12 Haziran 2015 Cuma

İslamcılık-Modernleşme: Doğu’nun Farklılığı

Alev Erkilet’in İslâmcılık tanımı şu: “İslâmcılık, (Mümtazer) Türköne’nin, (İsmail) Kara’nın ve benzer düşüncedeki diğer yazarların iddia ettiği üzere, ‘Batının ortaya attığı sorulara ve kabul ettirdiği evrensel değerlere yine Batının verdiği cevaplar doğrultusunda İslâm’ın düşünce mirasından cevaplar getirme” (Türköne 2011: 108) çabası olmayıp, İslâm’ın ideolojik değer ve hükümleri olarak adlandırabileceğimiz toplumsal yaşama dair düzenlemeleri içeren hükümlerin toplumsal yapıdan uzaklaştırıldığı ya da tehdit altına girdiği tüm zamanlar ve mekânlarda ortaya çıkmış meşruiyet krizlerine cevap arayan düşünce ve eylemler bütünüdür. Bu nedenle modern dönemde ortaya çıkmış nev-zuhur ve iddia edildiği üzere Batılı / modernleştirici bir akım olmayıp, tam tersine, modernlik öncesi ve sonrasında Müslüman toplumların karşılaştığı tüm meydan okumalarla başa çıkabilmenin yollarını arayan –hem eski hem de yeni- bir düşünce çizgisidir. Eskidir çünkü Kur’an’ın vahyedilmesinden bugüne tüm İslâm’dan uzaklaşma / uzaklaştırma çabalarına karşı olan direnişleri içine alır; yenidir, çünkü bu direnişler her zaman o günün sorunları ve ihtiyaçlarıyla etkileşim içinde ortaya çıkmış ve onlara bir çözüm getirmeye çalışmışlardır. Temelleri Kur’an ve Sünnet’tir, bu nedenle bu iki kaynak ayakta kaldığı sürece Asr-ı Saadet modeline bile ihtiyaç olmadan İslâmcı düşünceler filizlenebilir” [Erkilet, 2015: 15-16].
İslamcılık böyle tanımlanınca iki iddia dile getirilmektedir: 1) İslâmcılık yaşanmışlıktan arındırılmış bir metinselliktir. “Asr-ı Saadet modeline bile ihtiyaç olmadan” düşünülebilir bir meydan okumadır, 2) İslâmcılık tüm zamanlar ve mekânlarda ortaya çıkmış meşruiyet krizlerine cevap arayan düşünce ve eylemler bütünüdür. Bu haliyle İslâmcılığı tanımlayan Erkilet’in meseleyi “Batı ile çatışma”dan kurtarıp “İslâm’dan uzaklaşma çabalarına karşı muhalefet” üzerinde temellendirdiği açıktır. Ancak Erkilet’in yukarıdaki tanımı ile sonraki beyanları bir çelişki barındırır. Nevin A. Mustafa’nın “İslâm Düşüncesi’nde Muhalefet” kitabını referans vererek “muhalefetin Kur’an’î ve Nebevî kaynak”larını anlamamız gerektiğini ifade eder ve İslâmcı muhalefet kültürünün “geleneksel Müslümanlıktan ayrıldığı”nı vurgular. Erkilet, Namık Kemal ve Bediüzzaman’ı örnek gösterirken aslında geçmişi-tarihî olmayan bir yeni düşünceyi (kendisi buna “kurtarıcı ideoloji” der) işaret etmektedir. Erkilet’in İslamcılığı “kurtarıcı ideoloji” olarak tanımlamasının dayanağı yazısında yer almıyor. Ancak Erkilet’e göre İslâmcılık, “İmparatorluk yıkıldıktan sonra ‘kurucu’ bir ideoloji haline gelecektir. Hilafetin ve devletin yeniden tesisi ve alternatif bir toplumsal sistemin önerilmesi ikinci evrede söz konusu olacaktır” [Erkilet, 2015: 20]. Erkilet’in beyanlarının hesaba katmadığı iki husus vardır. 1) İslâmcılık geleneksel Müslümanlıkla bağını keserken hilafetin ve devletin yıkılışına zemin hazırlayan düşünceyi de üretmiş midir? İslâmcıların II. Abdülhamit karşıtlığı düşünüldüğünde buna “evet” demek gerekmektedir; 2) İslâmcılar, “geleneksel Müslümanlık” ile bağlarını koparmakta ısrarlı olduğuna göre, Osmanlı’nın hakîm olduğu topraklardaki yarı otonom müesseseler (tekke, vakıf, mahalle, esnaf [ahilik], toprak-üretim tarzı) ile çatışma içinde değil miydiler? Buna da “evet” demek kaçınılmazdır. Bediüzzaman Münâzarât adlı risalesinde şunu yazmaktaydı:
Sual: Nasıl iyilikten fenalık gelir? Cevap: Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi -Allah etmesin- bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi, mel’un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır. Sual: Belki onlar eski hali istiyorlar? Cevap: Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber edebilirsiniz: İşte, eski hâl muhal; ya yeni hâl veya izmihlâl... Sual: Acaba daha Sultan Hamid gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır? Eski hâl hiç olmayacak mıdır? Cevap: Acaba sizin şu siyah çadırınız parça parça edilip yandırılırsa, külü havaya savrulursa, o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kâbil midir?”
Erkilet’in İslâmcıları yerleştirdiği “kurucu ideolojik alan”ın nev-zuhur olmadığı yargısı delilsiz kalmaktadır. Erkilet’in, İslâmcıların modernleştirici sayılamayacağı, tam tersine modernlik öncesi ve sonrasında Müslüman toplumların karşılaştığı tüm meydan okumalarla başa çıkabilmenin yollarını arayan –hem eski hem de yeni- bir düşünce çizgisini temsil ettiği [Erkilet, 2015: 16] iddiası “Müslüman toplumların hangi meydan okumalarla karşılaştığı” sorusunu cevapsız bırakmaktadır. İşin aslı İslamcılar geleneksel Müslüman toplumun karşısına Osmanlı toplumunun yarı otonom müesseseleri (tekke, vakıf, mahalle, esnaf [ahilik], toprak-üretim tarzı) ile çatışmak kaydıyla çıkmışlardır. İslâmcılar bu çatışmanın maddesini de II. Abdülhamit’ten başlayarak Osmanlı üstyapısını değiştirmeye yönelmiş bir üretim tarzı değişikliği tasavvurundan beslenerek belirlemiştir. Bediüzzaman “Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehasin-i kesîre. Lâkin onlar değildir ne Nasraniyet malı, ne Avrupa icadı, Ne şu asrın san'atı. Belki umum malıdır: Telahuk-u efkârdan, semavî serâyi'den, hem hacat-ı fıtrîden, hususan ser'-i Ahmedî, İslâmî inkılabdan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez” (Sözler) ifadesiyle Batı uygarlığının Doğu’yu da dönüştürecek bir aşamayı temsil ettiğini kabul etmekteydi. Dolayısıyla bu “düşünce” yapısı gereği kendi içinden çıktığı topluma “Oryantalist” yaklaşımlarla (Doğu’nun durgunluğu, geri kalmışlığı) benzeştiği ölçüde “modern düşünce” olarak kabul edilmek zorundadır.
