19 Haziran 2015 Cuma

Georgios Gemistos Plethon ve Bedreddin

1. Georgios Gemistos Plethon
Son isim "Pléthon" takma bir isim; Platon'a olan hayranlığı nedeniyle kendini böyle adlandırıyor. İstanbul doğumlu ama on yaşındayken Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliğindeki Edirne'ye, daha doğrusu Sultan I. Murat'ın sarayına gidiyor (1365). Aynı dönemde ulemadan birisinin oğlu olan Bedreddin'le karşılaşıp karşılaşmadıklarını bilmiyoruz. Aralarında sadece üç yaş var. Bu arada Bedreddin'in annesi de Yunan ve doğal olarak Yunanca konuşuyor. Pléthon'un çok ilginç düşünceleri var. Sonraları İtalya'da Marcilio Ficino'yu öylesine etkilemiş ki, Ficino oturup Platon'un bütün eserlerini Latinceye çevirmiş. Fanatik bir şekilde Aristoteles'e karşılar; kendisi ve öğrencileri. İtalya'da verdiği Platon derslerinin İtalyan Rönesansı’nın ortaya çıkışında belirleyici olduğu söyleniyor. Ölümüne dair açık bilgi yok. Ama öldükten bir süre sonra mezarından çıkarıldığını biliyoruz ama bunun nedeni muğlâk. Bir görüş, İtalya'daki öğrencilerinin "Büyük Hoca özgür insanların ülkesinde olmalı" diyerek onu İtalya'ya götürdüklerini iddia ediyor. Bir başka görüş ise fanatik Hristiyanların, sapkın (heretik) fikirlerine tahammül edemedikleri için, onu mezarından çıkarıp yaktıklarını savunuyor. Malların-mülklerin ortaklığına dayalı bir "koinonia"yı savunduğunu biliyoruz. Bu, birçok insanı kızdırmış olmalı. Bir de çok güzel bir sözü var: "Aşk [Eros] ayıp olduğu için değil, kutsal olduğu için özel olmalı [uluorta yaşanmamalı]". Anlayacağınız "Güzel" bir insan kendisi...
2. Plethon'un "Yasalar Kitabı", Bedreddin'in “Varidat”ı
Pléthon'un "Yasalar Kitabı"nın bir macerası var. Şöyle: Gemistos Pléthon Mora'da öldükten sonra, Mora Despotu Demetrios'un karısı Theodora bu kitabın tek nüshasını ele geçiriyor. Onu Pléthon'un öğrencisi Gregorios Scholarios'a gönderiyor ve "elimde böyle bir kitap var. Ne yapayım bunu?" türünden saçma sapan bir soru soruyor. Scholarios ise Pléthon'un öğrencileri arasında, hocasını hiç sevmeyen, hocası ne kadar Platoncuysa kendisi o kadar Aristotelesçi olan, hocası ne kadar heretikse, kendisi o kadar ortodoks olan bir öğrencisi. Tam bu zamanlarda da Fatih Sultan Mehmet'in ısrarıyla Gennadios II sıfatıyla İstanbul Patriği oluyor. Her neyse, kitap Scholarios'un eline geçince kitabı okuyup bir arkadaşına uzun bir mektup yazarak, "kitaptaki saçmalıkları" detaylı bir şekilde alıntılayarak anlatıyor. Sonra da kitabı "hemen bunu yakın!" notuyla tekrar Theodora'ya gönderiyor. Theodora kitabı yakmıyor ama bu sırada Fatih Mora'yı ele geçiriyor ve Theodora da kocasıyla birlikte hemen Mora'dan kaçmak zorunda kalıyor. Kaçarken de kitabı "bu kitabı size bırakıyorum; ona ne yaparsanız yapın. Artık sizin bileceğiniz bir iş" notuyla tekrar Scholarios'a gönderiyor. Scholarios da kitabı eline geçirdiği gibi yakıyor. Amma ve lakin! Arkadaşına yazdığı mektup kalıyor. Bugün bize kalan da bu işte: Yasalar Kitabı. Düşmanının mektubuyla yaşayan "kitap".
Bir de Bedreddin'in Varidat'ının bir macerası var; biraz ilginç, biraz komik: Varidatbiraz daha şanslı; birçok elyazma nüshası kalmış. Ama Cevdet Paşa tarafından anlatılan bir öyküsü var kitabın: 1800'lerin başında Şeyhülislam olan Arif Hikmet Bey Varidat'a kafayı takmış. Sabah akşam sahafları (eskiden de onlara sahaf mı derlerdi acaba?) dolaşıp Varidat'ın elyazması nüshalarını, ucuz pahalı demeden, satın alıyor ve götürüp evinde yakıyormuş! Öyle ki, bunu duyan bazı sahtekârlar bir sürü Varidatüretip adama satmaya başlamışlar. Ne kadar sürdüğünü bilmiyorum bu oyunun ama bunun bir ara sahafların geçim vasıtası olduğunu söylüyor Gölpınarlı.
Diyeceğim, ister patrik olsun ister şeyhülislam fanatizm aynı fanatizm; bir şey değişmiyor. Aykırı olana, başka olana, farklı olana, ortodoks olmayana tahammül yok.

