6 Temmuz 2015 Pazartesi

Ali Cuma: Sisi'nin En Sadık İslam Âlimi

Muhtemelen Ali Cuma Mısır’ın en tanınmış İslam âlimi. Mısır’ın eski Baş Müftüsü, asli dinî hedeflerinin kalbin arındırılması ve Allah’a yakınlaşma olduğunu söyleyen bir sufi.
Ulusal televizyonda yayınlanan programları ve vaazları yıllardır Mısır’da İslamî dinî eğitim için önemli bir alan olarak görülüyor. Cuma, Mısır’daki diktatörlüğün uzun süredir el üstünde tuttuğu bir isim, zira bir sufi olarak Cuma siyasetten arındırılmış bir İslam’ı savunuyor. Cuma’nın İhvan ile anlaşamadığı ana husus, İhvan’ın İslam’ı kapsamlı bir ruhani, sosyal ve politik sistem olarak teşkil etme konusunda ısrarcı olması.
Eski baş müftü, 2011 sonrası demokratik geçiş süreci boyunca ardı ardına yapılan beş seçimi de kazanan İhvan’ı dini politik kazanç noktasında yanlış bir biçimde kullanmakla suçluyor. Ama kendisi de birçok kez dini otoriteryan bir politik baskı aracı olarak kullanan bir isim. Geçmişte Cuma, dinî ilkeleri devreye sokarak diktatör Hüsnü Mübarek’i deviren 2011 protestolarına karşı çıkmış, Abdulfettah Sisi’nin 2014’teki adaylığını desteklemiş ve en berbat insan hakları ihlallerini gerçekleştiren mevcut Sisi hükümetine arka çıkmıştı.
Cuma ve 2011 Ayaklanması
Cuma 2011’de Mübarek’in devrilmesine yol açan demokratik protesto hareketini genel manada destekleyen bir isim değildi. 2011 ayaklanması esnasında Cuma, Mübarek’i savunan bir konum aldı. Televizyonda yayınlanan bir röportajında Mübarek karşıtı gösterilerin “her şeye geç kalmış bir millet yarattığını” ve “insanların yiyecek ekmek bile bulamayacakları bir durumu koşulladığını” söyledi.
Sonrasında ise 5 Şubat 2011 Cuma günü Müslümanların Cuma namazlarına katılımına mani olacak dinî bir fetva yayınladı. Bu fetva, Cuma namazlarının Mübarek karşıtı eylemler için bir çıkış noktası teşkil etmesi sebebiyle, hayli önemliydi.
Mübarek karşıtı ayaklanmanın o en sıcak günlerinde verdiği bir basın konferansında Cuma, insanların Mısır’ı kıskandıklarını ve ona karşı öfkeli olduklarını söyleyip, protestoların bir “fitne” olarak görülmesi gerektiğini iddia etti. Sürekli Müslümanların birlik olmasına dair ayetlere atıfta bulundu. Devamında birkaç Mübarek yanlısı göstericiyle ilgili yorumda bulunarak, onları “savaşın ve barışın kahramanını, devletin meşru liderini yüceltmek isteyen, anayasaya uygun hareket eden ve istikrarın yanında olan kişiler” oldukları için övdü.
Aynı zamanda Cuma, “Mısır her gün milyarlar kaybediyor” diyerek ağıt yaktı ve bu kaybın Allah’ı hiç de memnun etmediğini söyledi. Her ne kadar Mısırlılar uluslararası medyada övgüyle karşılansa da, Cuma, Mübarek karşıtı gösterilerin Mısır’ın ve İslam’ın imajını olumsuz yönde etkilediğini söyledi. Ona göre, sorun, barışçıl bir uzlaşma yoluyla çözüme kavuşturulabilirdi, ama “ne zaman sorun çözülse, Mübarek karşıtı göstericiler savaş başlatıp ateşe benzin döküyorlar”dı. “Bu savaşı sona erdirecek, ateşi söndürecek olansa Allah”tı. O dönemde Cuma’nın aldığı konum, El-Ezher şeyhi Ahmed Tayyib’in “Mübarek karşıtı gösteriler dinen yasaktır” açıklaması ile tutarlı idi.
Cuma’nın kimi Müslüman müdafileri de onun Mübarek karşıtı gösterilere muhalefetinin amacının Mübarek diktatörlüğüne destek sunmak değil, millet aleyhine işleyen fitneye mani olmak olduğunu söylediler. Bu yorum, aynı şekilde, nihayetinde Mısır’ın demokratik yollardan seçilen ilk cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursi’yi deviren 2013 gösterilerine karşı çıkışıyla ilgili olarak doğru görülebilecek bir yorum olabilirdi.
Cuma’nın Mursi karşıtı gösterilere dair tek laf etmemesi hiç de şaşırtıcı değil. Her ne kadar Cuma’nın müdafileri, onun Mübarek karşıtı gösterilerle ilgili konuşmasında ana motivasyon kaynağının “fitne” meselesi olduğunu iddia etseler de, Cuma’nın şahsî politik görüşleri görece daha ikna edici bir izah sunuyor.
Genel manada Cuma, Mübarek rejimini destekleyen, Mursi hükümetine ise derinlemesine karşı çıkmış bir isim. 2012 Yaz’ı süresince Mursi ile Mübarek yanlısı bir isim olan Ahmed Şefik arasında süren seçim yarışında Cuma, Cuma vaazlarını Şefik’e destek açıklaması için bir fırsat olarak kullandı. Bir vaazında Cuma, Şefik’in “Allah’a Mursi’ye nazaran daha yakın” olduğunu söyledi.
Cuma’dan Sisi’ye Destek
Mursi’nin 3 Temmuz 2013’te askerî darbe sonucu devrilmesinden, bilhassa Sisi’nin 2014 başında hileli bir seçimle başa geçmesinden itibaren Cuma, Sisi’nin kitlesel katliamlar, tutuklamalar, ölüm cezaları ve idamlarla dolu, Mısır tarihinin insan hakları sicili açısından en bozuk programına güçlü bir destek sundu.
2014 Bahar’ında göstericilerin devlet eliyle katledilmesi ardından Cuma, Sisi’nin cumhurbaşkanlığı kampanyasını yoğun bir biçimde destekledi. Facebook sayfasına düştüğü bir mesajda Sisi’ye oy vereceğini, başkalarının da aynı şeyi yapmasını istediğini söyledi. Ocak 2014’te televizyonda yayınlanan bir röportajında 30 milyon kişiyi Sisi’ye oy verdiği için övdü ve Sisi’nin seçimde zorluk yaşamayacağını iddia etti. Ayrıca Sisi için dua edeceğini açıkladı.
Cuma, ayrıca seçim sonrası Sisi’nin hükümet politikasını da destekledi. Örneğin Mayıs 2015’te Mısır hükümeti altı genci iki polisi öldürme suçlaması üzerinden astı. İnsan Hakları Gözlem Evi ve Uluslararası Af Örgütü, mahkeme kayıtları dâhil tüm delilleri toplayıp altı gençten en az üçünün iddia edilen suç işlendiği vakit hapiste olduğunu ispat etti. İnsan Hakları Gözlem Evi’nin tespitine göre, eldeki deliller altı gencin masum olduğunu gösteriyordu, zira bu gençler iddia edilen suç işlendiği günlerde hapiste idi.
Altı gencin yanlışlıkla asıldığı gerçeğine ve dünya genelinde bu idamların kınanmasına karşın Cuma mahkeme kararını savundu ve gençlerin “cehennem ateşinde yanan köpekler” olduklarını söyledi.
Konumunu savunmak adına Cuma, bu gençlerin suçlarını itiraf etmiş olmaları üzerinde durdu, ancak İnsan Hakları Gözlem Evi ile Uluslararası Af Örgütü söz konusu gençlerin suçlarını işkence altında itiraf ettiklerini söyledi. İşkence raporları, Mısır hapishanelerindeki tecavüz ve işkencelerin yaygın bir biçimde kullanıldığına dair diğer raporlarla birlikte hasıraltı edildiler.
Cuma’nın Ölümcül Kuvvet Kullanımına Dönük Desteği
Mısır güvenlik güçleri, yüzlerce göstericinin katledildiği bir dizi büyük katliama imza attı. İnsan Hakları Gözlem Evi’nin 2014 tarihli raporu, araştırma ve delil toplamayla geçen bir yıllık çalışma üzerinden, Mısır hükümetinin kitlesel katliamlar gerçekleştirdiğini ortaya koydu. Bir gün içerisinde [14 Ağustos 2013] “tümüyle barışçıl” olan göstericilerin sekiz yüzden fazlası katledildi. Cuma ise Mısır güvenlik güçlerine yönelik desteğini her fırsatta dillendirdi ve onların “kahraman” olduğunu söyledi. Ayrıca güvenlik güçlerine göstericilere karşı ölümcül kuvvet kullanması konusunda teşvik etti.
Ağustos 2013’te Mısır polisi ve ordusu yüzlerce silâhsız göstericiyi katlettiğinde Cuma, güvenlik güçleri üyelerine seslenip, onları sadakatsiz ve suç işleyen Mısırlılara karşı ölümcül kuvvet kullanma konusunda yüreklendirdi. Konuşmasında İhvan’ı “hariciler” olarak niteledi. Polisin şiddete başvuran, “çürümüş, pis kokan” göstericileri vurup öldürmesini istedi.
Cuma’nın 24 Ekim 2013 tarihli Facebook mesajı, onun kimleri “harici” gördüğünü açık eder nitelikte idi. Bu mesajda Cuma, haricilerin salt İhvan üyeleri olmadıklarını söylüyordu. “İster İhvan üyesi olsun ister olmasın, bir gösteri esnasında polise taş atan herkes haricidir.” Bir röportajında da “hariciler”i öldürmeye izin verildiğini, bu iznin İslam’ın mübarek ayları için de geçerli olduğunu söyledi. Bir röportajında da İhvan’ın “harici” olduğuna ve “cehennemde yanacak köpekler” olarak görülmesi gerektiğine vurgu yapıyordu.
Büyük Resim
Cuma’nın Sisi’nin başını çektiği askerî rejime arka çıkması, İhvan’ın toplumdan sökülüp atılmasına dönük hâlihazırda Mısır’da yürütülen kampanyanın önemli bir parçasını teşkil ediyor. Ama bu kampanya tek başına yürümüyor. Sisi hükümeti basının susturulması ve muhaliflerin hapse atılmasını da içeren kapsamlı bir kontrol siyaseti yürütüyor. Aşırıcılıkla savaşmak için “dinî bir devrim”i teşvik etme hedefi ile uyumlu bir biçimde Sisi dinî kitapları da yasaklıyor, dinî partilerin kapısına kilit vuruyor, 27.000 camiyi kapatıyor, İhvan’la uzaktan bağlantılı dinî yardımlaşma kurumlarının fonlarını donduruyor, Cuma vaazlarının konu başlıklarını tayin edecek kanunlar yürürlüğe sokuyor ve devlet destekli imamların vaaz vermelerini sağlıyor.
Bu noktada Cuma ve diğer din âlimlerinin Sisi’nin yardımına koşması çok önemli. Cuma yanında El-Ezher Şeyhi Sadettin Hilali de Sisi’ye dönük destek konusunda önemli bir kaynak sağlıyor. Hilali Sisi’yi “Allah Rasulü” olarak niteliyor ve İhvan üyelerinin “din sadece Allah’ın dini olana dek” öldürülmesi gereken “müşrikler” olduklarını söylüyor. Gene bir başka ünlü imam da Sisi’yi öven şiirler kaleme alıyor.
Tüm bunlardaki tuhaflık şu: Sisi’nin aşırıcılıkla savaşmak için yapmayı planladığı “dinî devrim”, birçok yönden dinî aşırıcılığa dayalı bir kampanya aslında. Sisi rejimini destekleyen âlimler suçlamalarda bulundukları anaakım İslamcıların yaptıklarını yapıyorlar; onlar da tekfir ediyorlar ve yasadışı şiddet eylemleri için çağrılarda bulunuyorlar.
Her şeyin ötesinde Sisi’nin gazabına uğrayan İhvan, hem tekfircilik hem de terörizm konusunda kapsamlı bir yazına sahip. Yazıp çizdikleri fikirlerden herhangi bir anlamlı sapma içerisinde olduklarına dair elde itibar edilecek herhangi bir delil mevcut değil.
Sisi’nin yürüttüğü siyasetin kerameti kendinden menkul bir kehanet hâlini alması yaşanan trajediyi izah ediyor. Hükümet, politik spektrumu kendisine doğru daraltıp muhaliflerin tüm yollarını kapadıkça ve insan haklarını ihlal ettikçe önceden barış yanlısı olan İslamcıları bile radikalleştirecek gibi görünüyor. Bugüne dek İhvan liderliği şiddete meyletmemiş olsa da hareketin hayal kırıklığına uğrayan genç üyelerinin ileride liderliğin resmî konumunda kopmaları muhtemel.
Daha önemli olan bir husus ise bugüne dek uykuda olan El-Kaide ve IŞİD uzantılarının yeni üyeler kazanması ve Mısır polisine ile ordu personeline karşı eşi benzeri görülmemiş şiddet eylemleri gerçekleştirmesi. Kudüs ve Sina Eyaleti Destekçileri (eskiden Mısır Askerleri) olarak bilinen kimi aşırıcı grupların 2013 Yaz’ından beri Mısır’da meydana gelen neredeyse tüm saldırıların sorumluluğunu üstlenmesine karşın, Sisi hükümeti tüm şiddet eylemleri konusunda inatla İhvan’ı suçlamaya devam ediyor.
2013’te Mursi’nin devrilişinin ülkeye istikrar getireceği iddia edilmişti. Oysa söz konusu gelişme eşi benzeri görülmeyen bir istikrarsızlığa yol açtı. Ali Cuma ve diğer din âlimlerinin bu istikrarsızlıkta oynadıkları rolü hiç de küçümsememek gerek.
Muhammed Masri
Kaynak