Nitekim Tarık Z. Tunaya, “Meşrutiyet İslâmları, İslâm dünyasındaki ‘modernizm’ eğilimlerinden faydalanmasını bilmişlerdir. Gerçekten, İslâm dünyasındaki çağdaşlaşma iki akıma dayanmakta idi: Birinci akım, laik ve gerçek rasyonalisttir. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmak, devletin din işlerine karışmasını mümkün kılarak devlet idaresini dinin vesayetinden kurtarmak amacını güden bu akım çağdaş medeniyetin şartlarına da uygundu. İkinci akım, İslâmcı adını alan akımdı. Modernizmi, kısmen rasyonalist oluşundandır. Kur’an, Sünnet gibi İslâm esaslarına dayanmakla beraber bunların yorumlanmasında, ferdin ve toplumun yaşayışlarını düzenleyecek kaidelerin İslâm kaynaklarından çıkarılıp uygulanmasında aklı ve ilmi esas tutmak isteyişleridir. Daha doğrusu rasyonel bir metodla, Kitap ve Sünnet’ten sonuçlar çıkaracaktır (…) İslamcıların modernizmi XX. Yüzyıl’a uymaları, İslâmcı esasları donmuş kalıplar olmaktan kurtararak çağdaş ihtiyaçlara göre yorumlamak isteğinde birleşmektedir” [Tunaya, 1991: 31-32] demekte, İslâmcılar hakkında şu yorumu yapmaktadır: “İslâmiyet ileriliğe mani değildir, mademki Avrupa’nın ahlâkî ve sosyal buhranları İslâmiyette mevcut değildir; şu halde Osmanlı İmparatorluğu dayanacağı devlet şeklini ve esaslarını İslâm siyasetinde bulmalıdır (…) Böylece İslâmcılar siyasi ve sosyal alanlarda İslâmî bir Rönesans istemişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurtuluşunu bu yolda aramışlardır” [Tunaya, 1991: 30-31].
İster Erkilet’in “İslâmcıların modernleştirici sayılamayacağı” nitelemesi olsun isterse Tunaya’nın “İslamcıların modernist, rasyonalist, terakkici, Rönesans arayışçı, İslâm’ı XX. yüzyıl mantığına göre yeniden yorumlayıcı” yargısı olsun, bu kadronun Müslüman toplum hakkında “Batı karşısında durağan, tarih dışına kaymış, terakki etmesi gereken” vasıflaması içinde düşündüğü reddedilemeyecektir.
İslâmcılar, Müslüman toplumun Batı karşısında farklı bir tarihe sahip olduğunu düşünmek noktasına gelememişlerdir. Batı’da “Oryantalizm” eleştirileri içinde zikre değer bir aydın olan Bryan S. Turner, oryantalizmin Marksist çalışmalara nüfuz ettiğini vurgulamaktadır. Turner’e göre, oryantalist sorunsal ve Marksizm arasında temelli bir ilişki sözkonusudur. Oryantalist yaklaşımın tarihselciliği ile Hegelci Marksizmin tarihselciliği arasındaki benzerlik bu ilişkiyi tesis etmektedir. Tarihselciliğin bu iki biçimi de, aşamalar dizisi şeklindeki bir tarih modeline dayanmaktadır. Hegelci Marksizm yönünden bu, feodalizm, kapitalizm, sosyalizm sürecidir. Oryantalizmde ise “Doğuş ve Düşüş” biçimini almaktadır [Lefebvre’de ise “kırsal toplum, endüstriyel toplum, kentsel toplum” şeklinde formüle edilmiştir -Lütfi Bergen]. Ayrıca dinamik, bilinçli Batı ile durağan, eleştirel olmayan İslâm Ülkesi arasında, her iki tür tarihselciliğin temeli durumundaki ideal tipik karşıtlık sözkonusudur (…) Bir zamanlar büyük bir yaratıcılık dönemini yaşamış olan İslâmiyet ‘oryantal rehavet ve dinlenmeye’ geçmiştir” [Turner, 1984: 19-20]. Turner’in oryantalizm eleştirisi, Marksistlerin ve Oryantalistlerin Doğu’yu izah etmekte yetersizliği hakkındadır. İslamcılar da garip şekilde Doğu’da Batı’daki gibi bir toplum olmadığı fikrini kabul ettiler ama onu Batı’ya benzetmek konusunda “oryantalist-Marksist” değişimciler gibi tasavvur etmekte tereddüt yaşamadılar. İslâmcılar terakki eden bir insanlık tarihi kurgusu içinde düşündüler. Örneğin Bediüzzaman Yirminci Söz’ün İkinci Makâmı’nda: “Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havarik-ı san’at ve garaib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar” demektedir. Bediüzzaman, beşerin terakkisini peygamberlerin mucizelerine ve hikmetlerine bağlayarak modern tekno-uygarlığın maddesini olumlar ama içtimaî halini yargılar: “Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyat-ı beşeriyenin hârikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var ve madem herbir âyetin müteaddid manalara delaleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir ve madem enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dair evamir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delaletle beraber, san'at ve fünun-u beseriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delalet, hem tevsik ediliyor denilebilir” (Sözler, Yirminci Söz-İkinci Makâm- Bir Nükte-i Mühimme Ve Bir Sırr-ı Ehemm).
