7 Temmuz 2015 Salı

Fabrikaları Bloke Et

Filistin yanlısı eylemciler, Gazze’ye yönelik insansız hava aracı ile yapılan saldırının birinci yıldönümü adına yapılan gösterilerin bir parçası olarak, Kent’te şehrinde bulunan İsrail silâh fabrikasını kapattı.
Eylemciler Shenstone’daki UAV Engines Limited’a ait fabrikanın çatısına çıktılar. Benzer gösteriler Tamworth’da bulunan Elbit'e ait Elite KL fabrikasında ve Kent, Broadstairs’deki Instro’s Precision isimli Elbit’e ait fabrikada da yapıldı. Bu gösteriler Fabrikaları Bloke Et kampanyasının bir parçası olarak gerçekleştirildi.
Gösterilerin yapıldığı yerler, İsrail’in en büyük silâh şirketi olan Elbit Systems’a ait fabrikalar. Shenstone’daki fabrikadan yapılan açıklamaya göre, “fabrika, muhtelif ebatlarda taktik amaçlı silâhlı ve silâhsız hava araçları, hedef güdümlü insansız hava araçları ve tek misyonlu rampalar için motor üretiyor.”
Uluslararası Af Örgütü’nün iddiasına göre, fabrikada üretilen motorlar 2008’deki Dökme Kurşun Operasyonu esnasında Gazze’deki sivillere yönelik saldırılarda kullanılan insansız hava araçlarına takılmış.
Fabrikaları Bloke Et gününün bir parçası olarak benzer bir işgal eylemi hâlihazırda Avustralya Melbourne’daki bir fabrikada sürüyor.
Gösterilerin meydana geldiği noktada polis fabrikaya girişi kapattı.
Instro's Precision fabrikası kendisini “dünyada askerî ve ticarî elektro-optik sensörler için önde gelen tedarikçilerden biri ve bir sistem entegretörü” olarak tarif ediyor.
Eylem yapan grup, bu fabrikalarda üretilen insansız hava araçlarının İsrail tarafından 2014 Gazze saldırısı esnasında kullanıldığını iddia ediyor. Bu saldırı sonucunda binlerce Filistinli ölmüştü.
Daha öncesinde Broadstairs ve Shenstone’daki fabrikalarda da benzer eylemler yapılmıştı.
Fabrikaları Bloke Eteylemlerini koordine eden gruplardan biri olan Londra Filistin Eylem Grubu’ndan Elly Hassan şu değerlendirmeleri yapıyor:
"Birleşik Krallık hükümeti verilerinin gösterdiği kadarıyla, insansız hava araçlarının motorları burada üretilip İsrail’e ihraç ediliyor. İsrail’in sahibi olduğu bu fabrikalar, İsrail’in ırk ayrımcılığına dayalı zorba rejiminin ve Filistin halkı üzerinde tesis ettiği yerleşimci-sömürgeciliğinin önemli bir parçasıdır.
İsrail, Birleşik Krallık hükümeti gibi hükümetlerin İsrail’e silâh ihracatı imkânı sunmayı sürdürmesi ve bu türden fabrikaların çalışmasına izin verilmesi sebebiyle Gazze’de 2.200 Filistinliyi katledebildi.
Ülkenin her yanından insanlar, Filistin mücadelesiyle, özgürlük, adalet ve eşitlik için dayanışma göstermek amacıyla buraya geliyorlar ve Birleşik Krallık hükümetinden İsrail’e çift yönlü askerî ambargo konulmasını talep ediyorlar.”
Eylemciler, ayrıca Shenstone’daki UAV Engines fabrikasının dışındaki yol boyunca yere yatarak protesto eylemli gerçekleştirdiler.
Polis, gösteriler yapılırken, tedbir amacıyla fabrikaların etrafındaki bölgelerin kapatıldığını teyit etti.
Staffordshire Polis Karakolu’ndan Başkomiser Steve Smith şunları söyledi: “Bu olayda bizim görevimiz barışçıl gösteriye imkân sağlamak ve başkalarına yönelik etkisini en aza indirgemek, göstericilerin, acil müdahale ekiplerinin ve en geniş manada halkın güvenliğini sağlamak.
Tamworth’da çatıya çıkanlar kendi istekleriyle aşağıya indiler ve polis gözetiminde bölgeyi terk ettiler. Polis bölgede kalıp yereldeki işletmelerin ve bölge sakinlerinin güvenliğini tekrar sağladı.
Shenstone’daki Lynn Lane kapalı. Yakındaki şirketlere erişim noktasında trafik akışına izin verildi, bunun için yan yol açıldı, böylelikle bölge sakinlerinin evlerine gitmeleri sağlandı. Halkın en az zararı görmesi için çalışıyoruz, gösterdiği sabır ve işbirliğinden ötürü halka teşekkür ediyoruz.
Aramızda birkaç uzman subay da var. Bunların bir kısmı irtibat subayı ve olayı güvenli bir yoldan çözüme kavuşturmak için çalışıyor.”
Ewan Palmer