Bir Emsal Olarak Srebrenica

Bu ay, Srebrenica Katliamı’nın yirminci yıldönümü. Bu Bosna şehrinde sekiz bin insan katledildi. Yaşanan söz konusu kitlesel katliam Bosna Savaşı’nın en amansız olayı idi ve Soğuk Savaş sonrası dönemin en çok bilinen mezalimiydi.
Katliamın sahip olduğu önemin küçümsenmesi elbette mümkün değil. Katliam, Bosna Savaşı’nı sona erdirmek suretiyle belirli bir itibar kazanan o NATO bombardımanını tetikledi ve NATO’ya Sovyetler Birliği’nin yıkılışı için ikinci bir şans verdi. O günden beridir bir emsal olarak Srebrenica dünya genelinde askerî müdahalelerin yardıma çağrılması noktasında devreye sokuluyor.
2005’te Christopher Hitchens ABD’nin Irak’ı işgal etme kararını “Srebrenica’dan Bağdat’a” başlıklı makalesi ile destekledi. 2011’de Guardian’da köşe yazarı olan Peter Preston Libya’ya yapılacak askerî müdahaleyi “Srebrenica’yı Hatırlayan Var mı?” başlıklı makalesi ile savundu. 2012’de CNN’de Suriye’ye yönelik batı müdahalesine yönelik yapılan çağrının başlığı “Suriye, Saraybosna ve Srebrenica” idi. 2014 tarihli IŞİD’in Suriye’de ilerleyişi ile ilgili makale de “Yeni Bir Srebrenica” ihtimali konusunda uyarıda bulunuyor ve bu felâkete mani olma noktasında Batı’nın askerî açıdan harekete geçmesi gerektiğinden dem vuruyordu.
Askerî müdahale destekçileri Srebrenica’ya atıfta bulunduklarında sıklıkla diplomasiyi devre dışı kılma ve insanî yardım konusunda oluşan acil durumlara cevap vermek adına kararlı bir biçimde askerî güç kullanma ihtiyacına vurgu yapıyorlar. Yeni Cumhuriyet [New Republic] dergisinin 2006 tarihli sayısında editör şu tespiti yapıyor: “Birçok dış siyaset krizine yönelik tepkide askerî güç kullanımı son çare olarak görülüyor. Soykırıma tepki noktasında ise askerî güç kullanımı ilk çare olarak değerlendiriliyor.” Yazıda soykırım en geniş tanım dâhilinde ele alınıyor, buradan da askerî müdahalelerin hiçbir sınıra tabi olmaksızın gerçekleşmesine dönük bir çağrı yapılmış olunuyor.
Srebrenica ve Bosna Savaşı’na daha yakından baktığımızda ise katliamla ilgili geleneksel kanaatlerin hatalı olduğu görülüyor. Yaygın inancın aksine, NATO’nun Bosna’ya müdahaleleri fiiliyatta çözdüklerini varsaydıkları zulümleri ortadan kaldırmadı. Eldeki mebzul delil, diplomasinin Bosna Savaşı’na mani olabileceğini, dolayısıyla Srebrenica Katliamı’nı önleyebileceğini gösteriyorken, bu seçenek ABD’deki müdahale yanlısı güçlerce bloke ediliyor.
Hâsılı, dış siyasette söz sahibi olan müesses nizamın öğrenmesi gereken öncelikli ders şu: “ABD’nin daha fazla askerî müdahale gerçekleştirmesi iyidir” fikri tümüyle yanlıştır.
David N. Gibbs