Charleston Katliamı

Charleston Katliamı ve Beyaz Üstünlükçülüğün Şeytanlığı
Kuzey Karolina-Charleston merkezli olarak yayın yapan Atlantic sitesinin yazarı Matt Ford’a göre, bu kentte bulunan, silâhlı bir beyazın dokuz kişiyi katlettiği kilise
“Güney Baltimore’un en eski siyah kilisesi ve ABD’deki en önemli siyah cemaatlerinden birine sahip. Emanuel Afrikan Metodist Piskopos Kilisesi’nin tarihi, Charleston’daki Afro-Amerikanların hayatı ile derinlemesine bir ilişki içerisinde. Cemaatin kurucularından biri olan Denmark Vesey, Güney Karolina’da iç savaş öncesinde yaşanan kitlesel bir köle isyanını örgütlemeye çalışma suçundan 1822’de idam edilmiş olan eski bir köle. Bir biçimde bastırılan ayaklanmaya tepki olarak beyaz Güney Karolinalılar kiliseyi yakıp kül etmişler. Diğer siyah kiliseleri ile birlikte 1834’te kapatılmış. Kilise, 1865’te yeniden örgütlenmiş ve kısa süre içerisinde Denmark’ın oğlu Robert Vesey’nin tasarladığı yeni binaya yerleşmiş. Şimdiki bina ise 1891’de inşa edilmiş. Bu kilise, insan hakları mücadelesinde bugüne dek öncü bir rol oynamış.”
Denmark Vesey, Amerika’nın ırkçı terörünün o uzun tarihinde en fazla öne çıkan isimlerden birisi. Katil, sadece Vesey’nin kilisesini değil, onun ölüm yıldönümü olan günü de bilinçli olarak seçmiş. Eldeki bölük pörçük deliller üzerinden beyaz Charlestonlılar, 1822’de Vesey’nin isyanının tam olarak “16 Haziran Pazar gece yarısından, 17 Haziran Pazartesi’ye döndüğü an olduğuna inanmaya başlamışlar.” Sonrasında da Vesey’nin kilisesini komplonun merkezi olarak tanımlamışlar.
O hafta sonu beyaz milisler hem azat edilmiş kölelerden hem de hâlihazırda köle olanlardan onunu tutuklamaya başlamış, ertesi gün ise daha fazlasını tutuklamış. Azat edilmiş bir köle olan Vesey 22 Haziran’da yakalanmış. İşkenceyi tarif etmek için kendilerince belirli örtmecelere başvurma konusunda “teröre karşı savaş”ın icracıları yalnız değiller. Charlestonlı bir memur, yakalananların maruz kaldıkları soruşturmaları o günlerde şu şekilde anlatmış: “Bu fesadın kökünü kurutmak için hangi tecrübenin ya da ustalığın devreye sokulduğunun bir önemi yok.”
Ardından hızlı bir yargılama ve suçlu olduğuna dair hüküm ardından Vesey ve beş arkadaşı 2 Temmuz’da asılmış. Bu olayı başka tutuklamalar ve idamlar izlemiş. Büyük kalabalıklar önünde tam 35 kişi idam edilmiş.
Tarihçi Ira Berlin, Vesey’nin hayatı hakkında şu özet bilgiyi veriyor:
“Gerçekten anlatmaya değer bir hikâye bu. Milyonlarca genç Afrikalıdan biri 18. yüzyılda Atlantic köle pazarında satılmış, sonrasında Denmark ismini alan genç, Kaptan Vesey’nin komutasındaki 400 köle taşıyan gemiden, ‘güzelliği, açıkgözlülüğü ve zekâsı’na istinaden sökülüp alınmış. Vesey genci kamarasına almış, ona okuma-yazmayı öğretmiş, onun ticareti ve başka konuları öğrenmesini sağlamış. […] Kaptan ve kölesi, nihayetinde Kuzey Amerika kıtasının en büyük köle limanı olan Charleston kentine yerleşmiş. Burada Kaptan Vesey, saygın bir adam olarak