Turner, oryantalizm ve Hegelci Marksizmin tarihselci yaklaşımının İslâm toplumlarına dair yargılarında “erekçi tarih” fikrinin etken olduğu düşüncesindedir. “Bu içsel, bozulmuş öz, tarih boyunca, İslâm’ın ve İslâm uygarlığının çöküşü olan belli bir nihai duruma (end-state) doğru teleolojik bir süreç gibi açılmaktadır. Bu tarihselci yaklaşımda, Batı uygarlığının sürekli ve adım adım ilerleyen devrimlerle noktalanan dinamik tarihi, halk ayaklanmalarının, yalnızca despotizmin ve çürümenin bir göstergesi olarak yer aldığı durağan İslâm tarihi ile karşılaştırılmaktadır” [Turner, 1984: 18]. Turner’e göre problemin niteliği Engels’in Fransa’nın Cezayir’i sömürgeleştirmesine ilişkin değerlendirmesine başvurularak gösterilebilir. Fransız güçlerine karşı yapılan Abdülkadir İsyanı, Engels tarafından “toplumun barbarlık durumunun” “ümitsiz” bir mücadelesi olarak dışlanırken, Cezayir’in Fransa tarafından fethi, “uygarlığın ilerlemesi yönünde önemli ve talihli bir olgu” olarak değerlendirilmiştir. Nitekim Marks, Meksikalıları les derniers des hommes (İnsan türünün sonuncuları) olarak değerlendirirken Karadağlıları “davar hırsızları” olarak dışlamaktadır [Turner, 1984: 15].
Turner, Marks’ın temel görüşünde yanıldığını da söyler. Dünya ölçeğindeki kapitalist gelişme Marks’ın öncüllerinden farklı ve karmaşık bir yol izlemiştir. Turner diyor ki, “Tarihsel olarak, sermaye yatırımı emek fazlasının bulunduğu ülkelere değil, emek darlığının bulunduğu ülkelere yöneltilmiştir. Öyle ki yeterli emek arzının sağlanması için sözleşmeli emeğin veya köle emeğinin ithal edilmesi gerekmiştir. Sermaye yatırımının yapıldığı veya nihai metaların sömürge pazarı bulduğu yerlerde, sonuç, yabancı sermayenin çıkarlarını, borçlanmış feodal toprak sahipleri ile ittifak halinde gözeten temsilcilere sahip komprador tüccar sermayesinin sömürgedeki potansiyel endüstri sermayesini yok etmesi ve onun yerini alması şeklinde olmuştur” [Turner, 1984: 35]. Turner, Marks’ın kapitalist yayılmanın geciktirici sonuçlarını ele alan bakış açısına da değinir. Marks’ın temel görüşü, KÜT (kapitalist üretim ilişkileri)’ün kapitalizm öncesi tarzları parçaladığı ve böylece tarihsel olacak şekilde ileriye dönük gelişmelerin temellerini attığı şeklindedir [Turner, 1984: 34]. Ancak Turner, İslâm toplumlarında tarihsel gelişmenin böyle olmadığını defalarca örnekler. İslâm toplumlarında köylü işgücü fazlası göç etmeye zorlandı ve geleneksel toprak sahibi giderek kent tüccarlarına bağımlı duruma gelirken, feodal bey yerini köylülüğe karşı alışılagelen yükümlülüklerle sınırlanmayan tüccar ve tefecilere bıraktı. Tarımdan ve ticaretten koparılan artık, endüstri sermayesine veya tarımsal gelişmeye yatırılmamıştı. Güvenli yatırım, ticaret ve tefecilikte veya kiralık dükkân, depo gibi kentsel mülkte arandı. İmalat endüstrisinde çalışan kentsel işçi sınıfı bulunmamakla birlikte, köylülük iş bulmak için eski tarımsal sektörden dışarıya göç etme baskısı altında bırakıldı [Turner, 1984: 38].
Turner’in bu yaklaşımları İslâm toplumlarında terakki-ilerleme ideolojilerinin Batı’nın Müslümanlara ait topraklardaki saldırganlığını meşrulaştıran bir kavramsal aygıt olarak araçlaştığını ortaya koymaktadır. İslâmcılar “İslâm terakkiye mani değildir” derken, “teleolojik tarih akidesi”ne inanmak zorunda kalarak geleneksel olarak kolektivist olan yapısal kurumlarını kaybettiler. İslâmcılık Anadolu’da “kendiliğinden sol” sayılacak bin yıllık toprak sistemini ve imalat-ticaret yapısını kapitalizmle birlikte yürüyerek tasfiye etti. Osmanlı halkları için bir ilerleme sağlanacaksa, “geleneksel halk İslâm’ının” kendi durgun/ilkel/çürümüş oryantal inanışlarını terk etmesi gerektiği ifade edildi. İslâmcılar, tarih felsefesi açısından insanlığın yerinde sayması diye bir kategorik alanın bulunmadığı fikrini çalışamadılar. Nitekim vahye göre toplumları getiren veya götüren, tarihe çıkaran Allah’tır. İslamcılık tarihin uygarlaşma-kalkınma/refah çizgisinde yürüdüğü ezberine/büyüsüne kapılırken vahye dayanmamaktadır. Toplumların varlık sahasına çıkması Allah’ın ayetlerindendir. Onların varlık sahasından kaldırılması da ayettir. İlelebet payidar kalacak bir toplum varlığı yoktur. “Zulmeden nice şehirleri helak ettik de ondan sonra diğer toplulukları yarattık” [21 Enbiya 11]. İbn Haldun’a göre, gelişmiş toplumlar (hadara) yıkılmışlığı da kader olarak çağırır. İbn Haldun haklı ise Batı uygarlığı yıkılacaktır. Batı uygarlığı denilen şey 18. yy’da başlamış ve dünyayı göçmenliğe, sefilliğe, açlığa mahkûm etmiş bir ırkçı-Beyaz burjuva düzenidir. Maya-Aztek-Mısır-Bozkır uygarlıklarını düşündüğümüzde Batı’nın ebedîliğini kim ve nasıl garanti edebilir?
-Bediüzzaman Said-i Nursî, Sözler, Envar Neşriyat, 1995.
-Erkilet Alev, Mazlum Doğu’nun Mağrur Çocukları, Büyüyen Ay Yayınları, 2015.
-Tunaya Tarık Z., İslâmcılık Akımı, Simavi Yayınları, 1991.
-Turner Bryan S., Marks ve Oryantalizmin Sonu, Kaynak Yayınları, 1984.

