiniz? Peki, ben sormak istiyorum, hangi grup geliştirmedi? Sadece Müslümanlar açısından da söylemiyorum. Çözüm sürecinde Müslümanların ortamına girdiğimizde sadece Erdoğan’a bakılması, Kürtlerin ortamına girdiğimizde ise sadece Öcalan’a bakılması söz konusuydu. Ben o dönemlerde şöyle sormuştum “Peki siz ne diyorsunuz, ne yapıyorsunuz?” “Neden tek bir insandan bütün halkı tanımlıyor, açıklıyorsunuz?” Gülen yıllardır yanlış yapıyor, yeni yanlış yapmıyor ki. Bunu söylediğimiz zaman, hatırlattığımız zaman arkadaşlar dikkat edin ikiyüzlülük, takiye kötü ve tehlikeli bir şeydir dediğimiz zaman, siyasal ilişkileri iyi olduğundan bu eleştirileri kimse dikkate almıyordu. Zemin problemimiz var ve biz bununla yüzleşmediğimiz için bir yerden bir şeyler sürekli patlak veriyor. Ve biz bundan dolayı yine zemini değil o spesifik olan şeyi tartışıyoruz. Tekkede şeyhi, siyasette lideri kutsanıyor. Ben reddedelim demiyorum ama hesaplaşmıyoruz. Peki nerede İslam’da sorgulayan, özne olan birey! Partili olunabilir ama Partici olunamaz. Cemaate bağlı olunabilir ama cemaatçi olunamaz.
Yıldız RAMAZANOĞLU:
İnsan neresini tutacağını şaşırıyor açıkçası. Son zamanı mı konuşalım, öncesine mi gidelim yoksa zemini mi tartışalım. Ben de zeminden bir şeyler konuşmak, ele almak istiyorum. Biz hâlâ Edward Said’in Oryantalizm’inden, Doğunun Doğululaştırılmasından, dolayısıyla Müslümanların da bu meyanda Marco Polo’dan itibaren yüzyıllar boyunca tanımlanması üzerinden devam ediyoruz. Dışarıdan tanımlamak bir şiddet aslında. Bundan dolayı da bizarız ama kendimizi, iddiamızı, perspektifimizi tanımlayamama sorunu yaşıyoruz. Bizim denetleyemeyeceğimiz durumlardan çok belirleyebileceğimiz durumlar üzerinden gitmeliyiz.
Biz dünyaya karşı bir söylem üretemiyoruz. Hepimiz birbirimizden dağınığız. Bir yanda Taliban’a saldırılınca onu koruyoruz, ama “Taliban yönetiminde kalmak ister miyim?” sorusuna “hayır” diyoruz. Bugün gördük ki bir network ağımız bulunmuyor. Bugün Pegida ırkçı bir eylemine karşı Almanlar eylem yapıyor. Ama bizim o eylemcilerle bir bağımız yok. İki tane network ağımız bulunmalıydı. Birincisi Müslüman coğrafyayı içine alan bir ağ, ikincisi batıya karşı onlara derdimizi hemen anlatabileceğimiz bir ağ oluşturmalıyız. Bizim yavaş yavaş toparlanıp, gettolarımızdan çıkıp gençlerimizle önemli network ağları oluşturmamız gerekiyor.
Levent Çavuş: “Bence bu olay Türk Devleti’nin kontrolü altındaki cemaatleri araçsallaştırmışlığının çok belirgin bir özelliğiydi. Türk Devleti’nin, aslında İslam anlayışı birbirine çok zıt olmayan iki grubu ciddi propaganda ile nasıl birbirine karşı hale getirebiliyor.”