emekli olmuş ve o rahat hayatını sürdürmüş. Kazancının önemli bir bölümünü bu kölesinin desteğiyle elde etmiş. Onu başkalarına kiralamış. […] Denmark, kölelikten özgürlüğe adımını atmış […] ama Charleston’da giderek büyüyen özgür siyahlar cemaatine katılmamış. Melez ırksal kökenlerine ihanet etmiş açık tenli bu zanaatkârların ve tüccarların gözü efendiler sınıfının imtiyazlarındaymış. Bu efendilerin duruşuna, konuşma tarzına ve değerlerine, hatta köle sahibi oluşlarına imrenmişler. İçi geçmiş bir üslup içerisinde özgürmüş gibi yapma konusunda asla tatminkâr olmayan Vesey’nin hoşnutsuzluğu giderek büyümüş. Arka sokaklardaki meyhanelerde ve haftalık İncil sınıflarında kutsal metinlere, Bağımsızlık Bildirgesi’ne, hatta cemaat içi tartışmalara atıfta bulunarak, bir gasp suçu olduğunu söylediği köleliği kınayıp durmuş. Esareti kabul edenlerin ve beyazlara boyun eğenlerin köle olmayı hak ettiklerini söyleyerek onları küçümsemiş. Bu öfkeli yaşlı adam, tehditler savurmadığı insanlar arasında bile korku salar olmuş. Vesey, köleliğin ancak silâhla son bulabileceğine inanmaya başlamış ve başarılı bir ayaklanmanın paramparça olmuş siyah halkın birleştirilmesi üzerinden mümkün olacağına inanmış. Özgür ama asimilasyoncu zencileri bir kenara atarak, siyah toplumun diğer unsurlarının bir araya getirilebileceği fikrine ulaşmış. Hıristiyanlığa bağlı olanlara İncil’den alıntılar yaparak seslenmiş. İktidarın önemli olduğunu bilenlere, beklemede olan Haitili askerlere çağrıda bulunmuş. Ruhani dünyadan korkanlarla temas kurmuş. Herkesçe Gullah Jack olarak bilinen Jack Pritchard harekete katılmış. Bu bıyıklı, kavruk adam Afrikalıların dinî pratiklerine hâkim bir büyücü imiş. Bu özelliği onun Charleston’ı kuşatan plantasyonlarda yaşayan köleler arasında baş üstünde tutulan bir kişi olmasını sağlamış. Bir yandan köle mahallesinden, zanaat atölyelerinden insanları saflarına kazanırken bir yandan da efendilerin malikânelerinde çalışan isimleri örgütlemiş. Öyle ki Güney Karolina valisinin şahsî hizmetçisi bile harekete katılmış. Vesey, programını yürürlüğe sokana dek insanları tatlı dille, güzel sözlerle, gururlarını okşayarak ya da zorla örgütlemiş.”
Berlin’in yazdığına göre, “beyaz köle sahipleri Denmark Vesey’yi darağacına göndermişler ve isimsiz bir mezara gömmüşler ama tarihsel açıdan onun unutulmasını sağlayamamışlar. […] Eski köle sahipleri inkâr etseler bile, eski köleler onun hatırasını diri tutmuşlar. Bugünse şu çok açık: Denmark Vesey’nin daha fazla toprağın altında kalması artık mümkün değil.”
Belki de başkaları da hatırlıyordur onu. Belki de yeni tıraş olmuş, saman sarısı saçları olan, gri bir svetşört, kot pantolon ve Timberland bot giymiş 21 yaşındaki beyaz adam, Vesey’nin kurduğu cemaate saldırıp dokuz kişiyi katletmek için Vesey’nin sonuç alınamayan o isyanının yıldönümünü tesadüfen seçmiştir.
Ya da belki de tarih, o beyaz üstünlükçülük ile birlikte, belirgin bir şeytanlık içerisindedir.
Greg Grandin