Yeter Ya Hu!

Yahuyu kastedip “Ya hu” şeklinde ayrı yazdım ya, tanrısal bir referans diye gerici olmaktan korkuyorum (!) ama inadına öyle yazacağım, ya hu! Yeter.
Gecenin bir saatinde kaynağı ve içeriği çok önemli değil, çok bilmiş ve her şeyin farkında olan yüzlerce arkadaşımdan birinin yazdığı bol ünlemli, Yılmaz Özdil’in sosyalizme çevrilmiş “anlayana” temalı mesajlarına / iletisine benzer bir ileti görünce, bardağın son damlası taştı artık. Gerek gazetelerinde, gerek açıklamalarında, gerek yetiştirdikleri prototipleriyle sosyal medyaya salınmış o çok bilmişleriyle yaydıkları küstahlık ve egosal hezeyanlarına cevap vermek farz oldu.
Bunun HDP mevzusu çerçevesinde zuhur etmiş olması ufak bir detay. Bu, artık bir hastalık mertebesine ulaşmış cemaatçi ve egosal siyasetin tezahür ettiği alanlardan birini karşımıza çıkardı, dedim ya detay. HDP meselesi zaten öfkeli bir şekilde ateşini içinde biriktiren kendi kendisinin imgesine âşık ejderhayı uyandırdı sadece. Hor hor horluyor, ve ateşiyle yaktığını sanıyor her yeri ve kendini “Ejdarhayım beeeen! Yakarım her yeri. En çok bana soracaksınız, en çok bana!” şeklindeki Erol Büyükburç patolojisiyle ifade ediyor. Nasıl ki Türk popunu Erol Büyükburç’a soracaksak, siyaseti de onlara soracağız. Öyle düşünüyorlar.
Birileri, öyle çok detaylarına girmenin bir lüzumu yok, sol/sosyalistleri Said-i Nursici olmaktan, liberal olmaya, kimlik siyaseti yapmaktan, sınıf siyasetini geriletmeye kadar birçok noktada suçlayarak/eleştirerek, “ezdiğini, yok ettiğini, çelişkisini yakaladığını” falan sanarak, kendi kendisini, “yahu ne kadar da her şeyin farkındayız” hissiyle sarıp sarmaladı. Bunu da sanki bir şekilde mücadelenin içinde yer alan bu insanların o mevcut “çelişkilerin” farkında değilmiş gibi itham ederek yaptı. Ben bakıyorum ve karşımda şöyle bir sahne var. Saygı duyduğum, lafını sözünü dinlediğim, bir şeyler öğrendiğim, bilgi birikimine güvendiğim, bir “güzellik” gördüğü şeyin altında bile “ya güzel değilse” diye defalarca sorgulayacak kadar şüpheci insanlara birileri bir şeyler öğretmeye çalışan o “üstten”, o “küstah” bakışlarıyla, iğneleyici “aha bak çelişkini yakaladım”cı bir tavır takınıyorlar. Artık buna yeter! Kusura bakmayın, ama kendinize gelin, ben işte bu insanlara bakıyorum, mevcut durum karşısında ne gibi derinlikli yorumlar getirdiklerini duyuyorum, sonra birileri onlara bir şeyler diyor. Pardon ama yani, biraz haddinizi aşıyorsunuz.
Hadi bir örnek üzerinden gideyim. Neymiş, “Aaaa! Altan Tan ne demişmiş” bu muymuş özgürlük, hani neredeymiş inançlara eşit yaklaşım. Ya bak gördün mü? Gericilerle iş yaparsan böyle olurmuş. Aman da ne güzel tespit. Risale-i Nur’uma bakayım, Altan Tan’ın söylediği şey doğru mu yanlış mı bir okuyayım, ona göre cevap vereyim ben. Çünkü aşacak bu beni. Nasıl olsa yolumuz Said-i Nursi’nin yolu artık, öyleymiş ya. Akıl, fikir, vicdan… Nasip eyle yarabbi! Pardon yine çok gericiyim. Hemen ilerici ve seküler saflara katılıyorum bir sonraki paragrafta.
Aynı örnek üzerinden devam edeyim. Birçok insan bunun eleştirisini yapıyor. Şaşırmıyor ama. Çünkü biliyor böyle şeyleri o sol/sosyalist ilkeleri hatırlattığınız insanlar da. Böyle kendi değerleriyle “tutarlı-eşdeğer” olmayan “çelişen” meselelerle karşılaşacağını zaten biliyor ve emin olun, bunları en az sizler kadar idrak edebilme kabiliyetine sahip bu insanlar. Demeyecekler ki aslında Altan Tan öyle demek istemedi, uğraşmayacak onu meşrulaştırmaya. Birçok insan tepkisel, tartışıyor, görüyor. Ama olur mu öyle! Parti tutarlıdır! Parti yeknesak tek vücuttur, kaynaşmış bir kitledir, ona zeval gelmez, olur mu öyle şey. Kimlerin peşinden gidiliyor! Amanın! Dur, yüzlerine vuralım şu cahillerin İlber Ortaylı tavrıyla.
Siyaset çelişkidir. Çelişkiler içinde var olarak, temas ederek, dokunarak ortak değerleri yaratma çabasına siyaset diyoruz. Ama bunun tam zıttı, bir hayali cemaat olarak parti ve onun bir arzu nesnesi haline dönüşmesidir. İdealler belirlenir. Burada “idealleri” Weberyan “ideal tip” kategorisi gibi düşünebiliriz. Gerçeklikten bağımsız, zihni düzlemde belirlenmiş “ideal tip”. Birkaç şef bunları çok güzel teorize eder, etkileyici bir şekilde formüle eder ve aktarır. Bu aktarımın gerçekleştiği “cemaat”, bu “meselelere” ilgi duyan ama pek bir şey “bilmeyen”, ama tam da pek bir şey bilmediği için de kendisine bir şeyler öğretecek “şeflerine” tav olmaya hazır bir gençlik kitlesiyle oluşur. İşte o gençlik, cemaat içinde kendi egosunu da besleyen, kendi varlık ve bilincine anlam katan bir şekilde “kişinin bedeniyle bütünleşir” bir arzu nesnesine dönüşür. İşte o dakikadan sonra arzu nesnesi olarak parti tutarlı, bozulmaktan uzak, yakışıklı-güzel bir beden gibidir. Parti tutarlılığına gelecek zarar, egoya, “ben”e verilen bir zarardır artık. O dakikadan sonra fikirleri savunmak, beni, anlamı, kendi bedenini savunmaktır.
Bu beden bir sirkülasyon haliyle bir “kazık çakmanın” tuhaf, diyalektik birlikteliğidir. Sirkülasyondur, çünkü kendini bedenin daha “seksi” bölgelerine transfer edemeyen kişiler, kendisinden daha “seksi” olanların etkisi altında ezilir, ve uzaklaşır, mühim olan o değildir, çünkü bir seksüel beden olarak parti, yeni ilgilileri hep tahrik eder. Bu açıdan bir sirkülasyondur. Ve bir kazık çakmadır, çünkü şefler, tahrik eden cümleleri formüle edenler ve bilenler, cemaat ile kendi bedenini bütünleştirmiştir, ve her zaman çok bilir ve çok tutarlıdırlar.
Şu ana kadar parti koyduğum yere başka şeyler de koyabilirsiniz. Akademi de koyabilirsiniz mesela. Belli bir akademik, yol gösterici tutarlı zümre.
Ve işte bu tutarlı beden, siyaset arenasını, hani şu yarışmalardaki jüri gibi, üstad koltuğunda görmeye başlar. Cemaat önce kendi kendini över, çünkü cemaati övmek kendini övmektir, kendini övmek cemaati övmektir. Beden ile o cemaatin içindeki diğer bedenler birleşir. Dışarıda kalana yöneltilen “eleştiri” siyasal alana dair değildir, jürinin kendini övmesidir aslında. “Siz bilmiyorsunuz, aslında ben biliyorum” demektir, ve o yüzden bu kadar hararetli savunulur. Siyaset bir ego övgüsüdür artık. İşte gördüğümüz şey bu bugünlerde. Kendine anlam katma çabası olarak “karşındakine” küstahlık yapıp, kendi cemaati içinde “nasıl yakışıklı mıyım, nasıl güzel miyim?” diye sorma.
Oysa dediğim gibi, siyaset tutarsızlıklara rağmen hiçbir zaman tam olarak tutarlı olacağını bilemeden tutarlı olmaya çalışma çabasıdır. Sevgili olmak istemeyeceğin biriyle el ele dolaşmanın yollarını ararken, kendini dönüştürme ve başkasının da kendisini dönüştürmesine vesile olma çabasıdır. Bunun için tabii ki kendi “egonu” parçalaman gerekir ki, yukarıdaki cemaatin üyesi için “egonun” parçalanması “anlam yitimidir” ve çok tehlikelidir. O yüzden kolay olanı seçer, kendi egosunu okşar. Buna Erich Fromm “Özgürlükten Kaçış” diyor işte. Cemaat psikolojik bir sorundur. Cemaat yerine, kendini sürekli yeniden kuran tutarsızlıkların farkında, sürekli eleştirel, kendinden emin olmayan, kendini anlamaya çalışan, hata yapan, yenilen, bir daha dirilen, dönüşen bir toplam daha hayırlıdır, ve aslında kendi egosunun körlüğünü aşmıştır. Son paragraflarım çok varoluşçu oldu, biraz liberalizm koktu, ama ne yapalım, siyasetimiz sizin “o yüce bizim hiç bilmediğimiz ve hep ihanet ettiğimiz”(!) değerlerinize layık değil sanırım, mazur gör beni yüce Zeus. Ya hu!