Anlaşılıyor ki hepimizin kafası karışık. Ben şuna işaret etmek istiyorum. Birincisi Türkiye’de, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Müslüman ana gövde ile Devlet arasında bir gerilim oluştu ve bu gerilim çözülemedi. Yeni kurulan devlet, toplumu şekillendirmek için her yolu denedi. Genel itibariyle dünyanın akışı da bu devlet ile paralel ilerliyordu. Din bir veri olarak görülmüyordu. Dünya genelinde de dinî hareketleri yok etme sürüklenişi yaşandı. Memleketimizdeki sürükleniş İslamî hareketleri yok etmedi. Ülkemizdeki İslamî cemaatlerin ajandalarında da hep devleti kendi emelleri çerçevesinde ele geçirme, değiştirme gibi bir amacı vardı. Bu çerçevenin teorik tartışması bile yapıldı: Kadrolaşarak mı, devrim ile mi... Ancak modernite ile hesaplaşma, ulus devleti anlama konusunda Müslümanlar derinlikli okumaya sahip olamadı. Türkiye’de devlet ile Müslümanların hesaplaşması söz konusu yetersizliklerden dolayı süreci iyi kavrayamama, alternatifi geliştirememeden kaynaklı sadece kuru bir itiraz konumunda kaldı. Zihnimiz çok karmaşık, mecbur bırakıldığımız bu kentte zihinlerimiz serbest bırakılsa bile gündelik yaşamı yaşayabilecek yeterliliğe sahip değiliz artık. Ne enerjimiz var ne bunu sağlayabilecek bir vasatımız var. Bu hale getirdiler. Bundan dolayı da Türkiye’de olan biten kendi doğal süreci içerisinde olmuyor. Cemaatlerin gelişimi de doğal süreçleri içerisinde olmuyor. Fethullah Gülen hareketi de kendi kendisine gelişmiş bir hareket değil. Bu hareketin Türk Devleti tarafından desteklenmesi söz konusu. Bu yüzden olay iki İslamcı grubun çatışması değil diye düşünüyorum. Peki bu neyin göstergesiydi? Bence bu olay Türk Devleti’nin kontrolü altındaki cemaatleri araçsallaştırmışlığının çok belirgin bir özelliğiydi. Türk Devleti’nin, aslında İslam anlayışı birbirine çok zıt olmayan iki grubu ciddi propaganda ile nasıl birbirine karşı hale getirebiliyor, birbirlerinden nefret ettirebiliyor ki burası da manidar. Çok kısa bir süre içerisinde kabul gören Fethullah Gülen Nurculuğu, geniş kitleler tarafından tekfir edilen bir oluşum haline getirildi.
Bize bir şey gösterilmeye çalışılıyor. Birinci olarak gerçekleşen şey: Türkiye’de genel anlamda Ilımlı İslamcı olan bir hareketin “kadrolaşma” taktiği ile devleti ele geçirmeye çalışmasının ne kadar kötü sonuçlar doğuracağını ve bunu yapan insanların ne kadar kötü insan olma potansiyelleri olduğunu bütün topluma belletti. İkinci olarak gerçekleşen şey: Bu darbeyi kimin yaptığından öte bundan kimin ne kazandığını anlamaya çalışmak olanın ne olduğunu görmemize yardım edecektir. Türk Devleti kendi bürokrasisi içerisinde zaman zaman yapmak istediği bir dizi operasyonu çok ciddi bir tepki almadan rahat rahat yapma fırsatı kazandı. Bence bu süreçten Türkiye Devleti kâr etti. Devleti ele geçirmekle ya da yönetim-itaat ilişkisine sözü olan -şöyle yaparsak değişir talebi olan- Müslümanlar için bu konuları konuşmayı zorlaştırdı. Cami ile ev arasındaki bir Müslümanlık bu zamanlarda makbul görecektir.
Türkiye’de temel değişiklikler olmayacak. Türkiye darbe gerçekleşmediği için NATO’dan çıkmayacak. İncirlik kapanmayacak. Çünkü darbe yapanlar da kapatmayacaklardı. Zaten devlet de kapatmadı hiçbir zaman.
Ramazan Deveci: “Fethullah Gülen’in İslam algısı sorgulanmıyor, hainliği üzerinden bir söylem üretiliyor.”
Başta sorduğunuz “Fethullah Gülen’in İslam anlayışı sorgulanıyor mu?” sorusu ile giriş yapmak istedim. Çok sorgulanmıyor, çünkü darbeye karşı çıkanların da temelde İslam’ı algılayışı aynı minval üzerinde gelişiyor. O açıdan Fethullah Gülen’in İslam algısı sorgulanmıyor, hainliği üzerinden bir söylem üretiliyor.
Biz iktidarı elde etmek için her şeyi yaptık. Kadrolaşmak ve devleti ele geçirmek devrimci bir yaklaşımdan çok darbeci bir yaklaşımdı ama bunu mubah gördük. 15 Temmuz gecesi meydanlarda bir tane anti-Amerikancı söylem duymadık. Sonra darbe süreciyle mezhepçi ve milliyetçi söylem tavan yaptı. Ve bunu dünün ümmetçileri yapıyor. İslam’ın adalet kaygısını kaybetmeden iktidara talip olmalıyız. İktidar adalet için var olmalıdır ve bu sebeple iktidarı talep etmelidir.
Haber: Merve Çil

6 Eylül 2016 Salı

6/7 Eylül Kırımının Çağrıştırdıkları

Çuvaldızı kendimize…
Kimi büyük(!) devrimci-sosyalistler diyorlar ki,
“HDP, milletvekillerini, yöneticilerini tanıtırken şu kadarı Türk, şu kadarı Kürt, şu kadarı Ermeni, şu kadarı Çerkes, şu kadarı Süryani, şu kadarı Alevi… vs.” diyormuş. “Eskiden biz arkadaşlarımızın kimliklerini merak bile etmezdik, kim Alevi, kim Kürt, kim Ermeni bilmezdik, gelinen noktaya bak”mış... “Vatan elden gidiyor”muş. Ya da “enternasyonalizm” nerede kalmışmış?