18 Haziran 2015 Perşembe

Hümanist Söylem No 1: “İslam İyi de Müslümanlar Biraz Şey”

Yani abi şimdi ben inanıyorum Allah’a Peygamber’e, onlar gerçek tabi bana göre benim inancım bu, din ve vicdan özgürlüğü hakkımı kullanıyorum demokratik olarak sen de seninkini kullanırsın tabi göreceli şeyler bunlar sonuçta. Sakın seni zorladığımı düşünme yani ben inanıyorum dediysem seni öbürsüleştirmek istemem şimdi faşist bir baskı uygulamak istemem İslam iyi dediğim için. Asla zorlamıyorum sen istediğine inan, bunu söylememe bile gerek yok hatta susayım ben. Tamam geri aldım.
İslam iyi derken hani aileden çevreden öyle gördüm ben ramazan bayramı filan çocukluktan beri alıştık adet ve geleneksel bir şey din dediğin sonuçta sosyolojik. Herkes bir çevreye doğuyor, mesela ben Hıristiyan bir aileden olsaydım Norveç’te o zaman ne İslam’ı di mi, tamamen tesadüf yani. Tesadüfen burada doğduk sonuçta niye abartıyorlar anlamıyorum, piyango yani burası çıkmış bana, otlar nası şansa bala orada burada çıkıyorsa aynen öyle. Tesadüf ama şu an Müslümanım n’apalım vicdanen böyle hissediyorum yoksa baktığın zaman bilim var siyaset var sanat var bunlar ayrı şeyler dinci miyim ayol bunlar ayrı şeyler elbette.
Müslümanlar biraz şey abi. Yani baktığın zaman nerede kan var vahşet var hep Müslüman bunlar. Yoksulluk sefalet yobazlık cehalet baskıcı rejimler diktatörler hep Müslüman ülkelerden çıkmış. Savaşlar soykırımlar. Oysa Norveç öyle mi mesela di mi adamların yolları var hastaneleri var okulları var din ve vicdan özgürlüğü var başörtüsü serbest işsizlik maaşı var. Avrupa’da da savaş olmuş eskiden ama artık yok çünkü aydınlanmışlar son iki yüz yıldır o yüzden savaşmıyorlar. Özgürlük ve refah var abi, sanat felsefe filan. Yani şimdi batıcı gibi görünmek istemiyorum ama adamlarda imkan var irade var n’apalım ilk fırsatta kapağı atmak lazım, du bakalım şu burs çıkarsa. Adamlar sömürgecilik filan derken hazırını yapmış cennetin bu dünyada, oh mis, hem çok pişmanlar geçmişlerinden hem de şu an n’alakası var yani ne sömürüsü bu çağda. Bu ülkeyle mi uğraşacaksın hem, ömrünü heba edersin, buradan adam olmaz. Git gide batıyor zaten.
Radikalleri var, aşırılıkçıları var, teröristleri var, onlara karşı elbette el ele verip mücadele etmeliyiz İslam barış dinidir ne savaşı, merhamet tolerans hoşgörü diyalog olması lazım ki kimseyi öbürsüleştirmemek lazım faşizm çok kötü bir şey Naziler kaka. Onları öteden beri yok ediyorsunuz, bombalıyorsunuz işgal ediyorsunuz Irak’ı, geçende de Mısır’da darbe oldu, ama ordu da bunların yanındaymış öyle okudum uzmanlardan. Hani içten içe çok rahat değilim ama bunlar dini çok yanlış anladılar hak ettiler dini siyasi amaçlarına alet olarak cahiller zaten Kuran’ı anlamıyorlar, onları yok ediyorsunuz fena da olmadı hani. Ben zaten dinin vicdanda olduğuna inanıyorum evde ibadetimi yapıyorum kime ne yahu, yok edebilirsiniz müstehaklar zaten ne dinlerini doğru anlıyorlar ne de bilimden sanattan çakozluyorlar cahil bir tarafları var yani şimdi kemalist görünmek istemem ama sonuçta sınıfsal olarak Anadolu köylü geçmişten geliyorlar. İslam wikipedia sayfası olarak kalsın yeter benim için, Müslümanlar olmasa da olur. Batsın bu dünya.
Sonuçta her dinin iyi yanları var aşırı yanları var, İslam’ın evrensel değerleri var mesela iyilik gibi yardım etmek gibi soyut ve içi boş görünüyor değil mi ama olsun evrensel değerler, bak evrensel deyince nasıl da kucaklayıcı oldum. İnsanlık ortak paydasında buluşabiliriz buna inanıyorum, evet sizin uçaklar bildiğin çoluk çocuk bombalıyor, sizin uşaklar bildiğin darbe yapıyor asıyor kesiyor, sizin bankalar halkı borçlandırıyor kendisine köle ediyor ama sonuçta çok şıksınız bu İslam’ı yanlış anlayan radikaller gibi vahşi ve çirkin görünmüyorsunuz geçen cnn’de izledim cnntürk’te de olabilir fark etmez. Evrensel. Dileğim bütün insanların aynı anda el ele verip neşeyle bağırması: Evrenseeeel. Sarılalım sıkı sıkı.
Diyeceğim o ki abi İslam iyi de Müslümanlar biraz şey.