11 Haziran 2015 Perşembe

Hayrettin Karaman ve İki Sınıfsal Gösterge

“Zulme tapmak, adaleti tepmek, hakka hiç aldırmamak;
Kendi asudeyse, dünya yansa, başkaldırmamak”
[Mehmet Akif Ersoy]
Tayyip Erdoğan iktidarının komisyonculuğunu ve kenze dayalı kazancını İslam adına meşrulaştıran, “Yeni Türkiye”de “şeyhülislamlığa” soyunan Hayrettin Karaman bu defa iktidarını devraldıkları Kemalist devletin geleneklerine dayandı. “Birkaç ırgatın bir araya gelerek AK Parti iktidarını yıktığını” söyledi.
Egemenlerin kendilerine kul ettikleri ezilen yığınlarla övünüp “halkçılık” gösterisi yaptığı bir yönetsel gelenek var bu topraklarda. Karaman’ın bağlı olduğu muhafazakâr İslamcılık geleneği bu popülizmin en yetenekli uygulayıcılarından. Öyleyse Karaman’ın bu beklenmeyen çıkışını nasıl yorumlamalı? İktidarlarının zayıflamasına karşı verilen korkuyla karışık irrasyonel bir tepki mi? Yoksa “derin sınıfsal güdülenmeleri” barındıran bir dil sürçmesi mi? (Erdoğan’ın yıllar önce söylediği “ayaklar baş olursa kıyamet kopar” sözü aynı sınıfsal güdülenmenin, egemen olma konumunun barındığı bir “dil sürçmesi”, kendiliğinden, doğallıkla çıkan bir ifadeydi.) Hangisi olursa olsun, bu sözlerin “makarnacı-kömürcü halkı” eleştiren burjuva aklından, “dağdaki çoban” ile kendi oyunu eşit görmeyen mankenlerden, “bidon kafalılara” serzenişte bulunan Kemalist kalemlerden hiçbir farkı yok.
Yeni Şafak gazetesinde dün (11 Haziran 2015) kaleme aldığı yazısında “Yıkmayı becerdiniz, hadi yapın da görelim” diyerek muhaliflerine meydan okuyor Karaman. Egemenler adına yapmanın, inşa etmenin kibri ile yıkmanın değerini düşürmeye çalışıyor. Bunu söyleyerek aslında zalimin iktidarını, mazlumun kanı ve teri üzerinden kazandıklarını, inşa ettiklerini kutsallaştırıyor, putlaştırıyor.
Yaşanan, verili burjuva-parlamenter sistem içerisinde güç dengelerinin yeniden organizasyonundan ibaret. Gerçekte zalim iktidarın henüz yıkıldığı yok; ırgatların, fukaraların bir araya gelerek iktidarı, kapitalist sistemi değiştirdiği de yok. Karaman bu gerçeği bildiği halde sınıfsal-ideolojik refleksleriyle meramını şu iki başlık altında dile getiriyor: “Yıkmaya karşı yapmanın erdemi” ve “birkaç ırgata karşı ülkeyi şahlandıran iktidar”... Bilinçdışının dil gibi yapılandığı söylenir; söylenen aslında söylenmek istenene işaret eden bir göstergedir çoğu zaman. Karaman’ın sözlerini de böyle yorumlayabiliriz. Bu sözlerin asıl anlamı, asıl anlatmak istedikleri, iki göstergenin işaret ettikleri unsurlarda saklı.
“Biz merkeze karşı çevrenin sesiyiz” diyerek fukara yoksul Müslümanların desteğini almaya çalışan, Küçükömerci tezlerle popülizm sosuna batırılmış ilerlemeci-kapitalist tarihsel miraslarını “halkçılık” olarak kabul ettirmeye çalışan muhafazakâr elitlerin Kemalist elitlere karşı yürüttükleri mücadelelerinin esasının sadece devlet ve sermayeye sahip olmaya dayalı bir mülk savaşı olduğu gerçeğinin göstergeleridir bu sözler. Kemalist devletin yeni iktidar sahipleri, muhafazakâr elitler, abdestli kapitalistler ezilenlerin, işçilerin, ırgatların bir gün iktidarı kendi ellerinden almalarından korkmaktadırlar. Ve yine muhafazakâr elitler bu korkularının tetiklediği öfke ve kibirle, Allah’a şirk koşarak kendi yapıp ettiklerini kutsallaştırmakta, iktidarlarının yıkılamaz, geri döndürülemez olduğu vehmine kapılmaktadırlar. Devletin bekası ve sermayenin menfaatleri doğrultusunda burjuvazinin, devletli kanadın iki rakip fraksiyonu ortaklaşıp benzer refleksler göstermektedirler. İşin aslı budur.
İslam, mazlumun kolektif sesi, “başka türlü” yapmak için “var olanı” yıkmanın adıdır. Ali Şeriati, “la ilahe illallah” şiarının ilk kısmının “la” yani “hayır” demek, başkaldırmak olduğunu söyler. Bu başkaldırı, tek olan Allah’a kulluk etmeye, yerde ve gökte O’ndan başka mülk sahibi tanımamaya, yeryüzünde kula kulluk zilletine son vermek için O’nun otoritesine sığınmaya, kolektif olanın iktidarını oluşturmaya giden yolda ilk adımdır. Bu başkaldırı ve kolektif iradenin meydana getirdiği yol, Muhammedî devrim yoludur. Yüzlerce yıllık saltanatların, burjuva aklını, benliğini ve sermayeyi Tanrı kabul eden muhafazakâr İslamcıların unutturduğu yoldur bu. Başkaldırıyı ve yıkma edimini olumsuzlayan, egemenler adına yapmayı yücelten, aslında Allah’a değil, kendi aklına, bireyselliğine, menfaatlerine iman ediyordur.
“Yoldaki işaretlerimiz” Muhammed’in, Ali’nin, Ebuzer’in yürüdükleri yol üzerinde bıraktığı işaretlerdir. Ancak bu işaretler takip edilirse, saltanat dininin, sermayeye ve burjuva devlete tapınan muhafazakâr elitlerin unutturduğu Muhammedî devrim yolu yeniden açılır. Bu toprakların kendi devrimcileri ezilen-fukara halkıyla buluşur ve ancak o zaman Hayrettin Karaman’ın korkuları gerçek olur.
Tevfik Ziya

