30 Haziran 2016 Perşembe

Paylaşmak İradeleşmektir

Kur’an’ın daha ilk girişinde meşhur bir ayet vardır; “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler” diye. Burada rızık veren kimdir? Demek asıl infak eden yani ‘veren el’ bizzat Allah’tır. Allah’ın aracı yaptığı insandan da infak etmesi beklenmektedir. Paylaşmak, dayanışmak ve yardımlaşmak bir anlamda “Allah’ın zekatı olan kainatın olmazsa olmaz özelliğidir. Nitekim yeryüzü ve tabiat ile beraber şu koca evren birbiri içinde inanılmaz bir yardımlaşma örneğidir.
Bütün bu tabiatın sınırları içinde rüzgârı havaya katan, yağmuru toprak ile buluşturan, ateşi ışığa ve enerjiye dönüştüren hep bu dayanışma ilkesidir. Kâinatı insanla buluşturan ve ‘Bismillah’ın sırlarını açığa çıkaran işte bu muhteşem ilişkiler bütünüdür. Allah, en başta kendisi insanla paylaşıyor. Sonra da “vermeden alamazsın” diyor!
İrade odur ki; Allah’tan geleni halkla yine Hakk için paylaşmaktır. Hakk için halktan da, mülkten de vazgeçmektir. Allah ahlakıyla ahlaklanmanın yoludur infak.
İslam’ın vazgeçilmez şartlarından biri olan zekatın da hikmeti burada yatıyor. Kendi malından vermeli ve verdiğinle minnet etmemelisin. Kesinlikle karşılıksız vermelisin. Hiçbir menfaat araya girmemeli. Çünkü bilmelisin ki mal ve mülk yalnızca Allah’ındır. Sende emanetçi olana seninmiş gibi bakma. Hakiki Malik’in kim olduğunu hatırla. Cümle âlemi senin için şenlendiren ve ‘Rezzak’ ismi ile sana veren zat, bizden mallarımızı ve canlarımızı cennet karşılığında satın almıştır. Bu bilinçle infak et ki, nefsin ve kalbin razı olsun. Verdikçe senden azalacak zannetme. Fakirlik korkusuyla paylaşmaktan korkma. Asıl verdiklerin senindir. Güç ve kudret sahibi olan kendi mülkünde istediği gibi tasarruf eder.
Hem paylaşmak sadece mal ve mülkte olmaz. İlimde, fikirde ve fiilde de olur. Hem sadece maddi şeylerde değil, manevi olarakta paylaşabilmelidir insan. Şüphesiz Hz. Muhammed’in buyurduğu gibi, her makbul şey sadakadır. Selam vermekle esenlik dilemek sadakadır. Tebessüm etmek dahi sadakadır.
Yine Kur’an’da “Her neyi Allah yolunda infak ederseniz, onun yerine size başkasını verir” denilmiştir. Allah içindekilerle beraber kainatı insana infak edip paylaşmış ise, insanda kendini infak etmeli!
Bir başka ayette “sevdiğiniz şeylerden karşılıksız olarak bağışlamadıkça hayra edemezsiniz” diyor. Sevdiğimiz şeyler genelde dünyaya ait olanlar. Sahiplenmeye çalıştığımız her şey. Kalbimizi sürekli dünyevi sevgiler üzerine inşa ettiğimiz için benliğimizden vazgeçemiyoruz. Hz. İsa’nın bu konudaki söylemi oldukça önemlidir: “İnsanın kalbi sahiplendiği şeylerledir. Öyle ise sahip olduklarınızı Allah için bağışlayınız ki, kalbiniz onlarla birlikte göklerin melekutunda yer alsın.”
Zekat ve paylaşmak, kişinin benliğine açılan bu sırlarla beraber toplumsal adalete dair bir köprü vazifesi görür. Sosyal hayatında en doğru yolu ve maddi hayatın rabıtasıdır.
İslam’ın paylaşmaya dair verdiği öneme karşılık israfa ve faize olan tutumu da bunu dengelemek içindir. Medeni insanlardan canavarlar doğuran bu kapitalist modernite başkasının emeğinden çalarak büyük bir hırsla kendini var eder. Bunun yegâne çaresi infak, paylaşmak ve zekattır. Servetin bencil ellerde toplanmasına karşılık bankalara sed çekmekle, sosyal adaletin ekonomik dengesini inşa etmek zorundayız.
Paylaşmayı iradeleşmeye çeviren özellik, bireysel olarak kişide kendi ‘’varlığını’’ halka hizmet için Allah yolunda bağışlamaktır. Bu daha çok manevi yönüdür. Kişisel cüzi iradenin ortaya çıkışı insanlararası toplumsal iradeye evrilmelidir. Şüphesiz dinimiz kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayı değil, iyilik ve kardeşlik üzerine dayanışmayı emrediyor. İslam toplum ideali için bugün evleri ve şehirleri yıkılan kardeşlerimize uzattığımız ellerimizle, paylaşmayı toplumsal irade boyutuna çıkarabiliriz.
Zulme karşı adalet için dayanışmalı, savaş ve şiddet üzerine değil, barış ve huzur için el ele vermeliyiz. Acımızla beraber aşımızı da paylaşmalı, kalbimizle beraber sevgimizi çoğaltmalıyız. İşte aklımızı kalbimizle birleştirerek, paylaşarak ve verdikçe çoğalan infak etmenin sırrıyla şüphesiz toplumsal irade ortaya çıkacaktır.
Sefa Mehmetoğlu