17 Haziran 2015 Çarşamba

Devletlü Gelenek ve Demirel

Demirel'in elli yıldan fazla süren politik hayatı, siyaset bilimi ve son dönem politika tarihimiz açısından onu her türlü duygudan uzak bir şekilde ve dikkatle incelememizi gerektirmektedir.
Süleyman Demirel'in başbakanlık makamına defalarca gelip gitmesi, akla Sait ve Kamil Paşaları getiriyor. Onlar Abdülhamit'in en değerli sadrazamları idiler ve defalarca sadaret makamına tensip edilmişlerdi.
Demirel, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devrolunmuş birçok kurum ve geleneklerden en önemlisinin, "devletlü" geleneğinin ünik değil ama tipik bir örneğidir.
Bu gelenekten olanların en önemli özellikleri, devletin her türlü menfaatinin "âlî" olduğunu, dolayısıyla bu "âlî"liğin devamı için çalışanlarında yüce ve devletlü olduğunu düşünmeleridir.
Bu noktada "bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz" cümlesini "devletin yüce menfaati için yapılan kıyımlara cinayet değil, kutsal mücadele demektir" şeklinde okumak lazımdır.
Bu anlayışta asıl olan devlet, tali olan tebaa/yurttaştır. Dolayısıyla yurttaşın en masum, en haklı ve en insancıl talepleri dahi devletin âlî menfaatlerine ufacık bir halel getirecekse karşılanamaz!
Onun döneminde vuku bulan MESS ve TÜSİAD rezillikleri ile daha birçok olayları anımsarsanız, bu tespite hak vereceksiniz.
12 Mart ve 12 Eylül ise layıkı veçhile tepki göstermemesi korkaklığından değil, yine devletin âlî menfaatlerindendir. Zira yeniçeri kazan kaldırır, bir iki kelle gider, ulufeler dağıtılır, sinerler. Bundan devlete bir şey olmaz. Ama zulümden, mütegallibenin tahakkümünden, kıtlıktan, açlıktan Anadolu ahalisini bir kez kıyam ederse onu tutmak mümkün değildir.
Dolayısıyla bırakın yeniçeri kazan kaldırsın, o hallolur, yeter ki halk kıpırdanmasın, o zaman da "bu vatana kastettiler" diye "üç genci" astırmak devletlü olmanın gereğidir.
Daha çok şey yazabilirim ama kısaca düşüncelerim bu minval üzeredir.
Demirel'in ardından bugün kimisi rahmet, kimisi de galiz küfür okudu... Ben ise sadece "Allah bilir" diyeceğim.

Boş Vakitlerde Kitap Okumak

Boş vakitlerde kitap okunmaz
Ve bir liseli için haftada bin soru şarttır
En işlemlisinden
Tekrarları da yapmayı unutmadan
Test alışkanlığı kazanmak.
Çocukken alışalım diye kıldırılan namazlara benzedi ortaokul dönemi
Liseye alışmak için planlamış stratejik konumu yüksek, bir demlik çay kadar sıcak
Geçti çocukluğum
Trigonometriden de bir şey anlayamadı
Liseli ergenler
Tanjant ismini duyunca
İlk defa Helikopter gören amazon yerlilerine döndü sivilceli atlar
Kişneyerek uyandırıldılar rüyalarından
Demir parmaklı zemin kat sınıflarında
Müdür yardımcıları hep gardiyanlara
Benzedi
Okullar hapishaneye
Aslında suçumuzda belliydi zaten
Pazar günlerimi mahveden
Kovboy filmlerindeki gibi
En fazla soruyu öldüren en iyi koşullu okula gidebilir dedi devlet
Bu vaat için hiçbir ergen katil olmadı
Hayatta kalabilmek için mücadele ettiler
En iyi at çiftliklerinin bulunduğu okullara koştu birçoğu.
Eşşeklerin de birçoğu atlaştı
Okullardaki kader mahkûmları için.
Ama hiçbirisi kuşağına açlıktan taş bağlamadı
Etrafı tellerle çevrili demir korkulukları olan binalar
Anne yüreği kadar sıcak tanıtıldı gelen misafirlere
Demli çaylar ikram edildi atlara bardaklarda
İnce belli olanlarından
Okul mahkûmlarına plastik bardaklar tahta kaşıklar reva görüldü
Ekmeleddin İhsanoğlu'nun aday olması kadar hayret vericiydi
Matematikten alınan yüksek notlar
Ama ben hep Haydar Baş çizgisinde devam ettim
Hep çok masumdum ve başarısız
Soruların hepsine hayat bahşettim
Çünkü felsefem buydu
Bir soruyu öldüren bütün soruları öldürmüş gibiydi
Anayasa kitapçığımda bu yazılıydı
Ve hiçbir zaman fırlatılmadı bu kitapçık
Eğer fırlatılsaydı kantin fiyatları tavan yapacaktı
Ve ölüm için hazırlanan kağıtlara 100 lira bağış istediler en zorunlu olanından
Psikolojik bunalımları yaşamak için zorla matematik derslerine girdik
10 günlük kriter koydu milli muhafız bakanı
Otobüsteki amcalar gibiydik dışarıda hayatlarımız farklıydı
Siyaset yapmadık rahatça kişneyebilmek için pasif direnişi öğrendik Mahatma Gandi’den
Haftada bir kestiğimiz sakallara laf yaptı müşriklerin muhafız alayları
Hayatım Ahmet ile Magdy arasındaki farkı anlamakla geçti
Hiçbir zaman beslendiğim eski kaynak sularından vazgeçemedim
Magdy de öyleydi sanki
Magdy de makbul olanı yaptı sanki en makbulünden
Ama ikisini de anlayamadık zihnimizin en açık olduğu anlarda
Eğitim yuvası denilen yerleri hep bir zorunluluk olarak gördük
Sadece bu yüzden çok bunaldık
Hepimiz telaşlı ve ürkek bir ceylan gibiydik
Atlar at olarak yaşamaya devam ettiler
Kopya çekilen cinayetlerde
Aslında sorular öldürülmedi
Hayallerimiz soykırıma uğradı
Ve uğramaya devam ediyor demir parmaklı sınıflarda
Bir yusufçuğun sınıfta havalanmasını bekledik
Ama gardiyanların bağırmasından başka bir şey çıkmadı
Hakiki psikologlarla karşılaştık yanlış ideolojilere kaymıştı hayatları
Onlarda kendimizi aradık
Bir yusufçuk aradık onlarda
Bazıları cinayet işlemeyelim diye sorulara Uzakdoğu sporları öğretti
Radar sistemleri kuruldu kopya çekmeyelim diye sınav kâğıtlarına
Aramızdan bazı uyanık atlar vardı
Merkez sağ partilerine üye oldular
Bizlere kızgın yağlar döktüler kale surlarından
Onlar kahkaha atarak izlediler
Ve biz ağlamadık
Gardiyanlar cetvelleriyle bağırdılar
Ve biz ağlamadık
Biz ağlamadık ve onlar sinirlendiler
Sinirlendiler ve sinirlenmeye devam edecekler
Bir gün sinirleri patlayacak
Tımarhaneye kapatılacaklar
Ve demir parmaklıklar sökülecek
Muhammed Ali Özdemir