6 Temmuz 2015 Pazartesi

İsrail Devleti'nin Dayanışma Hareketine Saldırısı

İki gün önce Boykot-Tecrit-Yaptırım [BDS] kampanyasını yolundan saptırma noktasında Yahudi liberallerin haince oynadıkları rolle ilişkili pratiklerine dair paha biçilmez bilgiler çıktı ortaya. Ynet’te yayınlanan bir makale, İsrail’in Filistin yanlısı kampanyayla bağlantılı stratejisini ifşa ederek, İsrail Hükümeti ile Yahudi Filistin “yanlısı” örgütler arasındaki sıkı bağları açığa çıkardı. Bu bilgilere göre, her iki taraf, söz konusu insanî söyleme dair güveni ortadan kaldırmak için birlikte uyum içerisinde hareket ediyor.
Ynet’te çıkan makaleye göre, Reut Enstitüsü Siyaset ve Strateji Dairesi Başkanı Eran Shayshon[1] İsrail hükümetine bir mesaj göndermiş ve muhalefeti kontrol altına almak için BDS hareketi ile bağlantılı solcu gruplar devşirmenin gerekli olduğunu söylemiş. Shayshon ve Reut Enstitüsü’nün görevi, “BDS hareketinin liderleri arasına kama sokup hareketi bölmek.”
Shayshon’un ifadesiyle, “İsrail için önemli olan, aşırıcılarla geri kalan kesim arasında açık bir ayrım ortaya koymak. Ana hedefse, onları bölmek. Bu da, aşırıcıları doğal sınırlarına çekmek için hükümete karşı ılımlı bir tavır takınanlardan gelen eleştirilere kulak asmaya açık olmak anlamına geliyor. Bu hedefe ulaşma noktasında bizler, hükümet temsilcilerine en geniş zemin dâhilinde hareket etmemiz gerektiği konusunda izahat verdik; bu da, sadece dövüşecek sağcı failler ve gruplar toplamakla kalmayıp, hükümeti eleştiren solcu gruplar da devşirmenin gerekli olduğu anlamına geliyor.”
Söz konusu yaklaşım, Barış İçin Yahudi Sesi’nin [JVP] hareket içerisindeki rolünü açıklığa kavuşturuyor ve kimi önemli Filistin yanlısı seslere [Norman Finkelstein (esasında yumuşak bir siyonisttir –ed.), Alison Weir, Daniel Barenboim, Jacob Cohen ve diğer birçok isme] karşı yürütülen BDS saldırısının gerekçesini izah ediyor.
Bu da, Kudüs’te Hasbara[2] taciri Shayshon’un açık bir dille ifade ettiği, polisliğe dayalı ajandasını yansıtan düşüncesi: “Solcu örgütlere verilen mesaj şu: eleştiri meşrudur ama işbirliği yapacağımız kurumlar ve kullanılacak terminoloji konusunda kimi kırmızıçizgiler mevcuttur.” Bu cümleleri okuduğunuzda, “Yahudi bakış açılarını analiz eden Yahudi Devleti’ne dönük her türden eleştiriyi yasaklayan Mondoweisshaber sitesinin yorum siyasetini değiştiren kimmiş?” sorusunu sorabilirsiniz. Değiştiren, New York’taki Philip Weiss mı yoksa Kudüs’teki Eran Shayshon mu?
Bunun kabul edilmesi güç bir şey olduğunu düşünüyorsanız, elimden geldiğince daha açık ifade edeyim. Shayshon, hükümete verdiği eğitimlerde, liberal Yahudilerin, Blumenthal’ların, JVP’lerin ve Mondoweiss’ların Yahudiler için iyi olduğunu söylüyor. Dolayısıyla artık Max Blumenthal ve Philip Weiss’ın Ben Gurion Havalimanı’na nasıl girip çıkabildiğini anlayabiliriz. Shayshon, bize gerekli cevabı veriyor. Sanırım aynı cevap, Judith Butler ve diğer Yahudi isimlerle sıkı bağlar kurmuş bulunan Ömer Barguti için de geçerli.
Shayshon, stratejisinin istediği kadar başarılı olmadığını kabul ediyor. “Hükümet temsilcileriyle, İsrail dışındaki ve içindeki bir dizi solcu örgütle toplantılar yaptık ama bu toplantıların tek bir semeresi bile olmadı. Dolayısıyla savaş için gerekli etkin ve iyi askerlerden mahrum kaldık.” Artık “müttefik” olarak kabul edilen Yahudilerin arkamızdan İsrail hükümeti ile müzakereler yürüttüklerini ama öte yandan da Filistinlileri umursayıp onların sıkıntılarını dert edindiklerini biliyoruz. Bu, kontrollü muhalefet operasyonu konusunda ders niteliğinde bir çalışma. Her yanımız Orwell’in 1984 romanında partinin ana düşmanı olarak resmedilen Emmanuel Goldstein tipiyle kuşatılmış. Bunda beni şaşırtan bir yan yok. “The Wandering Who” [Avare Kim] isimli kitabımda, siyonizmle ona ait muhayyel Yahudi muhalif arasındaki ideolojik, politik, ruhani ve kültürel sürekliliği ifşa ediyorum zaten. Ama beni şaşırtan, Shayshon’un bizim aramızda dolaşıp İsrail’e yardım eden sayanları ifşa ediyor olması. Ne yaptığını bildiğinden eminim.
Ama ihanet zinciri burada sona ermiyor. Birçoğumuzun değer verdiği bir örgüt olan B’Tselem[3] de kendisini Yahudilere ve onların çıkarlarına adamış bir yapı. Örgütün ABD’deki eski yöneticisi Uri Zaki Ynet’e şunları söylüyor: “ABD’de, bilhassa Irk Ayrımcılığı Haftası’nda, bir İsrailli vatansever olduğumu açıklamak ve boykot faaliyetlerine karşı çıkmak için kimi üniversitelere gittim. Boykota karşı mücadeleye katılmış Amerika’daki Yahudi solcu gruplar gibi benim aldığım bu konum da önemli bir etkiye yol açtı. Ürünlerin boykot edilmesine karşı mücadele etmekle yetinmeyeceğiz, biz tam da egemen İsrail’in o hayırlı adını muhafaza etmek için mücadele edeceğiz, böylelikle sağcı gruplardan daha fazla etkili olacağız.”
İlginç değil mi? Bir İsrailli vatansever olarak Zaki, BDS karşıtı mücadele dâhilinde, İsrail yanlısı Irk Ayrımcılığı Haftası’nda konuşturuluyor, öte yandan Yahudi bir “anti-siyonist” olan Anna Baltzer ise Filistinlilerin geri dönüş haklarını savunduğum için benim aynı hafta içerisinde konuşmama mani oluyor. Söz açılmışken belirteyim, kendisi bu konuda başarısız oldu.
Ynet’e göre, “B’Tselem, Güney Afrikalı jüri üyesi Richard Goldstone’u epey mahcup eden Goldstone Raporu’nu ağır bir dille eleştirdiğinde, sürece önemli bir katkı sunduğunu ispatlamış oldu.”
Mesaj gayet açık. Yahudi ilericiler, kendilerini esas olarak Yahudi çıkarlarına vakfetmişler ve Yahudi devleti de bu çıkarların en başta geleni. Bu gerçeği gizlemek artık mümkün değil. Söz konusu yaklaşım, Filistin dayanışma hareketinin Filistinliler için neden hiçbir başarı elde edemediğini de izah ediyor. Artık BDS’nin İsrail’in dövüşmeyi tercih ettiği bir cephe olduğu çok açık. Hakiki Filistinlilerin geri dönüş hakları ile yüzleşmek yerine, İsrailliler, “BDS hakkı” ile ilgili olarak içeride Yahudice bir savaş yürütmeyi tercih ediyorlar. Her türlü haktan mahrum milyonlarca mültecinin beklentilerinin ve hayatlarının tehlike altında olması dışında, her şey çok gülünç.
Gilad Atzmon
Dipnotlar
[1] Reut Enstitüsü: İsrail Ulusal Güvenlik Konseyi, Stratejik İşler Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı’na danışmanlık hizmeti veren bir kurum.
[2] Hasbara: Tam anlamıyla "açıklama" anlamına gelen İbranice kelime. İsrail ve İsrail yanlısı gruplar tarafından bu terim, İsrail Devleti'nin bakış açışı ve siyasetini savunan iletişim girişimlerini tanımlamak için kullanılır.
[3] İşgal Altındaki Topraklarda İsrail İnsan Hakları Enformasyon Merkezi.