Eline, Beline, Diline

Altan Tan “Selahattin Bey ‘Ben inançlı bir Müslüman’ım. Tek kıblemiz var o da Kâbe’dir’ dedi. Böyle bir laf daha Kılıçdaroğlu’ndan duyulmadı.” lafını etti, kıyamet koptu. Birileri derhal “emanet oylar”ı sopa gibi sallamaya başladı. Altan Tan’ın bu lafı sarfettiği bağlam, Kılıçdaroğlu’nun da “solcu” olduğuna dair diğer program katılımcılarının vurgusuyla ilgili. Tan ise seçimlerde dindar Kürd seçmenden aldıkları oya binaen, söz konusu kıyaslamaya müdahale etmek istedi. Ardından yüzde 13’lük oy oranına sevinen kimi HDP’liler, o oy oranındaki Müslüman Kürd’ün payını hiçe sayarak, Altan Tan’ı neredeyse aforoz etme noktasına geldiler. Herkesi içine alan HDP gemisine kıblesi Kâbe olanları almak istemiyorlardı. Kazanım namına ne varsa mülk edinmek, hanesine yazmak tek alışkanlıklarıydı zira. Oysa seçim sonuçları, Müslüman olan Kürd’ün kendi mazlum millet davasına sahip çıktığını gösterdi. Başarı da zafer de onundu.
Misal Kete isimli bir friksiyonist şahıs, Altan Tan’ı iktidar ağzıyla konuşmakla suçladı. Onu IŞİD’cilerle kıyasladı. Onların kıblesiyle Tan’ın kıblesinin aynı olduğunu söyledi. Kendisinin dinsiz-imansız olduğunu hatırlatarak, Tan’ın seçimden önce aday olmaması için başlatılan kampanyayı sürdürmeye çalıştı. Bu kampanyanın sahipleri, HDP’nin de kendilerinin o güdük sol örgütleri gibi sığ kalmasını istiyorlardı aslında. O kıbleye yüzünü dönenleri sopalamak, kendileri gibi, burjuva bireyliğine tapmayı öğütlemekti dertleri. Bir insanın kendisi dışında bir değere, kolektif bir gerçeğe yüzünü dönmesi, bağlanması ahmaklıktı onlar için. Altan Tan, Hüda Kaya ve diğer isimler, aptal Müslüman Kürdleri avlamak için atılmış birer gereksiz oltaydı. Bu kesim, Allah olmayı burjuvaziden öğrenmişti, dolayısıyla bu yalana örgütlenmek, bu yalanı sürekli örgütlemek zorunda.
Sol, halktan, milletten her şekliyle daha zeki olduğuna inanmaya dair bir vehim. Bundan başka bir şey değil. Kitlelerin bir kısmının akıldan yoksun bir biçimde bir avuç makarnaya (AKP) ya da silâh korkusuyla (HDP) oy verdiğine inanıyorlar. Her yerde var bunlardan. Apo’nun çıkmasını da bu yüzden istiyorlar (DSİP). Çıksın ki politik ağırlığı kalmasın. “Bireyi aşan unsurları bir bir temizleyelim” diyorlar. Siyasetleri, ideolojileri bunun üzerine kurulu. Aydınlanmanın ve burjuvazinin öğrettikleri üzerinden, kitlelerin din denilen gericilik ve akıldışılıkla hareket ettiklerini söyleyip, kendilerini yüceltiyorlar aslında. Güya herkesin kendileri gibi özgür bireyler olmasını, burjuvazinin akıl denilen tanrısına tapmasını istiyorlar. Ama döne dolaşa burjuvazinin pazarına ait gerilimlerin birer dışavurumu oluyorlar. Sonra başarısız olup tekrar aynı bataklığa gerisin geri yuvarlanıyorlar.
Kendisini cümle âlemden zeki ve kurnaz zanneden bu eşhas, Alevîleri de korkutarak onları kendi burjuva tanrılarına mürit kılacaklarını zannediyorlar. Hak-Muhammed-Ali üzre olan, eline-beline-diline sahip olmayı ana düstur bellemiş bir kesimin taşa taptığını düşünüyorlar. IŞİD de böyle düşünüyor. O çok zeki arkadaşlar IŞİD gibi bakıyorlar dünyaya. Kur’an’da “dağa taşa yemin olsun ki” diye başlayan ayetlerle birlikte düşünülmesi gerekiyor Aleviliğin. IŞİD bu ayetlere küfrediyor, din düşmanı ateist de IŞİD gibi Allah’ı kendi iradesine bağlıyor. Kendi ağızlarından çıkan sözü helva misali çiğneyip belli bir şekle döküyorlar ve sonra ona tapıyorlar. El harama, bel günaha, dil yalana örgütleniyor.
Onca zekilik, sosyal âlemde zır cehalet olarak tezahür ediyor birden. Tevhid bayrağını IŞİD bayrağı zannedenlere, Bahreyn’de iktidara karşı yapılan yürüyüşte binlerce çarşaflı kadını köle pazarının mağdurları olarak sunanlar eşlik ediyor. Bu akıl, en fazla IŞİD’e yarıyor. Kara çarşafı yakıp ondan kurtulma törenleriyle CHP’ye eklemleniyorlar. “Renkli hayat” teraneleri en fazla burjuva pazarına eklemleniyor.
Bu eşhas da ellilerde Sünniliğe Mevlevîliği, Alevîlere ise Bektaşîliği dayatan resmi nizamın diliyle konuşuyor. Ellilerde Konya, altmışlarda Nevşehir-Hacı Bektaş iktidarın kurduğu yerler olarak vücud buluyor. O iktidarın burjuvazi için, ona içrek, onun içinden düşündüğünü görmeyen solcular, en fazla, burjuvazinin sol kanadına bağlanabiliyorlar. En azından o mekânlar “sevgi bizim dinimizdir” diyor ama bu eşhasın bir dini de olmadığından, bu söze de karşılar. Sevgisizler. Sevmedeki teslimiyeti bile küçük görüyorlar.
2005’te Paris banliyölerinde gençler araba yakıyorlardı. Oradan öğrenen Kürd gençler, özellikle İstanbul’da, arabaları ateşe verdiler sonra. Ama o gençler, şarlici emperyalistlerin saraylarına saldırdıklarında, o Kürd gençler adına birileri o sarayları ziyarete gittiler. Altan Tan’a kızılması bu yüzden. O saraylara yaranmaya çalışanların Altan Tan’ı kurban seçmeleri tesadüf değil.
2005’te banliyöler yakılırken Fransız KP’si içerisinde çalışmış biri o günlerde o gençlere “faşist” diyordu. “Biz o mahallelere sendikayla bağlantılı bürolar açtık, gelmediler” diyerek, o gençlerin “akılsız it sürüleri” olduğunu söylüyordu. Oysa görülmeyen şu: o sendika da sizin savunduğunuz karikatür dergisi de devletin bir uzantısı. O gençler pratikte bunu gayet iyi biliyorlar, görüyorlar. Bugün Kuaşi Kardeşler’e küfredenlerin Amedli, Batmanlı Kürd gençlerine küfretmesi an meselesi.
AKP’liler, Menderes-Özal üzerinden bir tarih bilinci oluşturmaya gayret ediyorlar. Dolayısıyla bu isimlerin eksik bıraktıklarına bakıyorlar. Ama bir yandan da onların gidişlerinden ders çıkartıyorlar. Eksik olanı ideolojik manada sıkı duran, belirli bir kitle oluşturmamış olmakta buluyorlar. Muhtemelen de, özellikle Gezi’den beri, böylesi bir kitleyi inşa etmek için hamleler yapıyorlar. Solcular, dünyaya birey merkezli baktıklarından ve Tayyip denilen bireyi aptal, cahil gördüklerinden, gerideki hamleleri görmüyorlar, AKP'nin saldırısını derhal "faşizm" olarak etiketleme yoluna gidiyorlar. Bu hamlelerde devletli bir yan varsa, devlet dışı, hatta karşıtı bir yan da var. Devrimci olan da bu ayrımı yapabilmekte. Kemalizmin ve burjuvazinin pişirdiği hazır kitleye biat etmekte değil.
Bu açıdan yüzde 40 oy hâlâ yüksek ve başarı addedilmeli. Solcuların halka, değerlerine, imanına, kavgasına küfretmesinin bir sonucu bu başarı. Burjuva aklıyla düşündüklerinden, söz konusu kitlenin egemenlere kul edilmesine hiç ses etmiyorlar. Bu kitlenin parçalanmasını, her bir parçanın burjuvazinin bir koluna tutunmasını istiyorlar içten içe. Bunu “ilerleme” sanıyorlar.
Kemalizm ve müesses nizam, kestaneleri sobadan başka maşalarla almak zorunda. Gerekirse kendisine düşman olan kesimleri birbirine düşürmeye mecbur. Bugün Hüdapar meselesi üzerinden “ateşe benzin dökmeyelim” diyen batı solcularının, bu toprakların dinamiklerine kör yaklaşımlarıyla, o gerçeğe küfreden yanlarıyla her daim benzin olduklarını görmeleri gerek. Müesses nizamın aklıyla düşünenin başka bir şey yapması da mümkün değil.
Cidal Haksoy