İsrail ve Suudi Arabistan'ın Gizli Projeleri

Ortadoğu’da kimse, nükleer enerjiyle ilgili çok taraflı anlaşmaların eşiğinde, Washington ve Tahran tarafından 30 Haziran 2015’te imzalanan gizli anlaşmaların muhtemelen önümüzdeki bir on yıl için sahada oynanan oyunun kurallarını tayin edeceğinin farkında değil.
Bu anlaşmalar, ABD’nin Suudi Arabistan ve Rusya’nın da önüne geçerek, dünyanın birinci petrol üreticisi hâline geldiği bir momentte gündeme geldi. Sonuçta artık ABD Ortadoğu petrolüne muhtaç değil ve petrolle sadece dolarla dönen dünya piyasasının muhafaza edilmesi için gerekli bir araç olarak ilgileniyor.
Bunun yanında Washington, Batı Avrupa ve Ortadoğu’ya yerleştirdiği askerî birlikleri Uzak Doğu’ya taşımaya başladı. Tabii bu, ABD’nin söz konusu bölgeleri terk ettiği anlamına gelmiyor, sadece kendi güvenliğini sağlamanın başka bir yolunu bulmak istediğini gösteriyor.
İsrail
Gelen bilgilere göre, son 17 aydır (başka bir ifadeyle, 27 aylık bir geçmişi bulunan Washington ve Tahran arasındaki müzakerelerin başladığının ilân edilmesinden beri) Tel-Aviv Suudi Arabistan’la gizli müzakereler yürüttü. Üst düzey yetkilere sahip delegasyonlar Hindistan’da, İtalya’da ve Çek Cumhuriyeti’nde beş kez bir araya geldiler.
Tel-Aviv ve Riyad arasındaki işbirliği, ABD’nin Arap Birliği’nin himayesinde ama İsrail komutasında “Ortak Arap Savunma Gücü” oluşturma planının bir parçası aslında. Bu “güç” bugün Yemen’de hâlihazırda faal. İsrail pilotları bu ülkeye Arap Koalisyonu çerçevesi dâhilinde Suudi bombalarını bırakıyor bugünlerde. Koalisyonun karargâhı ise Somali Ülkesi’ne İsrail eliyle tesis edildi. Bu ülke Babül Mendeb Boğazı’nın diğer tarafında bulunan, kimsenin tanımadığı bir devlet.[1]
Gelgelelim Riyad, Prens Abdullah kral olmazdan önce 2002’de Arap Birliği’ne sunduğu Arap Barış Girişimi’ne Tel-Aviv karşı çıktığı takdirde, bu işbirliğini resmîleştirmek niyetinde değil.[2]
İsrail ve Suudi Arabistan bir dizi hedef ile ilgili olarak belirli anlaşmalara vardı.
Politik düzeyde:
1. Körfez Devletleri’nin “demokratize edilmesi”, başka bir deyişle, halkın ülkelerin yönetimine katılımı, öte yandan monarşinin ve Vahabi yaşam tarzının maddî varlığının silikleşmesi; İran’da politik sistemin değişmesi (ayrıca İran’a savaş açılmaması);
2. İran’ı, (uzun süredir İsrail’in müttefiki olmasına karşın) Türkiye’yi ve Irak’ı zayıflatacak şekilde bağımsız bir Kürdistan’ın oluşturulması (Suriye’nin zayıflatılmasına gerek duyulmuyor, zira zaten hâlihazırda ciddi bir biçimde zayıflamış durumda.).
Ekonomik düzeyde:
1. Rub’al Hali petrol sahalarının işletilmesi ve Suudi Arabistan, Yemen ve belki Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında kurulacak bir federasyonun örgütlenmesi;
2. Ogaden petrol sahalarının Etiyopya’nın kontrolünde işletilmesi, Yemen’in elindeki Aden Limanı’nın güvenliğinin sağlanması ve Cibuti ile Yemen arasında bir köprünün inşa edilmesi.
Başka bir deyişle Tel-Aviv ile Riyad anlaşmaya varmak için ellerinden geleni yapıyor ve İran’ın, Irak’la Suriye’nin üçte ikisini, Lübnan’ın yarısını kontrol altına almasını kabul etme noktasına geliyor ama bu noktada:
1. İran’ı devrimini ihraç etme gayretlerinden vazgeçirmeye çalışıyor;
2. Uluslararası terörizmin yönetimi işini Suudilerin elinden alan Türkiye’yi dışarıda bırakarak, bölgenin geri kalan kısmını kontrol etmek istiyor, Suriye’deki gücünü ise yitiriyor.
Filistin
Oslo Anlaşmaları ile uyumlu bir biçimde, Arap Barış Girişimi uyarınca Filistin devletinin uluslararası planda kabul edilmesi ABD-İran arasındaki anlaşmalar imzalanır imzalanmaz birkaç ay içerisinde önemli bir mesele hâline gelecek.
Hiçbir zaman gerçek bir işleve sahip olmayan Filistin Birlik Hükümeti aniden istifa etti. Görünüşe göre Mahmud Abbas’ın liderliğindeki Fetih’in Filistin devletinin Birleşmiş Milletler’e girmesi durumunda halkı tarafından ciddi bir destek bulacağı kesin.
2008’den beri Direniş’i temsil eden Hamas ise Müslüman Kardeşler’in parçası olduğunu resmiyete dökmek ve aynı zamanda bölgede aktif bir biçimde tek Filistin yanlısı devlet olan Suriye Arap Cumhuriyeti’ne karşı ele silâh almak suretiyle kendisini itibarsızlaştırdı (Müslüman Kardeşler de Suudi Arabistan’da bir dizi darbe girişiminde bulundu.). Sonuçta imajını temize çıkartmak amacıyla Hamas, büyük bir sağduyu ile hareket etme ve sadece şiddet dışı eylemleri destekleme kararı aldı.
Filistin devletinin tanınması, ülkeleri için yanıp tutuşan Filistinlilerin geri dönüş hakkına da bir son verecek ama bir yandan da Filistinlilere yeni bir statü kazandıracak. ABD ve Suudi Arabistan, yeni devletin ekonomisini geliştirmek için muazzam yatırımlar yapacak.
Mahmud Abbas’ın yerine getirilecek bir dizi aday var ortada. Abbas seksen yaşında ve görev süresi 2009’da sona erdi. Bu isimlerden biri, Yasser Arafat’ın zehirlenmesi sürecini örgütlediği iddia edilen, 2007’de ülkeyi terk etmek zorunda kalan eski güvenlik başkanı Muhammed Dahlan. Bir süre Birleşik Arap Emirlikleri için çalışan Dahlan Karadağ vatandaşlığına geçti. Aynı şekilde eski Tayland başbakanı Thaksin Shinawatra da Sırbistan vatandaşı olmuştu. Dahlan, Hamas’taki eski hasımlarının yardımı ile Şubat ayında Filistin’e geri döndü. Süreç içerisinde milyarder olup, birçok savaşçı satın alan Dahlan çuvalla para harcayarak seçimler için ciddi bir çalışma yürüttü. Diğer önemli bir aday da İsrail hapishanesinde beş kez müebbet hapse mahkûm olan Mervan Barguti. Barguti’nin barış anlaşması çerçevesi dâhilinde serbest bırakılması mümkün. Barguti, ayrıca Mossad üyesi katillerin elinden kurtulmayı bilmiş yegâne lekesiz Filistinli kişi.
Suudi Arabistan
Bu bağlamda Suudi Arabistan Kralı Salman’ın oğlu Prens Muhammed bin Salman’ın Rusya’ya yaptığı yolculuk genel bir şaşkınlığa yol açtı. Basında prensin Rusya’nın Suriye’ye yaptığı yardımlara son vermesini önerdiğine dair haberler çıktı. Söz konusu ziyaret İslam İşbirliği Örgütü yöneticisi İyad bin Emin Medani’nin yaptığı seyahatten bir hafta sonra gerçekleşti. Medani’ye birkaç bakan ve otuz civarında işadamı eşlik etti. Suudi delegasyonu Saint Petersburg’daki Ekonomi Forumu’na katıldı. Prens burada Başkan Vladimir Putin tarafından karşılandı.
Kurulduğu günden beri Vahabi krallığı ABD ile imtiyazlı bir dizi ilişki kurdu, Sovyetler’i ve sonrasında da Rusya’yı hasım olarak gördü. Görünüşe göre bu algı artık değişiyor.
İmzalanan ekonomik anlaşmaların ve işbirliğinin sahip olduğu dikkate değer önem yeni bir siyaset biçimini koşulluyor. Suudi Arabistan 19 nükleer enerji santrali satın aldı, Rusların yürüttüğü uzay araştırmalarına katılma kararı aldı, aynı zamanda detayları henüz yayınlanmayan petrol anlaşmaları konusunda müzakereler yürüttü.
Bu yeni uzlaşma konusunda oluşacak her türden muğlâklığa izin vermemek adına Putin, Rusya’nın Suriye’ye dönük desteğinde herhangi bir değişikliğin yaşanmayacağını, Suriye halkının isteklerine uygun her türden politik çözüme katkı sunacağını söyledi. Önceki ifadeleriyle tutarlı bir biçimde, seçimle işbaşına gelen Esad’ın yedi yıllık görev süresinin sona ermesi gerektiğine vurgu yaptı.
Kartların Yeniden Dağıtıldığı Koşullarda Kaybedenler
ABD-İran anlaşmaları imzalandığı noktada[3] kaybedenler şunlar olacak:
1. Üç nesildir uğruna mücadele ettikleri, devredilemez geri dönme hakkından mahrum kalacak olan Filistin halkı;
2. Gördüğü hegemonya rüyası, Müslüman Kardeşler’e verdiği destek ve Suriye’de aldığı mağlubiyet noktasında yüksek bir bedel ödemesi muhtemel olan Türkiye[4];
3. Bölgede sömürgeci çıkarlarını yeniden tesis etmek için dört yıldır mücadele eden, bugün itibarıyla kendisini nihayetinde İsrail ve Suudi Arabistan’ın basit bir tedarikçisi derekesine düşüren Fransa[5].
Thierry Meyssan
Dipnotlar
[1] “The ‘Arab’ Common Defence Force”, Thierry Meyssan, Çev.: Pete Kimberley, Voltaire Network, 14 Mayıs 2015.
[3] “What will become of the Near East after the agreement between Washington and Teheran?”, Thierry Meyssan, Çev.: Pete Kimberley, Voltaire Network, 23 Mayıs 2015.
[4] “Nearing the end of the Erdoğan system”, Thierry Meyssan, Çev.: Pete Kimberley, Voltaire Network, 15 Haziran 2015.
[5] “Middle East: The predictable defeat of France”, Thierry Meyssan, Çev.: Pete Kimberley, Voltaire Network, 8 Haziran 2015.