Ali Cuma: Sisi'nin En Sadık İslam Âlimi

Muhtemelen Ali Cuma Mısır’ın en tanınmış İslam âlimi. Mısır’ın eski Baş Müftüsü, asli dinî hedeflerinin kalbin arındırılması ve Allah’a yakınlaşma olduğunu söyleyen bir sufi.
Ulusal televizyonda yayınlanan programları ve vaazları yıllardır Mısır’da İslamî dinî eğitim için önemli bir alan olarak görülüyor. Cuma, Mısır’daki diktatörlüğün uzun süredir el üstünde tuttuğu bir isim, zira bir sufi olarak Cuma siyasetten arındırılmış bir İslam’ı savunuyor. Cuma’nın İhvan ile anlaşamadığı ana husus, İhvan’ın İslam’ı kapsamlı bir ruhani, sosyal ve politik sistem olarak teşkil etme konusunda ısrarcı olması.
Eski baş müftü, 2011 sonrası demokratik geçiş süreci boyunca ardı ardına yapılan beş seçimi de kazanan İhvan’ı dini politik kazanç noktasında yanlış bir biçimde kullanmakla suçluyor. Ama kendisi de birçok kez dini otoriteryan bir politik baskı aracı olarak kullanan bir isim. Geçmişte Cuma, dinî ilkeleri devreye sokarak diktatör Hüsnü Mübarek’i deviren 2011 protestolarına karşı çıkmış, Abdulfettah Sisi’nin 2014’teki adaylığını desteklemiş ve en berbat insan hakları ihlallerini gerçekleştiren mevcut Sisi hükümetine arka çıkmıştı.
Cuma ve 2011 Ayaklanması
Cuma 2011’de Mübarek’in devrilmesine yol açan demokratik protesto hareketini genel manada destekleyen bir isim değildi. 2011 ayaklanması esnasında Cuma, Mübarek’i savunan bir konum aldı. Televizyonda yayınlanan bir röportajında Mübarek karşıtı gösterilerin “her şeye geç kalmış bir millet yarattığını” ve “insanların yiyecek ekmek bile bulamayacakları bir durumu koşulladığını” söyledi.
Sonrasında ise 5 Şubat 2011 Cuma günü Müslümanların Cuma namazlarına katılımına mani olacak dinî bir fetva yayınladı. Bu fetva, Cuma namazlarının Mübarek karşıtı eylemler için bir çıkış noktası teşkil etmesi sebebiyle, hayli önemliydi.
Mübarek karşıtı ayaklanmanın o en sıcak günlerinde verdiği bir basın konferansında Cuma, insanların Mısır’ı kıskandıklarını ve ona karşı öfkeli olduklarını söyleyip, protestoların bir “fitne” olarak görülmesi gerektiğini iddia etti. Sürekli Müslümanların birlik olmasına dair ayetlere atıfta bulundu. Devamında birkaç Mübarek yanlısı göstericiyle ilgili yorumda bulunarak, onları “savaşın ve barışın kahramanını, devletin meşru liderini yüceltmek isteyen, anayasaya uygun hareket eden ve istikrarın yanında olan kişiler” oldukları için övdü.
Aynı zamanda Cuma, “Mısır her gün milyarlar kaybediyor” diyerek ağıt yaktı ve bu kaybın Allah’ı hiç de memnun etmediğini söyledi. Her ne kadar Mısırlılar uluslararası medyada övgüyle karşılansa da, Cuma, Mübarek karşıtı gösterilerin Mısır’ın ve İslam’ın imajını olumsuz yönde etkilediğini söyledi. Ona göre, sorun, barışçıl bir uzlaşma yoluyla çözüme kavuşturulabilirdi, ama “ne zaman sorun çözülse, Mübarek karşıtı göstericiler savaş başlatıp ateşe benzin döküyorlar”dı. “Bu savaşı sona erdirecek, ateşi söndürecek olansa Allah”tı. O dönemde Cuma’nın aldığı konum, El-Ezher şeyhi Ahmed Tayyib’in “Mübarek karşıtı gösteriler dinen yasaktır” açıklaması ile tutarlı idi.
Cuma’nın kimi Müslüman müdafileri de onun Mübarek karşıtı gösterilere muhalefetinin amacının Mübarek diktatörlüğüne destek sunmak değil, millet aleyhine işleyen fitneye mani olmak olduğunu söylediler. Bu yorum, aynı şekilde, nihayetinde Mısır’ın demokratik yollardan seçilen ilk cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursi’yi deviren 2013 gösterilerine karşı çıkışıyla ilgili olarak doğru görülebilecek bir yorum olabilirdi.
Cuma’nın Mursi karşıtı gösterilere dair tek laf etmemesi hiç de şaşırtıcı değil. Her ne kadar Cuma’nın müdafileri, onun Mübarek karşıtı gösterilerle ilgili konuşmasında ana motivasyon kaynağının “fitne” meselesi olduğunu iddia etseler de, Cuma’nın şahsî politik görüşleri görece daha ikna edici bir izah sunuyor.
Genel manada Cuma, Mübarek rejimini destekleyen, Mursi hükümetine ise derinlemesine karşı çıkmış bir isim. 2012 Yaz’ı süresince Mursi ile Mübarek yanlısı bir isim olan Ahmed Şefik arasında süren seçim yarışında Cuma, Cuma vaazlarını Şefik’e destek açıklaması için bir fırsat olarak kullandı. Bir vaazında Cuma, Şefik’in “Allah’a Mursi’ye nazaran daha yakın” olduğunu söyledi.
Cuma’dan Sisi’ye Destek
Mursi’nin 3 Temmuz 2013’te askerî darbe sonucu devrilmesinden, bilhassa Sisi’nin 2014 başında hileli bir seçimle başa geçmesinden itibaren Cuma, Sisi’nin kitlesel katliamlar, tutuklamalar, ölüm cezaları ve idamlarla dolu, Mısır tarihinin insan hakları sicili açısından en bozuk programına güçlü bir destek sundu.
2014 Bahar’ında göstericilerin devlet eliyle katledilmesi ardından Cuma, Sisi’nin cumhurbaşkanlığı kampanyasını yoğun bir biçimde destekledi. Facebook sayfasına düştüğü bir mesajda Sisi’ye oy vereceğini, başkalarının da aynı şeyi yapmasını istediğini söyledi. Ocak 2014’te televizyonda yayınlanan bir röportajında 30 milyon kişiyi Sisi’ye oy verdiği için övdü ve Sisi’nin seçimde zorluk yaşamayacağını iddia etti. Ayrıca Sisi için dua edeceğini açıkladı.
Cuma, ayrıca seçim sonrası Sisi’nin hükümet politikasını da destekledi. Örneğin Mayıs 2015’te Mısır hükümeti altı genci iki polisi öldürme suçlaması üzerinden astı. İnsan Hakları Gözlem Evi ve Uluslararası Af Örgütü, mahkeme kayıtları dâhil tüm delilleri toplayıp altı gençten en az üçünün iddia edilen suç işlendiği vakit hapiste olduğunu ispat etti. İnsan Hakları Gözlem Evi’nin tespitine göre, eldeki deliller altı gencin masum olduğunu gösteriyordu, zira bu gençler iddia edilen suç işlendiği günlerde hapiste idi.