Were

Were
Berî koç bûna şevşevoka
Berbanga sibehê de
Min xewnê şêrîn hişyar ke
Bi ramûsenek aramî
Were
Were ku ev dilêmin
Wek agire dojehe di şewite
Bibîne
Û hembezke sar bûna zivistan ê
Were kû bibinê
Ev dilêmin ê hêvya te
Kevn û kal bûye bibîne
Bibîne
Û bêje
Dilo lo Dilo
Tu gelek gîryayî şev û roj
bi nalûnal
Êdî bese
Rabe ez hatim
Êdî negrî
Îro cejna teye
De rabe…
Mir Serhedî

16 Haziran 2015 Salı

Meslekî Temsil ve Anadolu-Sol

Anadoluculuk düşüncesinin Memduh Şevket Esendal tarafından savunulan versiyonunda “Meslekî Temsil” yaklaşımı vardır. M. Ş. Esendal’ın 1953 yılında yaptığı bir söyleşide şöyle söylediği görülüyor: “Ben, mesela, bir Türk sanatkârının çıkmasını, ama cemaatin önünde gidecek bir sanatkârın çıkmasını, memlekette ‘ufkî medeniyet’in, benim tabirimle ‘Toprak medeniyet’inin, cemaat tarafından benimsenmesi için çalışmasını, yazmasını, eser vermesini isterdim! ‘Amudî medeniyet’ yoktur beyefendi, ayakta duramaz, yaşayamaz… Bugün gördüğünüz şeyler var ya, şu atomlar falan, yeni silahlar, icatlar ve siyasi krizler, buhranlar, bunların hepsi bir medeniyetin, ‘Amudî medeniyet’in çökmekte olduğuna delilidir. Ben er geç, ‘Ufkî medeniyet’in, yani ‘toprak medeniyet’inin galebe çalacağına inanıyorum. İnsanların huzurunu, milletlerin istikrarlı bir hayata kavuşmasını, ‘toprak medeniyet’inde görüyorum. Bu işi hükümetler yapamaz. Vekillerin işi değildir, bu... Bu sanatkârın işidir. Bu fikri, çok taraflı işleyip geliştirerek, olgunlaştırarak cemaatin önüne düşecek, ‘toprak medeniyeti’ fikrine cemaati ısındıracak, bu fikri benimsetecek adam, sanatkârdır. Bir karış boş toprak parçası kalmamış, köyleri köylerine yollarla bağlanmış, ‘ufkî medeniyet’in, ‘toprak medeniyet’inin nimetleriyle, istikrarlı, huzur içinde yaşayan bir Türkiye… Bugün için hayal gibi görünen bu fikrin hakikat olabilmesi için, işte böyle sanatkârların çıkmasını dilerim” (ARISOY, 1992: 18- 19).
Metin Çınar’ın aktardığına göre Ahmet Hamdi Başar, Esendal’ın meslekî temsilciliğini şöyle anlatır: “Halkın halk tarafından idare olunmasını, halk ve meslek teşekkülleri meydana getirmesini, bunlara dayanmış bir idare kurulmasını isterdi. Bu hususta İttihat ve Terakki zamanında olduğu gibi, şimdi de fikirlerini söyler, müdafaa ederdi” (Çınar, 2013: 226). Çınar’ın Esendal’ı değerlendirişinden bazı ifadeleri de aktarmak istiyoruz: “Anti-kapitalist görüşleri ve korporatizmi, Esendal’ın bazı çevrelerde ‘sosyalist’ olarak algılanmasına yol açmıştır. [Ağaoğlu’na göre] Esendal, ‘Meslek’ mecmuasını çıkararak yarı sosyalist fikirleri aşılamakla da itham edilmiştir (…) Abidin Nesimi ise Esendal’ın kendisine CHP genel sekreter yardımcılığı önererek partiyi ‘ko-operasyoncu-sosyalist (meslekî birliklere dayanan) bir partiye dönüştürerek partiyi, çok partili hayata intibak ettirici doğrultulara geçebilirim’ dediğini öne sürmektedir (…) Anti-kapitalist söylemi ve bölüşüm ilişkilerinde alt tabakalarda yer alan insanların sıkıntılarını sorunlaştırması onun toplumcu yönüne işaret etmekle birlikte, üretim ilişkilerinden kopuk idealleri Esendal’ı ütopik bir konuma iter” (Çınar, 2013: 226-227). Çınar, Esendal’dan