5 Temmuz 2015 Pazar

Zincirleme Krize Doğru

Türkiye hızlı ve sert bir biçimde ekonomik kriz anaforuna sürükleniyor. Seçimler bu süreci tetikledi. Ekonomi ciddi bir belirsizlik içine girdi. Büyüme oranında istikrarsızlık sürüyor. Spekülasyona dayalı büyüme, küresel finansal gelişmelere bağlı bir şekilde düşüş sürecine girdi. 2015'te büyüme oranının yüzde 2.5 olacağı tahmin ediliyor.
Türkiye durgunluk içinde enflasyonu birlikte yaşıyor. Yani iktisadî terminolojiye göre bir stagflasyon evresinde. Bu evrenin krize dönüşmesine yol açacak birçok iktisadî ve siyasi vektör ortaya çıkmış durumda.
Enflasyon beklentisi yüzde 7.5-8 bandında. Cari açık GSYH'ye oranla yüzde 4.5 seviyesinde. Dış borç stoku 402 milyar doları geçti.
Türkiye'den sermaye çıkışları hızlandı. Finansal Times, Türkiye'ye yapılan dış yatırımlarda yüzde 49'luk bir düşüş yaşandığını açıklandı. Fitchdalgalanmanın "ani duruş" olmadan atlatıldığı vurgusu yapsa da sert çıkışların yaşanabileceği bir konjonktüre girdik.
FED'in parasal genişleme politikalarına son vermesiyle yaşanan kur şokları sürüyor, kur geçirgenliği kaygısının artmasıyla birlikte, bir döviz krizinin bütün dinamikleri açığa çıkmış durumda. Yunanistan'ın temürrüde düşmesi ve iflas olasılığı, beklendiğinden daha sarsıcı sonuçlar yaratması kaçınılmaz gözüküyor. Dış şoklar ekonominin zafiyetlerini derinleştiriyor, çoklu kırılganlığı besliyor.
Yıkıcı Kriz Riski
Türkiye ve bazı yükselen piyasalarda finansal riskler arttı. Paralel olarak kur riski yükseldi.
Türkiye'nin 402 milyar dolar olan dış borcunun yüzde 40'ının 12 ayda ödenmesi gerekiyor. Dış borcun büyük bir oranı özel sektöre ait. Özel sektörün dolar bazındaki borçlarının ağırlığını kısa vadeli borçlar oluşturuyor. Fitch'in Temmuz raporu Türkiye'de döviz cinsinden borcu olan şirketlerin taşıdığı yüksek risk ve kırılganlığı üzerinde durdu ve bu şirketlere B notu verdi.
Önümüzdeki dönemde finansal dalgalanmalara bağlı kur şoklarının devam etmesi yüksek bir olasılık. Hatta bu süreç bir döviz krizini tetikleyebilir. Ardışık kur şokları bile birçok şirketin iflası anlamına gelecektir. İflas ve çöküşler Türkiye ekonomisinin ana kolonlarını oluşturan şirketleri bile etkileyebilir.
Böylesi bir konjonktürde neo- liberal yapısal uyum politikalarının bir yansıması olarak şirket borçlarını devletin üstlenmesi kaçınılmazdır. Ayrıca kapitalist devletin ontolojisi bunu gerektiriyor. Kısaca krizin kamulaştırılması neoliberal dogmanın kaçınılmaz sonucu olarak karşımıza çıkacak.
Bu durumun somut yansıması, başta işçi sınıfı ve emekçi yığınlar için sistematik işsizleştirme, yoksullaştırma, mülksüzleştirme, esnekleştirme ve güvencesizleştirmedir.
FED'in eylül ayında faiz artırma kararı alması, sermaye kaçışlarını tetikleyebileceği gibi, borç çevrimini kıracak sonuçlar yaratabilir.
En başta Türkiye'nin dış kaynağa yapısal bağımlılığı ekonomiyi içinden çıkılmaz bir anafora sürükleyebilir. Bu süreç yeni bir Yunanistan vakasıdır.
Krizin Tetikleyicileri
Likidite ve finansal sorunlar krizi tetikleyecek ana faktörlerdir.
Dış şoklar, kur şokları, Yunanistan krizinin zincirleme sonuçları, jeo-politik riskler, FED'in faiz artırımı Türkiye ekonomisini ciddi oranda sarsıyor.
Türkiye ekonomisinin çok vektörlü kırılganlığı artıyor. Sert finansal dalgalanmalara bağlı olarak, ekonomide hızlı ve ani çöküş yaşanabilir. Birbirini etkileyen ve tetikleyen kriz senkronu giderek kaçınılmazlaşıyor.
Olası döviz krizini, emlak krizi (bu aynı zamanda bankacılık krizi demektir) ve borç çevriminin kırılması izleyebilir.
Bütün kriz potansiyellerin açığa çıktığı ve olasılıkların arttığı bir konjonktüre girdik. Ve konjonktür birçok dolayım ve etkilenmeyi bünyesinde barındıran yüksek bir konjonktür niteliği taşıyor.
Volkan Yaraşır

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Siyahlara Yönelik Baskının Depolitizasyonu