Altı gencin yanlışlıkla asıldığı gerçeğine ve dünya genelinde bu idamların kınanmasına karşın Cuma mahkeme kararını savundu ve gençlerin “cehennem ateşinde yanan köpekler” olduklarını söyledi.
Konumunu savunmak adına Cuma, bu gençlerin suçlarını itiraf etmiş olmaları üzerinde durdu, ancak İnsan Hakları Gözlem Evi ile Uluslararası Af Örgütü söz konusu gençlerin suçlarını işkence altında itiraf ettiklerini söyledi. İşkence raporları, Mısır hapishanelerindeki tecavüz ve işkencelerin yaygın bir biçimde kullanıldığına dair diğer raporlarla birlikte hasıraltı edildiler.
Cuma’nın Ölümcül Kuvvet Kullanımına Dönük Desteği
Mısır güvenlik güçleri, yüzlerce göstericinin katledildiği bir dizi büyük katliama imza attı. İnsan Hakları Gözlem Evi’nin 2014 tarihli raporu, araştırma ve delil toplamayla geçen bir yıllık çalışma üzerinden, Mısır hükümetinin kitlesel katliamlar gerçekleştirdiğini ortaya koydu. Bir gün içerisinde [14 Ağustos 2013] “tümüyle barışçıl” olan göstericilerin sekiz yüzden fazlası katledildi. Cuma ise Mısır güvenlik güçlerine yönelik desteğini her fırsatta dillendirdi ve onların “kahraman” olduğunu söyledi. Ayrıca güvenlik güçlerine göstericilere karşı ölümcül kuvvet kullanması konusunda teşvik etti.
Ağustos 2013’te Mısır polisi ve ordusu yüzlerce silâhsız göstericiyi katlettiğinde Cuma, güvenlik güçleri üyelerine seslenip, onları sadakatsiz ve suç işleyen Mısırlılara karşı ölümcül kuvvet kullanma konusunda yüreklendirdi. Konuşmasında İhvan’ı “hariciler” olarak niteledi. Polisin şiddete başvuran, “çürümüş, pis kokan” göstericileri vurup öldürmesini istedi.
Cuma’nın 24 Ekim 2013 tarihli Facebook mesajı, onun kimleri “harici” gördüğünü açık eder nitelikte idi. Bu mesajda Cuma, haricilerin salt İhvan üyeleri olmadıklarını söylüyordu. “İster İhvan üyesi olsun ister olmasın, bir gösteri esnasında polise taş atan herkes haricidir.” Bir röportajında da “hariciler”i öldürmeye izin verildiğini, bu iznin İslam’ın mübarek ayları için de geçerli olduğunu söyledi. Bir röportajında da İhvan’ın “harici” olduğuna ve “cehennemde yanacak köpekler” olarak görülmesi gerektiğine vurgu yapıyordu.
Büyük Resim
Cuma’nın Sisi’nin başını çektiği askerî rejime arka çıkması, İhvan’ın toplumdan sökülüp atılmasına dönük hâlihazırda Mısır’da yürütülen kampanyanın önemli bir parçasını teşkil ediyor. Ama bu kampanya tek başına yürümüyor. Sisi hükümeti basının susturulması ve muhaliflerin hapse atılmasını da içeren kapsamlı bir kontrol siyaseti yürütüyor. Aşırıcılıkla savaşmak için “dinî bir devrim”i teşvik etme hedefi ile uyumlu bir biçimde Sisi dinî kitapları da yasaklıyor, dinî partilerin kapısına kilit vuruyor, 27.000 camiyi kapatıyor, İhvan’la uzaktan bağlantılı dinî yardımlaşma kurumlarının fonlarını donduruyor, Cuma vaazlarının konu başlıklarını tayin edecek kanunlar yürürlüğe sokuyor ve devlet destekli imamların vaaz vermelerini sağlıyor.
Bu noktada Cuma ve diğer din âlimlerinin Sisi’nin yardımına koşması çok önemli. Cuma yanında El-Ezher Şeyhi Sadettin Hilali de Sisi’ye dönük destek konusunda önemli bir kaynak sağlıyor. Hilali Sisi’yi “Allah Rasulü” olarak niteliyor ve İhvan üyelerinin “din sadece Allah’ın dini olana dek” öldürülmesi gereken “müşrikler” olduklarını söylüyor. Gene bir başka ünlü imam da Sisi’yi öven şiirler kaleme alıyor.
Tüm bunlardaki tuhaflık şu: Sisi’nin aşırıcılıkla savaşmak için yapmayı planladığı “dinî devrim”, birçok yönden dinî aşırıcılığa dayalı bir kampanya aslında. Sisi rejimini destekleyen âlimler suçlamalarda bulundukları anaakım İslamcıların yaptıklarını yapıyorlar; onlar da tekfir ediyorlar ve yasadışı şiddet eylemleri için çağrılarda bulunuyorlar.
Her şeyin ötesinde Sisi’nin gazabına uğrayan İhvan, hem tekfircilik hem de terörizm konusunda kapsamlı bir yazına sahip. Yazıp çizdikleri fikirlerden herhangi bir anlamlı sapma içerisinde olduklarına dair elde itibar edilecek herhangi bir delil mevcut değil.
Sisi’nin yürüttüğü siyasetin kerameti kendinden menkul bir kehanet hâlini alması yaşanan trajediyi izah ediyor. Hükümet, politik spektrumu kendisine doğru daraltıp muhaliflerin tüm yollarını kapadıkça ve insan haklarını ihlal ettikçe önceden barış yanlısı olan İslamcıları bile radikalleştirecek gibi görünüyor. Bugüne dek İhvan liderliği şiddete meyletmemiş olsa da hareketin hayal kırıklığına uğrayan genç üyelerinin ileride liderliğin resmî konumunda kopmaları muhtemel.
Daha önemli olan bir husus ise bugüne dek uykuda olan El-Kaide ve IŞİD uzantılarının yeni üyeler kazanması ve Mısır polisine ile ordu personeline karşı eşi benzeri görülmemiş şiddet eylemleri gerçekleştirmesi. Kudüs ve Sina Eyaleti Destekçileri (eskiden Mısır Askerleri) olarak bilinen kimi aşırıcı grupların 2013 Yaz’ından beri Mısır’da meydana gelen neredeyse tüm saldırıların sorumluluğunu üstlenmesine karşın, Sisi hükümeti tüm şiddet eylemleri konusunda inatla İhvan’ı suçlamaya devam ediyor.
2013’te Mursi’nin devrilişinin ülkeye istikrar getireceği iddia edilmişti. Oysa söz konusu gelişme eşi benzeri görülmeyen bir istikrarsızlığa yol açtı. Ali Cuma ve diğer din âlimlerinin bu istikrarsızlıkta oynadıkları rolü hiç de küçümsememek gerek.
Muhammed Masri
Kaynak