Merak etmiyordun da bir marifet mi yapıyordun, diye sormazlar mı adama...
Sen merak etmiyordun diye insanlar kimliklerinden dolayı baskı görmüyorlar mıydı?
Ermeni sıfatı alelade bir küfür halinde değil miydi, Ermeni çocuklarına “okulda o ismini söyleme, Türk ismini söyle”, diye tembih edilmez miydi, ebeveynler bebeklerine Ermeni ismi koymaya çalışan çocuklarına kızmazlar mıydı?
Aleviler inanç ritüellerini gizlice yerine getirmiyorlar mıydı? “Bunlar mum söndü yapıyorlarmış” vb. türünden iğrenç dedikodulara muhatap olan onlar değil miydi? Tarihin derinliklerinde ve Maraş'ta, Çorum'da katledilenler onlar değil miydi?
Kürtçe konuşmak, kaset dinlemek, yasak değil miydi, Kürtçe yer isimleri değiştirilmemiş miydi? Onlara “kıro” demezler miydi? Onlar asimile edilmeye, zorla Türkleştirilmeye çalışılmadı mı?
Süryaniler bir avuç kalana kadar azalmamış mıydı? Rumlar, defalarca baba ocaklarından sürülmüş ve korku içinde yaşar olmamışlar mıydı?
Bütün bunları HDP mi uyduruyor, Yoksa sen deliksiz bir kış uykusunda mıydın? Devekuşu politikası mı izliyordun? Üstelik “emekçileri kurtarma” misyonunu üstlenmiş bir devrimci olarak... Üstelik her türlü mağduriyet ve ezilmişliğe karşı çıkması gereken sosyalistler olarak.
Sen tamamen yanlış anladığın, algıladığın “sınıf mücadelesi” reçetesinin peşinde hülyalara dalmışken, Ermeni, Rum nasıl görünür olmadan yaşamayı becerebileceğini düşünüyordu.
Süryani, İsveç’te vatanını özlüyordu, Rum, bahçesine ağaç dikmiyor, mevsimlik sebzelerle idare ediyordu, geleceğinden emin olmadığı için! Daha onlarca örnek sayılabilir, çeşitli kimliklerin sıkıntılarına ve gördükleri baskılara ilişkin.
Ayrıca sen, etnik ve inanç kimliklerinin farkında değildin, halk da mı değildi sanıyorsun? Hiç de böyle olmadığını artık senin de anlamış olman gerek. “Yahu bir aymazlık içerisindeymişiz” diye özeleştiri yapacağına, müthiş bir rahatsızlık duyuyorsun. Akıl alır gibi değil!
Hem bir insanın kendini kimliğiyle ifade eder olması niye ayıp, niye günah olsun! Utanılacak bir şey midir? Bunda ne var? Önemli olan, kendi kimliğine bir üstünlük ve ayrıcalık atfetmemek, değil midir? Önemli olan, kimliğine bir üstünlük ve ayrıcalık yakıştırarak, o kimliği başka kimliklere karşı bir baskı aracı olarak kullanmamak değil midir?
Egemen ulus olarak Türkler, yani bizler, kimliğimizi ifade ederken sorun yok. Ne zaman ki, baskı altındaki kimlikler kendilerini ifade eder oldular, birileri zıvanadan çıktı. İnsanın kendi kimliğini saklamaması neden bölücülük oluyormuş? Neden sosyalizme aykırıymış, anlamak mümkün değil! Aslında anlaşılmaz olan, böyle düşünülüyor olması!
Aslında açık olan mesele, kimlikler üzerinden tanıtıma karşı duyulan infial değildir. Mesele, ezilen ve baskı altındaki kimliklerin hak talebinde bulunması, eşitlik istemesi. Korkulan budur.
Ve memleketi bölünmenin ve maazallah iç savaşın eşiğine getirecek olan da bu inkâr, yok sayma ve mezarlıktan geçerken ıslık çalmaya benzeyen görmezlikten gelme politikalarıdır.
Yanlış olan, kimlik sahibi olmak değil, bir toplumda, baskı altında, yok sayılan ya da yok edilmek istenen ikinci sınıf ve ezilen kimlikler olmasıdır. Ve bu olgu, sosyalistlerin en temel gündem maddelerinden biri olmak zorundadır, her zaman…
Cengizhan Güngör
06.09.2016