Siyahlara Yönelik Baskının Depolitizasyonu
Afrikalı Amerikalılarla dayanışma içinde olunduğunu gösteren uluslararası yürüyüşler neden yapılmadı? Neden dünya liderlerinden terörist saldırıyı lanetleyen açıklamalar duymuyoruz? Neden bu aynı liderler, ABD yetkililerine ülkede gelişen beyaz milliyetçi terörüne müsamaha göstermeyip üstüne gitmesi çağrısı yapmadılar? Beyazların düzenlediği ırkçılık karşıtı ve siyahlara destek niteliğinde yürüyüşler hani? Neden ‘Je Suis Charleston’ [‘Ben Charleston’ım] diyen yok?
Bu soruların çoğunluk tarafından sorulmuyor oluşu, ABD devletinin propagandistlerinin ve onların omuzdaşları olan şirket medyasının Güney Carolina’da, Charleston’da gerçekleşen canice saldırıyı ehlileştirmekte ve depolitize etmekte ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor.
Önce devletin baş propagandisti olarak Başkan Obama, beyaz milliyetçi saldırgan Dylann Roof’u silah edinmekte zorlanmayan patolojik ve nefret dolu asosyal bir tip olarak tarif etti. Obama dâhil “terörist” kelimesini sarfeden herhangi bir devlet yetkilisi de görmedik.
Sonra devlet ve şirket medyası bu çerçeveyi ustalıkla tamamladı: ülkedeki şiddet yanlısı aşırı sağcı gruplardan gelen tehdide odaklanmak yerine şu eski silah denetimi meselesi Konfederasyon Bayrağı tartışması ile harmanlanıp revize edilerek yeni odak haline getirildi. Beyazların üstünlüğünün ve kölelik yandaşlığının remzi olan Konfederasyon bayrağının kamu binalarından kaldırılmasının (kimse kalkıp da “Konfederasyon bayrağının kaldırılmasının gerekçesi bu ise ulusal bayrağın da reddedilmesinin gerektiği ile ilgili bir tartışma neden yapılmasın?” sorusunu sorma zahmetine katlanmadı) bir şekilde ülkeyi ırklar arası barışa götüreceği ima ediliyordu; aynı, siyah bir başkan seçilmesinin bunu sağlayacağı iddiası gibi.
Bu propagandanın etkili olması için harcanan çaba saldırıdan birkaç gün sonra semeresini verdi. Hem yerel hem de uluslararası basın üç farklı ülkede gerçekleşen “terörist” saldırıları manşetlerine taşıdılar ama bu manşetlerde Charleston’daki saldırı ile diğer saldırıların ilişkilendirilmesine, hatta Charleston saldırısından bahsedilmesine bile yer yoktu.
Emanuel Afrikan Metodist Episkopal Kilisesi’nin Dylann Roof tarafından öldürülen papazı Pinckney’in cenazesinde hükümetin saldırının acısını saptırma yönündeki çirkin gayretleri tüm dünyanın önünde sahneye kondu. Başkan Obama beyaz üstünlüğü adına hayatının en iyi performanslarından birini sergiledi. Yaptığı konuşma araçsalcı bir “siyahlık”ı -bu siyahlığı beyaz üstünlükçü ABD yerleşimci projesinin hizmetine sunarak- somutlaştırma konusundaki özel yeteneğinin başarılı bir örneğiydi. Konuşmasında “Amerikan istisnacılığı” anlatısını ABD’yi kendi tanrılarının lûtfunu kazanmış bir ülke olarak gören dinci sağın beyanlarından ayırdedilmesi mümkün olmayan Hıristiyan sofuluğunun diliyle ifade etti.
Obama ‘Amazing Grace’ ilahisini söyledi ve Charleston saldırısının, yerel terörizm tanımlamasına uyduğu halde, neden terörist bir saldırı olarak nitelenmediğinin cevabını talep etmesi ya da Obama yönetiminin, şiddet yanlısı beyaz üstünlükçüsü grupları milli güvenliğe yönelik İslamî ‘köktenciler’den daha ölümcül bir tehdit olarak tanımlayan 2009 tarihli Milli Güvenlik Departmanı raporunu neden görmezden geldiğini sorması gereken siyah sesler hayret verici bir suskunluğa gömüldüler.
Sözkonusu tehdit ve ABD hükümetinin siyahların yaşamına karşı ahlaksızca kayıtsızlığı nedeniyle uluslararası dikkat ve dayanışma Afrikalı Amerikalılar için çok önemli. “Obama silahı”nın hemen kullanılmasıyla -hükümet üyelerinin saldırının kurbanlarıyla aynı safa konup bununla beraber saldırının yerel bir suç olayı olarak sunulmasıyla- Afrikalı Amerikalıların içinde bulunduğu kötü durum üzerinden onlarla gerçekleştirilecek uluslararası dayanışmanın politik alanı ciddi biçimde daraltıldı; en azından Charleston saldırısı bakımından böyle oldu.
Bu hikâyenin yönetiminde, bu mesele karşısında bir çıkış yolu bulmaya zorlayan bir unsur daha var. Obama’nın, yönetimin 2009 raporunu eleştiren Kongre’deki “saygıdeğer” sağcı ırkçıların baskıları karşısında teslim olduğu gerçeğini gözlerden uzak tutması gerekiyordu.
Temsilciler Meclisi başkanı John Boehner raporu “yaralayıcı ve kabul edilemez” olarak niteledi. Boehner’e göre, Obama yönetimi “Washingtonlu Demokratların ulusumuzu götürdüğü yöne itiraz eden Amerikan vatandaşları”nı kınamaya hakkı yoktu.
Milli Güvenlik sekreteri Napolitano’yu ve onun kurumunun yayınladığı raporu savunmak ya da bu raporla oluşan, insanları bu iç tehdit konusunda eğitme imkânını kullanmak yerine Obama, Napolitano’yu kurtların önüne attı ve Milli Güvenlik Departmanı raporunu internet sitesinden kaldırdı. Beyaz üstünlükçü örgütleri ve hareketleri izlemekle görevli olan departman birimi dağıtıldı ve beyaz üstünlükçülerin şiddet eylemlerinden gelen tehdidin kendisi kurban oluverdi.
Siyahların hayatlarının sadece uluslararası halkla ilişkiler çalışmalarında ve iç politikada araçsal bir hesap unsuru olmuştur: ABD’deki politik kültür ve Obama yönetiminin zihniyeti işte budur.
Sonuç?
Niyetler ve amaçlar bir tarafa, Charleston trajedisinin defteri, bir köle gemisi kaptanının 1779’da yazdığı bir şarkının (‘Amazing Grace’ ilahisi) 200 yıldan fazla bir süre sonra bir siyah adam tarafından beyaz üstünlüğüne hizmet eder biçimde söylenmesiyle kapanmış oldu.
Ajamu Baraka