Bir Emsal Olarak Srebrenica

Bu ay, Srebrenica Katliamı’nın yirminci yıldönümü. Bu Bosna şehrinde sekiz bin insan katledildi. Yaşanan söz konusu kitlesel katliam Bosna Savaşı’nın en amansız olayı idi ve Soğuk Savaş sonrası dönemin en çok bilinen mezalimiydi.
Katliamın sahip olduğu önemin küçümsenmesi elbette mümkün değil. Katliam, Bosna Savaşı’nı sona erdirmek suretiyle belirli bir itibar kazanan o NATO bombardımanını tetikledi ve NATO’ya Sovyetler Birliği’nin yıkılışı için ikinci bir şans verdi. O günden beridir bir emsal olarak Srebrenica dünya genelinde askerî müdahalelerin yardıma çağrılması noktasında devreye sokuluyor.
2005’te Christopher Hitchens ABD’nin Irak’ı işgal etme kararını “Srebrenica’dan Bağdat’a” başlıklı makalesi ile destekledi. 2011’de Guardian’da köşe yazarı olan Peter Preston Libya’ya yapılacak askerî müdahaleyi “Srebrenica’yı Hatırlayan Var mı?” başlıklı makalesi ile savundu. 2012’de CNN’de Suriye’ye yönelik batı müdahalesine yönelik yapılan çağrının başlığı “Suriye, Saraybosna ve Srebrenica” idi. 2014 tarihli IŞİD’in Suriye’de ilerleyişi ile ilgili makale de “Yeni Bir Srebrenica” ihtimali konusunda uyarıda bulunuyor ve bu felâkete mani olma noktasında Batı’nın askerî açıdan harekete geçmesi gerektiğinden dem vuruyordu.
Askerî müdahale destekçileri Srebrenica’ya atıfta bulunduklarında sıklıkla diplomasiyi devre dışı kılma ve insanî yardım konusunda oluşan acil durumlara cevap vermek adına kararlı bir biçimde askerî güç kullanma ihtiyacına vurgu yapıyorlar. Yeni Cumhuriyet [New Republic] dergisinin 2006 tarihli sayısında editör şu tespiti yapıyor: “Birçok dış siyaset krizine yönelik tepkide askerî güç kullanımı son çare olarak görülüyor. Soykırıma tepki noktasında ise askerî güç kullanımı ilk çare olarak değerlendiriliyor.” Yazıda soykırım en geniş tanım dâhilinde ele alınıyor, buradan da askerî müdahalelerin hiçbir sınıra tabi olmaksızın gerçekleşmesine dönük bir çağrı yapılmış olunuyor.
Srebrenica ve Bosna Savaşı’na daha yakından baktığımızda ise katliamla ilgili geleneksel kanaatlerin hatalı olduğu görülüyor. Yaygın inancın aksine, NATO’nun Bosna’ya müdahaleleri fiiliyatta çözdüklerini varsaydıkları zulümleri ortadan kaldırmadı. Eldeki mebzul delil, diplomasinin Bosna Savaşı’na mani olabileceğini, dolayısıyla Srebrenica Katliamı’nı önleyebileceğini gösteriyorken, bu seçenek ABD’deki müdahale yanlısı güçlerce bloke ediliyor.
Hâsılı, dış siyasette söz sahibi olan müesses nizamın öğrenmesi gereken öncelikli ders şu: “ABD’nin daha fazla askerî müdahale gerçekleştirmesi iyidir” fikri tümüyle yanlıştır.
David N. Gibbs