10 Haziran 2015 Çarşamba

Osmanlı ve Sol

İslam toplumları sınıfsallığa uğramakta mıdır? Bu soru önemlidir. Çünkü Batı toplumlarında din, sınıfsal karakterdedir. Hıristiyanlık başlangıçta dünya işlerinin kolektif edimi ile dini meşguliyeti birleştirmişti: çiftçilik, çobanlık, imalat, inşaat, ev hizmetleri, vb. dünyevi işler kolektif dindarlık eylemi içinde yapılmak zorundaydılar. Fakat bu işler çok kısa bir süreç sonunda zamanın ve dua saatlerinin yönetimi gereği “laik biraderlere” (conversus) devredilmişti. Bu ayrım, Ortaçağ dünyasında toplumu oluşturan tabakaların işbölümü esasına göre farklılaşmasını ifade etmekte ve orates(dua edenler), laborates (çalışanlar) ve bellatores (savaşanlar) diye anılmaktadır. Kilise, kendi içinde sınıfsal bir karaktere dönüştü ve bunu toplumsallaştırdı. Manastır Hıristiyanlığı kolektivist ruhbanlık iken Kilise bu ruhbanlığı patronajlaştırdı ve Hıristiyanlığı üç sınıfın tanzimine, iç hiyerarşisine uğrattı. Kilise toprak sahipliğine kavuştukça köle sahibi de olmuş, dini emek sömürüsünün meşruiyet aracı kılmış, mülkiyet düzeninde “efendi” konumunu kazanmıştı. Kilise’nin patronajının feodal halklar üzerinde siyasî-malî hiyerarşisinin tabii neticesi mülkiyetin emek sömürüsünü gerçekleştirmesi, topluma kira-haraç salmasıdır. Feodal toplumda kira, üründen alınan paydır ki bu da bir emek sömürüsüdür. Hz. İsa “Yoksul bir adamın cennete girmesi zengin bir adamın iğne deliğinden geçmesinden daha kolaydır” derken ticaretle elde edilen serveti “temizleme”yi vaat ediyor ve büyük bağışlar topluyordu. Bu söylem gönüllü çalışan inanç sahiplerinin emeklerinin artı değerini Kilise’nin ele geçirmesi ile de kendini katlayan bir servete dönüşmekteydi. Servetin bu şekilde dinin elinde (Kilise) birikmesi nedeniyle Hıristiyanlık tarımsal işleri olumladı. Bu olumlama Batı Roma’nın yıkılışı ile Kilise’nin Avrupa’da mutlak iktidar olmasını sağlayacaktı. Mülk ruhban bir sınıfa ait oldu.
Sınıflı toplum sisteminin varlığı ya da yokluğu “mülkiyet kimindir?” ve “çalışanlar kendi için emek sahibi midir?” sorularının cevabında belirlenebilir.
Müslüman toplumda sınıfların olmayacağından, zira “özel mülkiyet yokluğu”ndan söz edilmektedir. Ancak bu yaklaşımı söylemleştirenler reddettikleri Osmanlı toplum düzeninin kapitalizme niçin uğramadığı sorusuna kaçınılmaz olarak çarpmaktadırlar. Osmanlı’yı “Doğu Despotizmi” nedeniyle reddetmek ve yine Osmanlı’nın “feodalizme uymayan” bir mülkiyet-üretim düzeni getirdiğini kabul etmek günümüz İslâm-Sol tartışmalarının yakalandığı başat çelişkidir. Osmanlı mülkiyet sistemi servetin bir sınıfın tekelinde birikmesine yol açmadı. Diğer taraftan din Batı’daki gibi de işlev görmedi. Sencer Divitçioğlu Osmanlı toplumundaki sınıfsızlığı şöyle anlatmıştır: “Osmanlı toplumunda, devletten topluma bağlılık kuralı, birlik zihniyeti içinde topraklar üzerinde ne servajın oluşmasına müsaade etmiş, ne de soylu ve asil bir sınıfın yaratılmasına önayak olmuştur. Bir iktisadî işlev üzerine kurulan reayanın ve devletin anonim varlığı, toplum içinde birey-insanın yetişmesini engellemiştir” (Divitçioğlu, 1981: 139). Mülkiyetin imtiyaz sahiplerinde toplaşması halinde “İslam’da sınıf olmaz” diyemeyeceğiz. Bu nedenle mülkiyetçi bireyci bir zihniyetle dindarlık yaşandığında İslâm ile sınıflı bir topluma uğramak kaçınılmaz olabilir. İslam’ın modern toplumdaki dindarlığı kriz içindedir; Müslümanlar cemaatçi bir dine mensup olduklarını ortaya koyamamaktadırlar. Bu nedenle modern dönemde dindarlık-İslamcılık kendi referans kaynağına uygun toplumsallıkları hayata geçiremeyeceğine inanmak zorunda kalmıştır. Bu haliyle modern zamanlar dindarlığı-İslamcılığı bir tür ateizmdir. İnsan dindarlaşır ama ahlâkdışı kalırsa Tanrı’sını kaybeder. Ahlâkı yitirmek, dinsel olanla bağları bir an bile kaybetmeden dinsiz kalmak anlamına gelebilir. Modern toplumda dindarlık ülkenin mülkiyet düzenini değiştirmek istemiyor. Mülkiyet düzeninin mal sahipliğini ele geçirmek istiyor. Tok komşularla birlikte oturmak için mekânı düzenleyen birey Müslümanlığının sol ile çatışmasının bir sebebi budur. Ancak modern siyasal söylemde İslâmî vurguların “bin yıllık nizam” perspektifinde mülkün fakirlere tahsis edildiği de ortadadır.
Osmanlı toplumunda soylu-asil bir sınıfın olmamasına ilişkin bu tespit nedeniyle İslam-Sol tartışmalarının teolojik zeminde yürütülmesinin bir sonuca bağlanmayacağını söyleyebiliriz. Osmanlı toplumunda sınıfsızlığın temel nedeni toprağın (mülkün) kimseye ait kılınmaması, pazar yerlerinin (bedesten-bazar) ise vakıflara tahsis edilmesi ile ilgilidir. Dolayısıyla dinin Osmanlı’daki asıl fonksiyonu onun Sünnilik-heteredoksilik ile yakın ve/veya uzaklığı olmamıştır. Diğer yandan Anadolu’daki gayrı Müslim öbekler de gerek tımar sisteminde ve gerek ise pazar sisteminde yer almışlar ve tımar-pazara ilişkin sorunlarda kadıya başvurmuşlardı.
İslam-Sol ilişkilerinde tekkenin de önemli bir işlev kazandığı burada ifade edilmelidir. Dervişlerin zahirde dilencilik olarak görülen yardım talepleri çift işlevlidir. Dilenme dervişin nefsinin kırılması ikinci olarak da zenginlerin mallarının fukaralara yönlendirilmesi işlevi görmekteydi. “Çevrelerdeki fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamayı vazife edinen kimi dervişlerin, bu maksatla halktan yardım talep ettiklerine veya zengin kimselerin fakirlere yardım yapmalarına aracılık ettiklerine rastlanır. Hacı Bayram-ı Veli’nin bir yardım sandığı kurduğu, davul ve kudümlerle çarşı pazarda dolaşarak yardım dilendiği nakledilir. Ayrıca sonraki dönemlerde tekkelerin imarete dönüştüğü, kimsesiz yetim çocuklara da bakım verildiği anlaşılıyor” (Ay, 2014: 137). Resul Ay, dervişlerin doğrudan savaşçı olarak gazalara katıldığını (2014: 138), zaviyeler kurarak yolculara hizmet ettiklerini (2014: 135), Hıristiyan halka dinî-tasavvufî ideolojilerini yaydıklarını (2014: 130), kolektif bir hayat anlayışı ve modeli geliştirdiklerini (2014: 105) vurgulamıştır. Tekkelerin bu işlevi Osmanlı toplumundaki artık değerin alt sınıf halk katmanlarına ulaşmasını sağlamakta ve bilgi-değer-inançların harmanlanmasına hizmet etmekteydi. Resul Ay’ın bir başka makalesinde dilenci-gezgin dervişlerin kırsal halka tekkelerde verdikleri hizmetlerin bir benzerini vermekte olduğu yönünde yorumu dikkate değerdir. Resul Ay, bu makalesinde dervişlerin kırsal kesimle iletişim kurarak bilgiyi onlara taşıdığı da ifade eder: “Onlar kimi zaman söz konusu halkın sorunlarının idare nezdinde takipçisi, kimi zaman da bu sorunları içselleştiren ve davaya dönüştürülmesine aracılık eden figürler olarak karşımıza çıkmışlardır” (Ay, 2015: 314).
Dolayısıyla İslam-Sol bağlantılarını araştırırken din-iktisat bağdaştırmasını gerçekleştiren tekkelerin örgütlediği toplumsal alanın tımar-ahi-pazar yapısını nasıl kurguladığı gözetilmelidir. Mülkiyetin burjuva oluşturmayacak şekilde toplumsallaşması (vakıflaşması-fukaralara döndürülmesi-sebil kılınması) konusunda Türkiye solu ve dindarları günümüzde ne kadar samimi durmaktadır? Dinin kolektif yaşamı kuşatan iktisadîliği kurumlaştırması Anadolu’da “kendiliğinden halk sosyalizmi” denilebilecek başka bir zihniyetin nizam kurucu doğasından beslenmektedir.
-Ay Resul, Anadolu’da Derviş ve Toplum: 13-15. Yüzyıllar, Kitap Yayınevi, 2014.
-Ay Resul, Anadolu ve Rumeli’de Derviş Seyahatleri, Ötekilerin Peşinde-Ahmet Yaşar Ocak’a Armağan, Hazırlayan: Mehmet Öz-Fatih Yeşil, Timaş Yayınları, 2015.
-Divitçioğlu Sencer, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Sermet Matbaası, 1981.