3 Temmuz 2015 Cuma

Rojava ve Doğu Türkistan İçin İnsanlık Yürüyüşü

“Andolsun Zikir'den (Tevrat’tan) sonra Zebur'da da: ‘yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır’ diye yazmıştık.” [Enbiya/105]
“Ez nabime bendeye esiran” [Ehmede Xani, Mem u Zin]
1. Makro ve mikro emperyalistlerin yüzünden… küresel ve bölgesel emperyalistlerin yüzünden bugün dünyanın pek çok bölgesinde çatışma, katliam ve haksızlıklar var.
Makro emperyalistler ne yapmak istiyor?
2. Çatışmaların olduğu bölgeler bu emperyalistlerin yakın zamanda çekildikleri bölgelerdir: Pakistan, Irak, Suriye, Orta Afrika… Emperyalistler geri çekilirken arkalarında yerlerini dolduramayacak toplum tabakaları bıraktılar, yani kendilerine müdahale kapısını açık bıraktılar. Kirli ve çok taraflı siyasetleri, bölge halklarının hilafına çizilen sınırlar… Kendilerinin güdümünde ve zihniyetinde otoriteler… Böylelikle bölge halklarının kendilerini bekleyen asıl meselelerle ilgilenmelerini engelleyerek onları yıprattılar, yıpratmaktadırlar.
3. Bölge halkının kendi kendisini yönetmesine, kendisi hakkında kendisinin karar almasına engel oluyorlar. Ayrıldıkları yerde yeni kutuplaşmalar oluşuyor ve halklar birbirlerinin katili oluyorlar, Ruanda’da olduğu gibi… Bu sırada bölgelere sadece Kızılhaç gitmiyor, emperyal ülkelerde merkezleşmiş silah şirketleri, petrol şirketleri, maden şirketleri de gidiyor ve hükümetlerinin korumasıyla bölgeye ait değerleri, hatta insan kaynaklarını ucuz yollarla (ateş altında bile olsa) kendilerine mal ediyorlar. Sistem işlemediği zaman yöntem değişiyor, yani her yerde aynı yöntem uygulanmıyor. Piyasa ekonomisini benimseyenleri, sermayeyi koruyanları kendilerinden kabul ederek onları korurken, diş geçiremedikleriyle ya çirkin bir rekabete giriyorlar veya ambargo uyguluyorlar. Kimi bölgelerde (mesela Bangladeş) ise zayıf bir halk tabakası olduğu için bunların hiçbirine gerek kalmadan rahatlıkla o bölgeleri sömürebiliyorlar.
Mikro Emperyalistler ne yapıyorlar?
4. Emperyalist denilince ilk akla gelen ABD, Çin, Rusya, Fransa, İngiltere gibi devletler olsa da aslında bölgesel, daha başka emperyalist ülkeler de vardır. Bunlar da bulundukları bölgede makro emperyalistlerden işlerine gelenlerle ittifak yaparak amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlar. Tüm bunlar yapılırken halkın/halkların menfaati değil devletlerin/güç merkezlerinin otoritesi önceleniyor, yani belirli grupların çıkarları.
5. Bölgemizde yaşanan acıları sadece makro emperyalistlere mal ederek açıklayamayız.
6. Öncelikle onları gerçek anlamda geri çekilmeye zorlayacak, yönetici, iş adamı, akademisyen ve bilinçli halk kitlelerinden yoksunuz. Halkın bilinçlenmesi önünde en büyük engel ise sansürdür.
7. Sansür, baskıcı güçlerin doğruyu engellemesi değildir sadece. Eğlence kültürünün yaygınlaşması ve doğrunun üstünün örtülmesi, unutturulmaya çalışılmasıdır sansür… Kişilerin bilgiye ulaşmasını engelleme, bilgiyi değersizleştirme, ifade ve bildiğini yaşama özgürlüğünü engellemek, insanları çalışmaya ve kazanmaya yoğunlaştırarak daha önemli olan faaliyetlerden uzaklaştırmak da sansürdür, gizli sansür ve tüm demokrasilerde bu sansür vardır.
Ne yapılmalı?
Bakınız,
8. Nebi (sav) Medine'ye, Müslüman olduklarını bildirmeye ve kendisi ile görüşmeye gelen bir kabileyi onların kendi lehçeleriyle karşılamıştır. Lehçe farklılıklarını zenginlik olarak gören Peygamber’in dilleri tanımayan, reddeden ümmeti... Nebi (sav) çevre ülkelere yazdığı davet mektuplarında “eğer İslam'ı kabul ederseniz, ülkenizi yine kendiniz yöneteceksiniz” demiştir... Muaz b. Cebel (ra) ve de Ali’yi (ra) Yemen'e yönetici olarak değil, danışman olarak göndermiştir. Tüm bunlar İslam'ın emperyal amaçlar taşımadığının açık kanıtıdır. Muaz'a zekâtı onlara anlatmasını söylerken de, “onların (Yemenlilerin) zenginlerinden alınan fakirlerine verilen” demiştir... Görüldüğü gibi, asla sömürü mantığı yok. Uygulamaları tamamen bu şekilde olmuştur. Sallalahu aleyhi ve sellem...
9. Müslümanlar İslam'ın çocuklarıdır (Selman-ı Farisi'nin (ra) bu anlamdaki sözüne atf ile) evleri, devletleri, toplulukları farklı da olsa ümmet bütünlüğüne, yani yeryüzünün huzuruna bağlı ve sadık olmalılar.
10. “Şuuben ve kabaile” diyor Cenab-ı Allah, yani “sizi şubelere ayırdık, yani kimlikler, renkler, diller, halk grupları ve bunlara benzer farklılıklar Allah vergisidir onun tekvinî ayetleridir.” “Li taarafü” diyor, yani “tanış olmanız”, yani Gasset’in ifadesiyle, “beraberce bir şey yapma iradesi” gösterebilmeniz için ayırdık. Ayrılıklar tanışmaya, beraber çalışmaya engel olduklarında kınanıyorlar.
11. Eğer ümmetin birliği isteniyorsa, eğer yeryüzünde barış isteniyorsa (ki Allah’ın istediği budur) farklılıklara, kişilerin ve halkların özlük haklarına saygı gösterilmelidir. Kimse Kürtleri ümmet söylemi ile emperyal istila ve merkezîleştirme politikalarına kandıramaz.
12. (Olumlu anlamda) ulusal ayrılıklar, ulusal ve ulusüstü düşünülerek (ikisi bir arada düşünülerek), halkın doğru bilgi kaynaklarına ulaşmasına ve bildiklerini yaşamasına, ifade etmesine, projelerini uygulamalarına izin verilerek ‘sağlanabilir’ sadece bir ulusun veya tekdüze bir merkezin sultası ile ve bilgi sansürü ile değil.
13. Bağımsız Kürdistan’ı bir hak meselesi olarak görüyoruz, aynı şekilde bağımsız Doğu Türkistan’ı, bağımsız Arakan’ı, bağımsız Filistin’i, bağımsız Kafkasya’yı…
Kobani’de neler oluyor? IŞİD sahura kalkan insanlardan ne istiyor? IŞİD neden Kürtlere saldırıyor? IŞİD, tam olarak nedir?
14. Öncelikle, Kobani halkının direnişini kutluyoruz. Direnişe devam etmelerini destekliyoruz. Kobani halkına direnişçi, silah, sağlık ve nakdi yardımların yapılmasını istiyoruz.
15. IŞİD’e Avrupa’dan katılanlar basit, akıllı, bilgisiz tiplerdir ve yaşadıkları ülkelerde yaşadıkları dışlanmaya, yani çağdaş dünyaya fundamentalizmle karşılık veriyorlar.
16. IŞİD zaten vardı, dinî metinleri “yamyam” okumasıyla okuyan bu kişiler bölgenin istikrarsızlaştırılmasının ardından çekilen ABD’nin çekilmeden az önce silahlandırdığı BAAS artıklarından oluşuyorlar. Bölgedeki bazı devlet ve yerel gruplardan silah ve nakdi yardım alarak mikro emperyalistlerle işbirliği yaptılar, dolaylı olarak makro emperyalistlerle. Çığırından çıktıkça da yer yer müdahaleler oldu ancak ABD’nin IŞİD’e karşı gerçek anlamda savaştığını zannetmek kolaycılıktır. Makro emperyalistler bekleyerek, bölge halklarını, daha doğrusu bölge siyasetini kendilerinin istediği çizgiye çekmek istiyorlar. Yani onlar kolayca sömürebilecekleri neoliberal politikaları benimsemiş, gümrük birliği anlaşmaları yapmış yapıları arzu ve tercih ederler, asker çıkarmak onların da pek istediği şey değildir. Çıkmaza girdiklerinde savaşı seçerler, Libya’da olduğu gibi.
17. Geçen yüzyılda oryantalistlerin yazdıklarının çoğuna bakarsanız, İslam’ı IŞİD’in yaptıkları olarak tasvir ettiklerini görürsünüz. Yani IŞİD’in senaryosu hazırdı. Onlara karşı Müslümanların yazdığı deliller onları yetersiz bıraktığı için artık dünyaya makale değil, pratik göstermek gerekiyordu ve bölgede zaten kümelenmiş tekfirciler bu iş için biçilmiş kaftanlardı. Dolayısıyla onların palazlanmalarına göz yumuldu. Ve IŞİD’in yaptıkları sanki İslam’mış gibi yansıtıldı. Çünkü emperyalistlerin sistemleri düşman üretmek zorunda ve eğer İslam’ı düşman seçtiyseniz onu kendi tanımladığınız pratiklerle göstermelisiniz: işte IŞİD de budur!
18. Bize düşen, artık üç cephede savaşmaktır: Makro emperyalizmle, mikro emperyalizmle ve onların oyuncularıyla… Biz düşmana ihtiyacımız olduğu için düşman üretmiyoruz. Reel olarak düşmanlarımız var. Amacımız Amerika’yı ortadan kaldırmak değil, kurulu düzeni, kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. Biliyorsunuz ki kapitalizmin önceki lideri İngiltere’ydi ondan önce Flemenk… Birinin gidip diğerinin gelmesi devrim değildir.
La Fontaine bir masal anlatır, çerçinin biri köy köy dolaşıp yorulmuş ve hem kendini hem de eşeğini dinlendirmek için bir ağacın gölgesine gitmiş. Eşeğin yükünü indirip tam palanını çözerken eşek kaçmaya başlamış. Eşek kaçmış, çerçi kovalamış. Bir ara çerçi, eşeğin arkasından bağırmış: ‘Kaçma! Gel! Yoksa seni eşkıyalar ele geçirir’ demiş. Eşek de dönüp: ‘onlar bana yük yüklemezler mi?’ demiş. Adam: ‘elbette yüklerler’ demiş. Eşek, ‘o halde ha sen yüklemişsin ha onlar benim için ne fark eder’ demiş. Yani biz sistemi ortadan kaldırıp Allah’ın istediği, O’nun seveceği bir sistem için mücadele etmeliyiz. Yöntemimiz zor değildir. Tepkisiz kalmak değil, karşılık vermek tarafındayız.
Bölge Elitlerine:
19. Kürt Elitlerinin,
A. Tüm Kürdistan’ın siyasi topografisini içerecek çatı bir kuruluş ile halkın politik mücadeleye etkin katılımını sağlamaları, kararları halkla beraber almaları, halkın doğru bilgi kaynaklarına özgürce ulaşabilmelerini sağlamaları;
B. Ulusal bağımsızlık bilincinden asla taviz vermemeleri;
C. Ulusal bilinçle birlikte ulusüstü düşünmeleri;
D. Savunma ırkçılığına ve kin politikasına düşmemeleri;
E. Batı tarzı kozmopolitanlığı değil, İslam’ın öngördüğü kozmopolitanlığı benimsemeleri gerekir.
Çünkü aydınlamanın yanlış yorumladığı haliyle, milliyetçilik ve günümüz batı kozmopolitanlığı Kürdistan’daki çelişkileri ve açmazları arttıracaktır, tüm dünyadaki çelişkileri arttırdığı gibi.
F. Kürt elitlerinin ayrıntılı ve doktrinel bir program belirlemesi gerekiyor. Amaçlar ve yöntemler net ve belli olmalı.
G. Emperyalist devletlerin ‘bölünmez bütünlüğü’ bir hikâyedir. Gerçek olan, her halkın kendini İslam’ın üst normlarına göre yönetme iradesi göstermesidir. Ümmetin birleşmesi için önce ayrılıklara/farklı uluslara ve ulusların haklarına saygı duyulmalıdır.
20. “Er veya geç halklar gerçekten layık olduğu hükümete sahip olacaktır.” [F. Fanon]
21. Suriye’de ve Irak’taki unsurların aralarındaki meselelerde çatışma yerine diplomasiyi kullanmalılar. Aksi durumda hem Kürt halkı hem de Arap halkı kan kaybedecek ve bu da makro ve mikro emperyalistlerin işine gelecektir. Her emperyal baskının halklar nezdinde reddedileceği bilinmelidir.
22. Emperyalistler, halkın önüne seçenekler koyup seçim yapmalarını istemektedirler oysa özgürlük başkalarını sunduklarından seçim yapmak değil, varoluşumuzdan yükselen sesi dinlemektir.
Allahu Ekber
Müslüman Devrimciler