şu sözleri de aktarır: “Bugünün garp medeniyeti ki ağır sanayi ve onun doğurduğu kalabalık şehirler ve o şehirlerde yaşanan fikir hayatı ve onun hastalıklarıdır, rekabetten başka dümeni olmayan bir mücadele ekonomisinden doğmuştur. Bu rekabet, sanayii ölçüsüz ve hesapsız büyütmüş, alıcı az ve yoksul kalmış, böylece mücadele sistemi iflas etmiştir. Bunun çaresi sanayii küçültüp alıcı ile muvazeneye getirmektir. İş bir muvazeneye göre yapılır, herkes ne yapacağını bilir, ne kadar yapacağını, nereye yapacağını bilirse, herkes rahatlayacak, yiyecek ekmek bulacak ve kargaşalık ortadan kalkmış olacaktır” (Çınar, 2013: 227). Metin Çınar’ın bir başka yorumu da şudur: “Amudî- Medeniyet – Toprak Medeniyeti” karşıtlığına dayandırdığı toplumsal ve ekonomik düzen tahayyülü, modern sanayi ve teknolojinin hükmünü yadsıyarak geçmişin lonca ve ahilik kurumlarını yeniden ihdas etme arzusunu güder. Bu anakronik yaklaşımın sosyalizmin modernizmiyle çeliştiği açıktır” (Çınar, 2013: 227).
Meslekçilik fikrinin diğer bir ismi “Halk Zümresi”dir. TBMM’sinde 1920 senesi Eylül ayında Halk Zümresi, siyasi programını, Anadolu’da Yeni Gün gazetesinde yayınlar.
Mehmet Özden, bu zümrenin programını şöyle yorumla verir: “Halkçılık Programında, halk egemenliği gibi Rousseau’cu bir ilkenin yanı sıra yeni olarak, Bolşevik devriminden mülhem bir antikapitalizme de rastlanır:
(1.madde) “Memlekette bilâ kayd u şart halkı hâkim kılmak üzere Halk Zümresi teşekkül etmiştir.
(3. madde) “Zümre, İslamiyetin kudsî esasâtına istinat ederek Asr-ı Saadet’teki samimiyet-i müşterekeyi iadeye ve Garp’tan gelen ifsâdât-ı ahlakîyeyi, tahakküm ve ihtirasâtı ta’kim ve imhaya çalışmakla yolunu Hak yolu, Allah yolu bilir.”
(4. madde) “Zümre’nin meslek-i esâsisi, halkın refah-ı umumîye mütesâviyen nâil ve hâdim olmak hakkını ihraz etmesine hizmet ve delâlettir. Zümre’nin nazarında, bedenî veya fikrî emeğinin mukabili olarak yaşayan rençber, amele, hırfet ve sanat erbabı, müderris, muallim, memur, hademe gibi faaliyet ve mesai anasırı beşeriyetin hakiki hâdimleridir.”
(Madde 6) “Zümre, kapitalistlerin mahsul-ı tasniatı ve emperyalistlerin vesile-yi müdahelât ve tahakkümü olan düyûn-ı hariciye ve imtiyazât-ı ecnebiyeyi, masum halk hesabına, en haksız bir külfet-i zalime addeder.” (Özden, 2006: 92).
Dikkat edilirse, Meslekçilerin “Halkçılık Programı” İslâmî bir Sol” düşünceye istinad etmekte ve Asr- Saadet’teki kardeşliği esas almaktadır. Gerçekte Ahî-Akı kavramı da “kardeşlik” demek olup “fütüvvet”, “feta”, “fityan” gibi kavramlarla da irtibatlıdır. “Fütüvvet-feta” yiğitlik demektir. Dolayısıyla “İslâmî ve endüstriyel olmayan bir sol” için tarihsel bir arkaplan, teorik bir zemin bulunmaktadır. Ancak Türkiye’de endüstriyel ve modernist sosyalizm Türkiye halklarını önce kentlere sürerek çiftçilik ve hayvancılıktan kopararak proletaryalaştırma gibi bir tarih ezberinden hareket etmektedir. Endüstriyel Sol, Anadolu’yu modernleştirerek ve işçileştirerek biçimlemeye kalkışmaktadır. Anadolu’nun kadim kavram ve kurumlarına dayanmaya yönelik eğilimleri ise “anakronik” olarak yaftalamaktadır.