İsrail ve Suudi Arabistan'ın Gizli Projeleri

Ortadoğu’da kimse, nükleer enerjiyle ilgili çok taraflı anlaşmaların eşiğinde, Washington ve Tahran tarafından 30 Haziran 2015’te imzalanan gizli anlaşmaların muhtemelen önümüzdeki bir on yıl için sahada oynanan oyunun kurallarını tayin edeceğinin farkında değil.
Bu anlaşmalar, ABD’nin Suudi Arabistan ve Rusya’nın da önüne geçerek, dünyanın birinci petrol üreticisi hâline geldiği bir momentte gündeme geldi. Sonuçta artık ABD Ortadoğu petrolüne muhtaç değil ve petrolle sadece dolarla dönen dünya piyasasının muhafaza edilmesi için gerekli bir araç olarak ilgileniyor.
Bunun yanında Washington, Batı Avrupa ve Ortadoğu’ya yerleştirdiği askerî birlikleri Uzak Doğu’ya taşımaya başladı. Tabii bu, ABD’nin söz konusu bölgeleri terk ettiği anlamına gelmiyor, sadece kendi güvenliğini sağlamanın başka bir yolunu bulmak istediğini gösteriyor.
İsrail
Gelen bilgilere göre, son 17 aydır (başka bir ifadeyle, 27 aylık bir geçmişi bulunan Washington ve Tahran arasındaki müzakerelerin başladığının ilân edilmesinden beri) Tel-Aviv Suudi Arabistan’la gizli müzakereler yürüttü. Üst düzey yetkilere sahip delegasyonlar Hindistan’da, İtalya’da ve Çek Cumhuriyeti’nde beş kez bir araya geldiler.
Tel-Aviv ve Riyad arasındaki işbirliği, ABD’nin Arap Birliği’nin himayesinde ama İsrail komutasında “Ortak Arap Savunma Gücü” oluşturma planının bir parçası aslında. Bu “güç” bugün Yemen’de hâlihazırda faal. İsrail pilotları bu ülkeye Arap Koalisyonu çerçevesi dâhilinde Suudi bombalarını bırakıyor bugünlerde. Koalisyonun karargâhı ise Somali Ülkesi’ne İsrail eliyle tesis edildi. Bu ülke Babül Mendeb Boğazı’nın diğer tarafında bulunan, kimsenin tanımadığı bir devlet.[1]
Gelgelelim Riyad, Prens Abdullah kral olmazdan önce 2002’de Arap Birliği’ne sunduğu Arap Barış Girişimi’ne Tel-Aviv karşı çıktığı takdirde, bu işbirliğini resmîleştirmek niyetinde değil.[2]
İsrail ve Suudi Arabistan bir dizi hedef ile ilgili olarak belirli anlaşmalara vardı.
Politik düzeyde:
1. Körfez Devletleri’nin “demokratize edilmesi”, başka bir deyişle, halkın ülkelerin yönetimine katılımı, öte yandan monarşinin ve Vahabi yaşam tarzının maddî varlığının silikleşmesi; İran’da politik sistemin değişmesi (ayrıca İran’a savaş açılmaması);
2. İran’ı, (uzun süredir İsrail’in müttefiki olmasına karşın) Türkiye’yi ve Irak’ı zayıflatacak şekilde bağımsız bir Kürdistan’ın oluşturulması (Suriye’nin zayıflatılmasına gerek duyulmuyor, zira zaten hâlihazırda ciddi bir biçimde zayıflamış durumda.).
Ekonomik düzeyde:
1. Rub’al Hali petrol sahalarının işletilmesi ve Suudi Arabistan, Yemen ve belki Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında kurulacak bir federasyonun örgütlenmesi;
2. Ogaden petrol sahalarının Etiyopya’nın kontrolünde işletilmesi, Yemen’in elindeki Aden Limanı’nın güvenliğinin sağlanması ve Cibuti ile Yemen arasında bir köprünün inşa edilmesi.
Başka bir deyişle Tel-Aviv ile Riyad anlaşmaya varmak için ellerinden geleni yapıyor ve İran’ın, Irak’la Suriye’nin üçte ikisini, Lübnan’ın yarısını kontrol altına almasını kabul etme noktasına geliyor ama bu noktada:
1. İran’ı devrimini ihraç etme gayretlerinden vazgeçirmeye çalışıyor;
2. Uluslararası terörizmin yönetimi işini Suudilerin elinden alan Türkiye’yi dışarıda bırakarak, bölgenin geri kalan kısmını kontrol etmek istiyor, Suriye’deki gücünü ise yitiriyor.
Filistin
Oslo Anlaşmaları ile uyumlu bir biçimde, Arap Barış Girişimi uyarınca Filistin devletinin uluslararası planda kabul edilmesi ABD-İran arasındaki anlaşmalar imzalanır imzalanmaz birkaç ay içerisinde önemli bir mesele hâline gelecek.
Hiçbir zaman gerçek bir işleve sahip olmayan Filistin Birlik Hükümeti aniden istifa etti. Görünüşe göre Mahmud Abbas’ın liderliğindeki Fetih’in Filistin devletinin Birleşmiş Milletler’e girmesi durumunda halkı tarafından ciddi bir destek bulacağı kesin.
2008’den beri Direniş’i temsil eden Hamas ise Müslüman Kardeşler’in parçası olduğunu resmiyete dökmek ve aynı zamanda bölgede aktif bir biçimde tek Filistin yanlısı devlet olan Suriye Arap Cumhuriyeti’ne karşı ele silâh almak suretiyle kendisini itibarsızlaştırdı (Müslüman Kardeşler de Suudi Arabistan’da bir dizi darbe girişiminde bulundu.). Sonuçta imajını temize çıkartmak amacıyla Hamas, büyük bir sağduyu ile hareket etme ve sadece şiddet dışı eylemleri destekleme kararı aldı.
Filistin devletinin tanınması, ülkeleri için yanıp tutuşan Filistinlilerin geri dönüş hakkına da bir son verecek ama bir yandan da Filistinlilere yeni bir statü kazandıracak. ABD ve Suudi Arabistan, yeni devletin ekonomisini geliştirmek için muazzam yatırımlar yapacak.
Mahmud Abbas’ın yerine getirilecek bir dizi aday var ortada. Abbas seksen yaşında ve görev süresi 2009’da sona erdi. Bu isimlerden biri, Yasser Arafat’ın zehirlenmesi sürecini örgütlediği iddia edilen, 2007’de ülkeyi terk etmek zorunda kalan eski güvenlik başkanı Muhammed Dahlan. Bir süre Birleşik Arap Emirlikleri için çalışan Dahlan Karadağ vatandaşlığına geçti. Aynı şekilde eski Tayland başbakanı Thaksin Shinawatra da Sırbistan vatandaşı olmuştu. Dahlan, Hamas’taki eski hasımlarının yardımı ile Şubat ayında Filistin’e geri döndü. Süreç içerisinde milyarder olup, birçok savaşçı satın alan Dahlan çuvalla para harcayarak seçimler için ciddi bir çalışma yürüttü. Diğer önemli bir aday da İsrail hapishanesinde beş kez müebbet hapse mahkûm olan Mervan Barguti. Barguti’nin barış anlaşması çerçevesi dâhilinde serbest bırakılması mümkün. Barguti, ayrıca Mossad üyesi katillerin elinden kurtulmayı bilmiş yegâne lekesiz Filistinli kişi.
Suudi Arabistan
Bu bağlamda Suudi Arabistan Kralı Salman’ın oğlu Prens Muhammed bin Salman’ın Rusya’ya yaptığı yolculuk genel bir şaşkınlığa yol açtı. Basında prensin Rusya’nın Suriye’ye yaptığı yardımlara son vermesini önerdiğine dair haberler çıktı. Söz konusu ziyaret İslam İşbirliği Örgütü yöneticisi İyad bin Emin Medani’nin yaptığı seyahatten bir hafta sonra gerçekleşti. Medani’ye birkaç bakan ve otuz civarında işadamı eşlik etti. Suudi delegasyonu Saint Petersburg’daki Ekonomi Forumu’na katıldı. Prens burada Başkan Vladimir Putin tarafından karşılandı.
Kurulduğu günden beri Vahabi krallığı ABD ile imtiyazlı bir dizi ilişki kurdu, Sovyetler’i ve sonrasında da Rusya’yı hasım olarak gördü. Görünüşe göre bu algı artık değişiyor.
İmzalanan ekonomik anlaşmaların ve işbirliğinin sahip olduğu dikkate değer önem yeni bir siyaset biçimini koşulluyor. Suudi Arabistan 19 nükleer enerji santrali satın aldı, Rusların yürüttüğü uzay araştırmalarına katılma kararı aldı, aynı zamanda detayları henüz yayınlanmayan petrol anlaşmaları konusunda müzakereler yürüttü.
Bu yeni uzlaşma konusunda oluşacak her türden muğlâklığa izin vermemek adına Putin, Rusya’nın Suriye’ye dönük desteğinde herhangi bir değişikliğin yaşanmayacağını, Suriye halkının isteklerine uygun her türden politik çözüme katkı sunacağını söyledi. Önceki ifadeleriyle tutarlı bir biçimde, seçimle işbaşına gelen Esad’ın yedi yıllık görev süresinin sona ermesi gerektiğine vurgu yaptı.
Kartların Yeniden Dağıtıldığı Koşullarda Kaybedenler
ABD-İran anlaşmaları imzalandığı noktada[3] kaybedenler şunlar olacak:
1. Üç nesildir uğruna mücadele ettikleri, devredilemez geri dönme hakkından mahrum kalacak olan Filistin halkı;
2. Gördüğü hegemonya rüyası, Müslüman Kardeşler’e verdiği destek ve Suriye’de aldığı mağlubiyet noktasında yüksek bir bedel ödemesi muhtemel olan Türkiye[4];
3. Bölgede sömürgeci çıkarlarını yeniden tesis etmek için dört yıldır mücadele eden, bugün itibarıyla kendisini nihayetinde İsrail ve Suudi Arabistan’ın basit bir tedarikçisi derekesine düşüren Fransa[5].
Thierry Meyssan
Dipnotlar
[1] “The ‘Arab’ Common Defence Force”, Thierry Meyssan, Çev.: Pete Kimberley, Voltaire Network, 14 Mayıs 2015.
[3] “What will become of the Near East after the agreement between Washington and Teheran?”, Thierry Meyssan, Çev.: Pete Kimberley, Voltaire Network, 23 Mayıs 2015.
[4] “Nearing the end of the Erdoğan system”, Thierry Meyssan, Çev.: Pete Kimberley, Voltaire Network, 15 Haziran 2015.
[5] “Middle East: The predictable defeat of France”, Thierry Meyssan, Çev.: Pete Kimberley, Voltaire Network, 8 Haziran 2015.