Ey Kurdên Destûrmend û Bijare
Pêwîste ku,
a. Li Kurdistanê sazgeheka yekbanî ku tevekê topografîya siyasî îhtîwa kirî û beşdarîya gel di têkoşîna polîtîk bifaal temîn bikin, biryarên xwe bi gel re bistînin, gihiştina gel birehetî li çavkanîyên agahîyên rast temîn bikin.
b. Tu carî ji hişmendîya serbixwebûna neteweyî tawîz nedin.
c. Tevlî hişmendîya neteweyî pêwîste fikrekî li jorî neteweyîyê jî ramînin.
d. Ne kevin di parezîya nîjadperest û polîtîkaya li ser kînê.
e. Pêwîste ku ne kozmopolîtanîya bi şiklê ewrûpayî, belkî ya ku îslam diecibîne ji xwere qebûl bikin. Lewre bi şiklê şîrove kirina ronîbûna ewrûpaya xeletî, Miletperestî û kozmopolîtanîya ewrupayîya îro çewa ku li der dorê dinyayê çê dibe li Kurdistanê hevnegirtî û tengasîyê wê zêde bike.
f. Elîtên Kurdan pêwîste ku bernameyeke doktrînî û bitefsîlat çêkin. Armanc û rêbazên wê net û aşkere bin.
g. “Dabeşnebûya bitûnî” ya dewletên emperyalist çîrok
e. Ya rast eve ku her xelk daxwazîya bi rê ve birina li gor normên bilind ên islamê nîşan bide. Ji bo biyekbûna ummetê serê ewil giramî li cudahiyan, li miletin cuda û li mafên gelan wer kirin.
- “Îro sibe birastî wê gel, xweyî hikûmeteka ji xwere babet bibên.” Frantz Fanon.
- Unsûrên ku li Surî û Iraqê, pirsgirêkên di nav xwede ne bi şer, bidîplomasîyê bi kar bînin. Di rewşa eksîde hem gelê Kurd hem jî gelê Ereb wê zeîf bibin û ev jî ewê kêfa emperyalistên makro û mikro bîne. Bila were zanîn ku temamê despotên emperyal li cem gel tê red kirin.
- Emperyalîst, alternatîfa tînin pêşîya gel û ji wa hilbijartinê di xwazin, hal bi hal azadî, ne hilbijartineke hatîye pêşkêş kirin ji alîyê kesêndin, azadî guhdarkirina dengê bilindê ku tê ji hebûnameye.
ALLAHU EKBER