Batı, sömürgecilik zihniyetini Yunan kentlerinden beridir sürdürmekte ve Batı-dışı kalan Anadolu’nun (Anatolia=BütünDoğu=işrak) kaynaklarını çalarak Batı’ya çekmektedir. Endüstri toplumu, sömürgeciliğin neticesinde ortaya çıkmıştır. Batı, Batı-dışını da kendi kentlerinin benzeri kentlere ve sınıflara uğratarak Doğu’nun Batı’ya direnişinin beşerî kaynaklarını, müessesevî dayanaklarını kırmak istemektedir. Bu kırılma, aynı zamanda Doğu’nun Batı karşısında “pazarlaşması” ve Doğu halklarının Batılı metaların tüketicisine dönüşmesine zemin hazırlamaktadır. Bu nedenle Türkiye Sol’unun Anadoluculuk, Meslekî Temsil gibi düşüncelerin İslâmî temellerine itiraz ettiği, din-Sol ilişkisinin Hz. Âdem’e varan bir tarih perspektifine dayanması karşısında ideolojik belirleyiciliğini kaybedeceği açıktır. Hz. Âdem’in Cennet’te “ilk bahçıvan” olarak yaşadığı reddedilemeyecektir. Fütüvvetnâmelerde de mesleklerin pirlerinin nebiler olduğu açıkça zikredilmiştir. Bu kapsamda Hz. Âdem (as) yeryüzüne düştüğünde “ilk mimar” olarak Kâbe’yi inşa etmiştir. Hz. Nuh (as) gemi yapımcısıdır. Davud (as) zırh imal etmiştir. Zülkarneyn ise çelikle dağlar örmüştür. Hz. Âdem’in oğulları kurban sunduklarına göre çiftçilik ve hayvancılık yapmışlardır. Lokman Hekim tıp ilmini bilen bir zat olarak zikredilmiştir. Kısaca mesleklerin piri Kur’an’ın işaret ettiği nebiler ve salihlerdir.
Biz Türkiye’de “Meslekî Temsil” sistemine geçilmelidir, fikrinin yeniden tartışılması gerekliliğine işaret etmekteyiz. Meclise girmesi gereken meslekleri de şöyle tasnif ediyoruz: 1) Çiftçi 2) Çoban 3) Muallim-öğretmen, 4) Hekim 5) Esnaf 6) İmalatçı 7) Tacir 8) Denizci 9) Asker 10) Memur 11) Hukukçu 12) İşçi.
Anadolu’da coğrafi durumuna ve tabii kaynaklarına göre ihtisaslaşmış en az 15 meslekî şehir kurulmalıdır. Bunlar üretimi organize eden şehirler olup Batı tipi kent değillerdir. Partiler, parti içi demokrasi ve meslekî temsil usulü ile yönetimlerini belirlemelidir. Ülkenin 15-25 yaş arası gençliğinin tamamını “eğitim” adı altında işlevsiz bırakan, üretim sahasından dışarı atan ve yetiştirdiği genç kitleye iş veremeyen eğitim sistemi terk edilmelidir. Geleneksel toplumda meslek sahipleri sınıf atlayamaz ve halka rağmen zengin olma iradesi ile geçim tutamazdı. Geleneksel toplumda çiftçi-ahi zümrelerin politik zümreye katılmak (kamusala girmek) iradesi koyması mümkün değildi. İslam iktisat düşüncesi pazarın esnafa, köylüye, zanaatkâra açılması fikrine ağırlık vermekteydi. Günümüz iktisadî fikri esnaflığı tasfiye ederek kapitalist sınıfların piyasa oluşturmasına, pazarın kapitalistler tarafından metaya boğulmasına ve esnaf/köylü/zanaatkâr/çobanların kent paryalarına dönüşmelerine yönelmiş durumdadır.
Modernleşmeci ve “endüstriyel Sol”, kapitalizmle iş tutan bir kompradordur.
-ARISOY M. Sunullah, Memduh Şevket Esendal’la Konuşma, Memduh Şevket Esendal-Hikâyeler-Mendil Altında, Bilgi Yayınları, 1992.
-Çınar Metin, Anadoluculuk ve Tek Parti CHP’de Sağ Kanat, İletişim Yayınları, 2013.
-Özden Mehmet, Türkiye’de Halkçılığın Evrimi Üzerine Bazı Düşünceler (1908-1938), Sosyal Bilimler Dergisi, sayı: 16, sayfa: 89-100, 2006.