5 Temmuz 2015 Pazar

Zincirleme Krize Doğru

Türkiye hızlı ve sert bir biçimde ekonomik kriz anaforuna sürükleniyor. Seçimler bu süreci tetikledi. Ekonomi ciddi bir belirsizlik içine girdi. Büyüme oranında istikrarsızlık sürüyor. Spekülasyona dayalı büyüme, küresel finansal gelişmelere bağlı bir şekilde düşüş sürecine girdi. 2015'te büyüme oranının yüzde 2.5 olacağı tahmin ediliyor.
Türkiye durgunluk içinde enflasyonu birlikte yaşıyor. Yani iktisadî terminolojiye göre bir stagflasyon evresinde. Bu evrenin krize dönüşmesine yol açacak birçok iktisadî ve siyasi vektör ortaya çıkmış durumda.
Enflasyon beklentisi yüzde 7.5-8 bandında. Cari açık GSYH'ye oranla yüzde 4.5 seviyesinde. Dış borç stoku 402 milyar doları geçti.
Türkiye'den sermaye çıkışları hızlandı. Finansal Times, Türkiye'ye yapılan dış yatırımlarda yüzde 49'luk bir düşüş yaşandığını açıklandı. Fitchdalgalanmanın "ani duruş" olmadan atlatıldığı vurgusu yapsa da sert çıkışların yaşanabileceği bir konjonktüre girdik.
FED'in parasal genişleme politikalarına son vermesiyle yaşanan kur şokları sürüyor, kur geçirgenliği kaygısının artmasıyla birlikte, bir döviz krizinin bütün dinamikleri açığa çıkmış durumda. Yunanistan'ın temürrüde düşmesi ve iflas olasılığı, beklendiğinden daha sarsıcı sonuçlar yaratması kaçınılmaz gözüküyor. Dış şoklar ekonominin zafiyetlerini derinleştiriyor, çoklu kırılganlığı besliyor.
Yıkıcı Kriz Riski
Türkiye ve bazı yükselen piyasalarda finansal riskler arttı. Paralel olarak kur riski yükseldi.
Türkiye'nin 402 milyar dolar olan dış borcunun yüzde 40'ının 12 ayda ödenmesi gerekiyor. Dış borcun büyük bir oranı özel sektöre ait. Özel sektörün dolar bazındaki borçlarının ağırlığını kısa vadeli borçlar oluşturuyor. Fitch'in Temmuz raporu Türkiye'de döviz cinsinden borcu olan şirketlerin taşıdığı yüksek risk ve kırılganlığı üzerinde durdu ve bu şirketlere B notu verdi.
Önümüzdeki dönemde finansal dalgalanmalara bağlı kur şoklarının devam etmesi yüksek bir olasılık. Hatta bu süreç bir döviz krizini tetikleyebilir. Ardışık kur şokları bile birçok şirketin iflası anlamına gelecektir. İflas ve çöküşler Türkiye ekonomisinin ana kolonlarını oluşturan şirketleri bile etkileyebilir.
Böylesi bir konjonktürde neo- liberal yapısal uyum politikalarının bir yansıması olarak şirket borçlarını devletin üstlenmesi kaçınılmazdır. Ayrıca kapitalist devletin ontolojisi bunu gerektiriyor. Kısaca krizin kamulaştırılması neoliberal dogmanın kaçınılmaz sonucu olarak karşımıza çıkacak.
Bu durumun somut yansıması, başta işçi sınıfı ve emekçi yığınlar için sistematik işsizleştirme, yoksullaştırma, mülksüzleştirme, esnekleştirme ve güvencesizleştirmedir.
FED'in eylül ayında faiz artırma kararı alması, sermaye kaçışlarını tetikleyebileceği gibi, borç çevrimini kıracak sonuçlar yaratabilir.
En başta Türkiye'nin dış kaynağa yapısal bağımlılığı ekonomiyi içinden çıkılmaz bir anafora sürükleyebilir. Bu süreç yeni bir Yunanistan vakasıdır.
Krizin Tetikleyicileri
Likidite ve finansal sorunlar krizi tetikleyecek ana faktörlerdir.
Dış şoklar, kur şokları, Yunanistan krizinin zincirleme sonuçları, jeo-politik riskler, FED'in faiz artırımı Türkiye ekonomisini ciddi oranda sarsıyor.
Türkiye ekonomisinin çok vektörlü kırılganlığı artıyor. Sert finansal dalgalanmalara bağlı olarak, ekonomide hızlı ve ani çöküş yaşanabilir. Birbirini etkileyen ve tetikleyen kriz senkronu giderek kaçınılmazlaşıyor.
Olası döviz krizini, emlak krizi (bu aynı zamanda bankacılık krizi demektir) ve borç çevriminin kırılması izleyebilir.
Bütün kriz potansiyellerin açığa çıktığı ve olasılıkların arttığı bir konjonktüre girdik. Ve konjonktür birçok dolayım ve etkilenmeyi bünyesinde barındıran yüksek bir konjonktür niteliği taşıyor.
Volkan Yaraşır

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Siyahlara Yönelik Baskının Depolitizasyonu