9 Haziran 2015 Salı

Rasyonalite, Ruh, Restorasyon

Ontolojik materyalizmde varlık, düşünceye önsel bir nitelik taşır.
“Bedeni” ezilmiş, hatta hiç oluşamamış “Gezi ruhu”nun devlet ve burjuvazi bedenine diriltici soluk olacağı günlerin işareti geldi seçimlerde.
Aranan, sermayenin kökensel ideolojisi olan “rasyonalite”ye uygun politik aktörler.
Burjuva ideolojisinin kalemlerinden Cengiz Çandar'ın “rasyonalite, restorasyon ve demokrasi" üçlemesi, aslında parlamenter Kemalist rejim içinde HDP'ye biçilen rolün sınırlarını da açıklıyor.
Çandar'ın yazısında dile getirdiği "üçleme"ye göre, HDP ve “Gezi ruhu” kendisine, postmodern kapitalizmin çok kimlikli pazar modelinde yer bulabiliyor.
Restorasyon yürütücüsü olarak Abdullah Gül'e gözler çevriliyor. Erdoğan şahsında kurulmak istenen monolitik yapı, devletin kırılganlığını artırmıştı. Şimdi yeniden esnek ve “kapsayıcı” olma zamanı.
Bu kapsayıcılığa Kürt hareketinin toplam varlığı, Suriye'deki durum, Ortadoğu'daki kamplaşma sınır oluşturabilir. Ama bu sınırlar da, “rasyonel” bir devlet-burjuvazi aklıyla, ana kütle içine massedilebilir.
Bu noktada ABD-NATO güçlerinin istekleri de üst dereceden önemli rol oynayacak.
Tevfik Ziya

Karanlıkla Konuşmalar

Geldi,
Oturdu karşıma
Yüzüme baktı
Konuşmadım...
Anlatmaya başladı hatırlamadığım o günleri...
Anlattı,
Bir göz odada on kişi kaldığımız, toprak damla evi
Duvarları kireçli odayı
Evi aydınlatan kandili
Evi saran sobanın sıcaklığını
Annemin duvarda asılı güvercin nakışlı oymasını
Hiç hatırlamadığım
Dedemin sesini
Babamın tütününü
Sordu hatırladın mı?
Baktım yüzüne
Sonra devam etti,
Dedi ki;
Hatırlamadın mı
Oynadığın sokağı
Dizini yaraladığın taşı
Komşunun tarlasını
Taşlarla çevrili dağı
Dayını öldüren devleti
Derede yüzen balığı
Çayırı, ovayı, çölü...
Sustum, bir şey diyemedim
Anlatıyordu
Bıkmadan, usanmadan
Hani dedi;
Annenin siyah zülüflerini
Babanın dede yadigarı puşisini
Bir bir anlattı
Gidenleri
Kalanları
Gelmeyenleri
Sıkılmadan gücenmeden
Yüzüme baka baka anlattı
Vakti erişip;
Gitme zamanı gelince,
Son bir kez yüzüme bakıp, “yazık çocukcağız” dedi
Ve gitti ...
Mir Serhedî