2 Temmuz 2015 Perşembe

Nurettin Topçu Hikâyelerinde Sermayenin Transferi

Osmanlı toplum düzeni bozulup Birinci Dünya Savaşı koptuğunda Anadolu’nun has erleri savaş meydanlarında şehit düştüler. Geride dullar ve çocuklar kalmıştı. Bir de Osmanlı’nın elinden çıkan diyarlardan gelip köy ve şehirlere musallat olmuş Müslüman-yabancılar. Bunların bir kısmı eşkıya, asker kaçağı, savaş zengini olup halka zulmetmektedir.
Müslüman toplumda düzen bozulmuş, halk tuttuğunun böğrünü deşmektedir. Buna Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde de rastlıyoruz. Sabahattin Ali’nin “Kanal” hikâyesinde zikrettiği “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir” cümlesi, hikâyelerin geçtiği dönemde, bırakın malı, canın bile emniyetinin sağlanamadığının kanıtıdır. Hikâye edilen bütün olay örgülerinin arkasında cinnet halini andırır bir paylaşım-kapma ve metalaşabilecek ne varsa ona yönelik “yağma” ekonomisi vardır. Sabahattin Ali’nin “Kazlar” hikâyesinde Dudu rüşvet olarak vermek üzere kaz çalmıştır. Dudu’nun kocası Seyit’in düğün yerinde adam vurur. “Bir Firar” hikâyesinde, İdris’i döve döve suç itiraf etmeye zorlayan candarmadan bahsedilir. “Candarma Bekir” adlı hikâyede Çallı Halil Efe’nin “eşkıyalığı” anlatılır. Bilindiği üzere, Kuyucaklı Yusuf “namuslu kabadayı”dır. Müslüman toplumun bakiyesi ahlâken zıvanadan çıkmıştır.
Nurettin Topçu da Taşralı kitabında Arap, Çerkes, Arnavut, Boşnak kökenli Müslümanların Anadolu’nun yerli halkına zulmettiğini sıklıkla vurgular. Anadolu’daki yerli halkların adaleti ikame edecek zümrenin kifayetsizliği oranında “Müslüman yabancılar”ın ve “yerli fırsatçıların” tezgâhlarında can ve mallarının telef edildiği fikri hikâyelerinin ana konusudur. Bu hikâyeleri sermayenin transferi ekseninde okumak gerekmektedir. Topçu, hikâyesinde “sermaye”, eşkıyalık, düzenbazlık, hırsızlık, dolandırıcılık, cinayet gibi suç tiplerine bağlanarak el değiştirir. Bu olgu sadece Topçu’da rastlanıyor değildir. Ömer Seyfettin de “Diyet” hikâyesinde işinde gücünde yiğit demircinin bir punduna getirilip “hırsızlıkla” itham edilmesini anlatır. Ya hırsızlığın hükmü, had uygulanacak (el kesilecek) ya da ona bu hırsızlık tezgâhını kuranın verdiği diyetin hakkı ödenecektir. Erken dönem Türk hikâyesine eğildiğimizde bu türden örnekleri çoğaltabiliriz. Müslüman toplumun adalet-ahlâk değerlerinden saparak yakalandığı toplumsal didişme mülkün transfer edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu konuda gerekirse din de araçlaştırılır.
Topçu, erken denilebilecek bir dönemde yerli halkın, Ermenilerin ve Kürtlerin mallarının din simsarlarınca, “Müslüman yabancı” eşkıyalarca, kentli kapitalist sınıflarca yağma edildiğini hikâyelerinde işlemiştir. Yağmanın başarılamadığı zamanlarda cinayetlerin işlenmesi toplumsal ahlâk değerlerinin çökmesini, halk kahramanlarının sinmesini ya da sermayenin el değiştirmesine boyun eğilmesini gerektirmiştir. Bu hikâyeleri Anadolu’nun yerli iktisadî zümrelerinin geçim kanallarını koruyan nizâmın çözülmesi ekseninde okumak gereklidir. Anadolu’ya savaş koşullarında gelen Arap, Çerkes, Arnavut, Boşnak kökenli Müslümanların “kanunsuz mekân”dan istifade ederek egemen güç ya da egemen sınıf olmaya dönük suçları delillerin karartılmasıyla cezasız kalmıştır. Topçu, toprakta kazanan iktisadî zümreleri düşüncesinin merkezine oturtmaktadır. Dolayısıyla yerli iktisadî sınıfların geçim değerlerini etnik/dinî kimliğine bakmadan ülkenin temeli saymaktadır. Geçim değerlerinin ahlâkî bir üst kimlik oluşturduğunu düşünmektedir. Geçim değerlerine yaslanmayan “Müslüman-yabancı”ların “yağma-sömürü-sermaye kapma” zihniyetinden beslenen suçlarına ise göz yummamaktadır. Ancak kanunlar namuslu adamı korumaya yetmemektedir. Namuslu adamların ahlâkî eylemleri kötülüğü de def edememektedir. Topçu’nun bu hikâyelerinde ahlâk ve namusu koruyan bir “devlet arayışı” ve kuvvetiyle zararı-zararlıyı def edecek bir adalet fikri-otoritesi şiddetle istenir. Ancak bu istem yazıya geçmemiştir. Hikâye okuyucusu, kahramanların trajik ölümünü, şehvet düşkünlerinin cinsel malzemesine dönüşlerini, yetim ve öksüzlerin sağa sola savruluşlarını çaresiz ve kahriyeler çekerek kıraat etmek zorunda kalır. Topçu bu üslubuyla okuyucusunu eşkıya-suçlu-kapitalist sınıfa karşı mücadelenin bireysel ahlâk değer ve amelleriyle yapılamayacağı gerçeğiyle yüzleştirir.
“Görünmeyen Adam” hikâyesinde Osman Ağa Balıkesir Biga köylerinden üç yüz adam toplayarak bir süvari müfrezesi meydana getirir. Müfreze, Osman Ağa’nın önderliğinde Yunanlıyı Çanpazarı’na sokmayacaktır. Yunanlı çekildikten sonra Osman Ağa köyün yeniden yapılmasına, iki caminin yenilenmesine, Çanakkale-Balıkesir şosesinin köyden geçirilmesine vesile olur. Köy onun gayretleri sayesinde hayat bulur. Köyün ahlâkını da o korumaktadır. Köyde içki içilmemektedir. “Yalnız Arnavut Uzeyir’in aşçı dükkânında içki bulunurdu. Üzeyir köye inmiş eşkıya gibi idi. Osman Ağa’nın ona sözü geçmezdi. On seneden beri köyde peyda olan bu adam, bu köyün başına bir belâ idi (…) İçki satıyordu. Dükkânda içirdikten başka evlere de gönderiyordu. Osman Ağa’dan gizli evlerine içki götürülenlerin damında karı-koca kavgası sık sık duyulmaya başlamıştı. Uzeyir her sene Ramazan’da kendine hoca, vâiz süsü vererek köylere cerre çıkar, köylülerden keçi, kuzu ne bulursa toplar, getirirdi. Bazan da köylünün koyunundan çalardı. Kimse ona ses çıkaramıyordu. Çaldığı hayvanları kesip dükkânında yemek yapıyordu” (Topçu, 2006: 212). Hikâyenin devamında Uzeyir işine taş koyan Osman Ağa’yı onun gelini Kevser’e göz diken bir suç kafilesinin yardımı ile yaralar, gelini de kaçırırlar. Osman Ağa, ölmek üzere iken oğlu Yusuf’a “Oğlum, atına, avradına, silâhına sahip ol” diyecek ve namus tavsiye edecektir. Yunanlıya yenilmeyen köylü üç-beş eşkıya karşısında darmadağın olmuştur. Yusuf mavzeri alıp peşlerinden gitti ise de jandarma yolunu keser ve mavzeri teslim etmesini ister. Yusuf askerle çatışmak zorunda kalır, çatışmada ölür. Bu hikâyede devlet eşkıyalığı önleyememekte ama namuslu adamların nefs-i müdafaasına engel olmaktadır. Topçu’nun bu öyküsünün tarihi 1953’tür. Bu hikâyenin 2000’li yıllarda da gerçekliği yitmemiştir.
Topçu’nun öykülerinde Kürt ve Ermeni yerlilerin servetlerinin haksız transferinden bahsedildiğini yukarıda zikretmiştik. Topçu’nun anlattığı hikâyelerde eşkıyalığın dinî ve tüccar sınıfla giriştiği ittifak namuslu halkın değerlerini bozmakta ve onları ya tasfiye ederek ya da kendine benzeterek bir sınıf oluşturmaya çalışmaktadır. Şimdi bu konuda üç örnek vereceğiz. Ancak Topçu’nun Taşralı kitabından hareketle temas edeceğimiz meselelere başka yazılarla devam edeceğiz:
1. “Çakal Mehmet’in alın teriyle kazanılmış paradan bir teneke yağ veya bir ölçek buğday alıp da evine getirdiği görülmemişti. Ya Kürtleri aldatıp gûya verecekmiş gibi borçlanarak buğday ve yağ alır ve yahut şirretliğiyle köydeki dul kadınların kışlıklarından birer parça toplardı. İş gücü sabahın erken saatinden başlayarak bazen gece saatlerinde tamamlanan, köylülere ait dedikoduları karısıyla baş başa yapmaktı (…) Çakal bâzı Ramazanlarda köyün camisinde müezzinlik yapar, Hasibe ‘Allah! Şükür’ sözünü mavi gözlerini büyük huzurda imiş gibi kapayarak sık sık tekrarlardı. Vakıa bu halleriyle kızına göz koyduğu Zülfükar Hoca’ya da yaranacağı yoktu. Çünkü hocanın dini, bir alış veriş dini idi. Yeni açtığı dükkânda çalıştırmak için cerbezeli cerrar birini arıyordu. Aynı zamanda hocanın sekiz on çeşit işlerine koturacağı bir güvey lâzımdı. Kasabanın ev, arazi alım satımını yapan o, etraf köylerden ve İstanbul’daki zengin hemşehrilerden zekât toplayıp ehline dağıtan da yine o idi. Hocanın bütün bu işlerde büyük hissesi olduğunu bilen çoktu. Ama dini nüfuzu her şeyi önlemeye, her dili susturmaya kâfi bir kalkandı, sağlam bir silahtı. Hoca yaşlanmıştı. Bu işlere eskisi gibi koşamıyordu. Çakal’ın oğlu gibi bir damada pek muhtaçtı. Ama altınlar gelmeden kızını veremezdi” (Yitik); (Topçu, 2006: 212).
2. “Helâl lokmasını Allah’ına bin şükürle ağzına koyduğunu söyleyen bu davetin sahibi Salkımzade’nin ufacık başı ve paslı birer nokta gibi kısılı gözleriyle karşısında sırıttığını görüyordu. Camiler yaptırıp tamir ettiren bu Müslüman zenginin muazzam servetinin temeli, vaktiyle babasının Ermenilerden kaçırıp İstanbul’a getirdiği iki heybe dolusu altın değil miydi. Bütün seyahatlere, hatta Hacc’a giderken bile hizmetçileriyle beraber bütün kalabalık aileyi beraber götürerek dışarıdan kaçak mal getiren, bütün tüccarlar gibi apartmanlarını gümrüklerden kaçırılmış eşya ile dolduran bu din tüccarının evinde onun ne işi vardı? Hac’dan dönünce mağazasının tabelasına ilave ettiği hacı kelimesiyle daha fazla müşteri kazanacağını hesaplayan, cami tamirini Anadolu’daki müşterilerine kendi ticaretine reklâm vesilesi olsun diye üzerine alan, Kur’an’ı Hicaz’da ihtikârla satışa çıkaran, bire yüz hattâ bin kâra cevaz verdiği için sahtekâr şeyhi başına taç kılan, ümmete mehdi yapan, çocuklarını hep ecnebi mekteplerinde okuttuğu halde ticareti gayrımüslimlerin elinden alarak kendileri daha fazla satış yapmak hırsıyla Hıristiyanlarla alış verişi yumrukları ve cehennem tehditleriyle men edici aktör vaizler yetiştiren, dini ticaretlerinin yardımcısı haline koyan bu sefil varlıkların yanına ne için yaklaşmıştı?” (Mübarek Zat); (Topçu, 2006: 54).
3. “Büyük harpten sonra Ermani patırdısında köyden geçen Ermeni kızlarından, baştan aşağı diba kumaşlara bürünmüş, boyunlarında beşi bir arada dizileri salkım salkım sarkan beş tanesini yanında alıkoymak vaadiyle peşine takmış, köyden yukarı çıkıyordu (…) Araboğlu, İstanbul’dan getirilmiş iskarpinlerinin üzerinde süzüm süzüm süzülen Ermeni kızlarının kendine minnetdar bakışlariyle yalvaran gözlerine değil de, boyunlarındaki altın dizelerine yılışık gözlerle bakıp bakıp içini çekiyordu. Daha yüzleri güneş görmeden gelinliklerini bekleyen bu kızları, Fırat’ın kıyısından dört beş yüz metre yükseklikteki Haraçul tepesine çıkardıktan sonra, Zivan tarlasına götürüp ‘Burada oturun, size yiyecek getireyim’ demiş, onlar bu mübarek müslümanın merhametine minnetdar olarak İsa’ya dua ederlerken ve elleri dua için gökyüzüne açıldığı esnada, elli adım ötede evvelce hazırladığı pusuya yatarak birer birer hepsine ateş edip kızların beşini de öldürmüş, üzerlerindeki altınları kâmilen soyup götürmüştü” (Araboğlu); (Topçu, 2006: 97).
-Topçu Nurettin, Taşralı, Dergâh Yayınları, 2006