Siyahlara Yönelik Baskının Depolitizasyonu
Afrikalı Amerikalılarla dayanışma içinde olunduğunu gösteren uluslararası yürüyüşler neden yapılmadı? Neden dünya liderlerinden terörist saldırıyı lanetleyen açıklamalar duymuyoruz? Neden bu aynı liderler, ABD yetkililerine ülkede gelişen beyaz milliyetçi terörüne müsamaha göstermeyip üstüne gitmesi çağrısı yapmadılar? Beyazların düzenlediği ırkçılık karşıtı ve siyahlara destek niteliğinde yürüyüşler hani? Neden ‘Je Suis Charleston’ [‘Ben Charleston’ım] diyen yok?
Bu soruların çoğunluk tarafından sorulmuyor oluşu, ABD devletinin propagandistlerinin ve onların omuzdaşları olan şirket medyasının Güney Carolina’da, Charleston’da gerçekleşen canice saldırıyı ehlileştirmekte ve depolitize etmekte ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor.
Önce devletin baş propagandisti olarak Başkan Obama, beyaz milliyetçi saldırgan Dylann Roof’u silah edinmekte zorlanmayan patolojik ve nefret dolu asosyal bir tip olarak tarif etti. Obama dâhil “terörist” kelimesini sarfeden herhangi bir devlet yetkilisi de görmedik.
Sonra devlet ve şirket medyası bu çerçeveyi ustalıkla tamamladı: ülkedeki şiddet yanlısı aşırı sağcı gruplardan gelen tehdide odaklanmak yerine şu eski silah denetimi meselesi Konfederasyon Bayrağı tartışması ile harmanlanıp revize edilerek yeni odak haline getirildi. Beyazların üstünlüğünün ve kölelik yandaşlığının remzi olan Konfederasyon bayrağının kamu binalarından kaldırılmasının (kimse kalkıp da “Konfederasyon bayrağının kaldırılmasının gerekçesi bu ise ulusal bayrağın da reddedilmesinin gerektiği ile ilgili bir tartışma neden yapılmasın?” sorusunu sorma zahmetine katlanmadı) bir şekilde ülkeyi ırklar arası barışa götüreceği ima ediliyordu; aynı, siyah bir başkan seçilmesinin bunu sağlayacağı iddiası gibi.
Bu propagandanın etkili olması için harcanan çaba saldırıdan birkaç gün sonra semeresini verdi. Hem yerel hem de uluslararası basın üç farklı ülkede gerçekleşen “terörist” saldırıları manşetlerine taşıdılar ama bu manşetlerde Charleston’daki saldırı ile diğer saldırıların ilişkilendirilmesine, hatta Charleston saldırısından bahsedilmesine bile yer yoktu.
Emanuel Afrikan Metodist Episkopal Kilisesi’nin Dylann Roof tarafından öldürülen papazı Pinckney’in cenazesinde hükümetin saldırının acısını saptırma yönündeki çirkin gayretleri tüm dünyanın önünde sahneye kondu. Başkan Obama beyaz üstünlüğü adına hayatının en iyi performanslarından birini sergiledi. Yaptığı konuşma araçsalcı bir “siyahlık”ı -bu siyahlığı beyaz üstünlükçü ABD yerleşimci projesinin hizmetine sunarak- somutlaştırma konusundaki özel yeteneğinin başarılı bir örneğiydi. Konuşmasında “Amerikan istisnacılığı” anlatısını ABD’yi kendi tanrılarının lûtfunu kazanmış bir ülke olarak gören dinci sağın beyanlarından ayırdedilmesi mümkün olmayan Hıristiyan sofuluğunun diliyle ifade etti.
Obama ‘Amazing Grace’ ilahisini söyledi ve Charleston saldırısının, yerel terörizm tanımlamasına uyduğu halde, neden terörist bir saldırı olarak nitelenmediğinin cevabını talep etmesi ya da Obama yönetiminin, şiddet yanlısı beyaz üstünlükçüsü grupları milli güvenliğe yönelik İslamî ‘köktenciler’den daha ölümcül bir tehdit olarak tanımlayan 2009 tarihli Milli Güvenlik Departmanı raporunu neden görmezden geldiğini sorması gereken siyah sesler hayret verici bir suskunluğa gömüldüler.
Sözkonusu tehdit ve ABD hükümetinin siyahların yaşamına karşı ahlaksızca kayıtsızlığı nedeniyle uluslararası dikkat ve dayanışma Afrikalı Amerikalılar için çok önemli. “Obama silahı”nın hemen kullanılmasıyla -hükümet üyelerinin saldırının kurbanlarıyla aynı safa konup bununla beraber saldırının yerel bir suç olayı olarak sunulmasıyla- Afrikalı Amerikalıların içinde bulunduğu kötü durum üzerinden onlarla gerçekleştirilecek uluslararası dayanışmanın politik alanı ciddi biçimde daraltıldı; en azından Charleston saldırısı bakımından böyle oldu.
Bu hikâyenin yönetiminde, bu mesele karşısında bir çıkış yolu bulmaya zorlayan bir unsur daha var. Obama’nın, yönetimin 2009 raporunu eleştiren Kongre’deki “saygıdeğer” sağcı ırkçıların baskıları karşısında teslim olduğu gerçeğini gözlerden uzak tutması gerekiyordu.
Temsilciler Meclisi başkanı John Boehner raporu “yaralayıcı ve kabul edilemez” olarak niteledi. Boehner’e göre, Obama yönetimi “Washingtonlu Demokratların ulusumuzu götürdüğü yöne itiraz eden Amerikan vatandaşları”nı kınamaya hakkı yoktu.
Milli Güvenlik sekreteri Napolitano’yu ve onun kurumunun yayınladığı raporu savunmak ya da bu raporla oluşan, insanları bu iç tehdit konusunda eğitme imkânını kullanmak yerine Obama, Napolitano’yu kurtların önüne attı ve Milli Güvenlik Departmanı raporunu internet sitesinden kaldırdı. Beyaz üstünlükçü örgütleri ve hareketleri izlemekle görevli olan departman birimi dağıtıldı ve beyaz üstünlükçülerin şiddet eylemlerinden gelen tehdidin kendisi kurban oluverdi.
Siyahların hayatlarının sadece uluslararası halkla ilişkiler çalışmalarında ve iç politikada araçsal bir hesap unsuru olmuştur: ABD’deki politik kültür ve Obama yönetiminin zihniyeti işte budur.
Sonuç?
Niyetler ve amaçlar bir tarafa, Charleston trajedisinin defteri, bir köle gemisi kaptanının 1779’da yazdığı bir şarkının (‘Amazing Grace’ ilahisi) 200 yıldan fazla bir süre sonra bir siyah adam tarafından beyaz üstünlüğüne hizmet eder biçimde söylenmesiyle kapanmış oldu.
Ajamu Baraka