İki Liman Tek Siyaset

Aşdod, Mersin
İki Liman Tek Siyaset
Ey müminler, yolculuğa çıkan ya da savaşa katılan kardeşleri hakkında «Eğer onlar yanımızda olsalardı ölmezler ya da öldürülmezlerdi» diyen kâfirler gibi olmayınız.”
[Ali İmran/156]
Abluka Altında Nefes: Mersin
İsrail’in kuruluşu ve genişlemesi, Filistin topraklarında giriştiği çetin bir terör faaliyeti kadar etrafındaki kuşatmayı yarması ile mümkün olmuştur. İsrail’in çevresindeki Arap devletlerince tanınması fiilen kurulmasından çok sonradır. Sırası ile 48 ve 67 savaşlarını kazanmasına, 70’lerde diplomatik açıdan Arap devletlerini dize getirmesine kadar Ortadoğu’da etkisi giderek azalan bir abluka altındadır.
Kuşatma altında gıda ve temel ihtiyaç malzemelerinin temini Mersin Limanı’ndan sağlanmıştır. Mersin Limanı, özellikle erken dönemde İsrail’in sıkıştığı yerde ona nefes olmuştur.
Mersin Limanı’nın yeniden imarı 1950’lerdedir. Bu yıllar Akdeniz’de başka bir limanın yeniden imarına tanıklık edilmektedir: Aşdod. İsrail kendisini güvende hissetmeye başladığında, Hayfa gibi ilk dönem limanlarına ek olarak daha geniş kapasiteli ve işlevli Aşdod Limanı’nın yapımına girişti.
Gazze’nin Ablukası: Aşdod
Aşdod, İsrail’in temel temin ve yabancı kabul noktalarından oldu. Gazze için gelen ithalat ürünleri de buraya indirilip, aranıp, uygun görülürse geçirilmeye başlandı. Aşdod günümüzde, İsrail için hâkimiyet ve güvenlik; Gazze için bağımlılık ve gelecek kaygısını sembolize ediyor. Bu hali ile Aşdod, Gazze ablukasının merkezi haline geliyor.
Ablukanın kırılması için hareket eden Mavi Marmara gemisi, 2010 Mayıs’ında Gazze’ye varamadan, İsrail terörüne maruz kaldı. İsrail, geminin Gazze’ye değil, Aşdod limanına yanaşması istiyordu. Müdahale sonrası, içindeki şehitler ve yardım malzemeleri ile birlikte gemiyi oraya çekti.
Gözümüzdeki Perdeye Kesik, Kesiğe Yama
2010 Mayıs’ına gelirken, 2010’dan geriye doğru beş yıla kabaca bakacak olursak: Ortadoğu’da emperyalist/siyonist sistemi zorlayacak gelişmeler yaşanıyor, İsrail, Hizbullah’a yeniliyor; Gazze İsrail’in var olmasını tanıyan El-Fetih’i reddediyor, ceremesine katlanıyor, artan ablukaya direniyor; İran bölgede giderek belirleyici oluyordu. Bölge halklarının gözünün önündeki perdenin yırtıldığı yıllardan söz ediyoruz.
Ortadoğu’da halk isyanları bu yıllarda mayalanmaktadır. İsyan’ın Tunus’ta patlaması 2010 yılı Aralık ayındadır. Emperyalist/siyonist sistem ise 2010’a gelirken önlem almakla meşguldür; yırtılan perde yamanmak istemektedir. “Siyah” Obama’nın başkanlığa gelişi; Türkiye’nin bölgede “imajının” parlatılması, Ortadoğu’nun besleme medya kanallarında Türkiye’nin yükseltilmesi, Müslüman Kardeşler’in isyan günlerinde öne çıkarılması bu önlemlerdendir. Halkların işbirlikçi “önderlerin” arkasına takılması, isyanın ve kurtuluşun panzeri olarak düşünülmüştür.
Türkiye’nin bu rolü, elbette geleneksel “tampon” olma rolünü zorlayan hareketler yapmasını zorunlu kılıyordu. “Tampon” Türkiye, 200 yıllık Devlet siyasetinin devamcısıydı: Ortadoğu’da rol alan güçlü devletlerin karşıtlıklarından faydalanarak ayakta duruyor, özellikle de Doğu’dan gelen sosyalizm tehdidini Batı’ya sızdırmamak karşılığında Batı’dan mali destek görüyor; ordusu modernize ediliyor, hukuk sistemi modern ve seküler tutuluyordu. Ortadoğu’da aktör olmaya falan da kalkışmıyordu. Yurtta sulh cihanda sulh budur. Sanki Türkiye için Ortadoğu yoktu, orada değildi.
2010’a doğru Türkiye, Ortadoğu’yu hatırladı. Sonra Davos’ta coştu, Filistin’in hamiliğine soyundu; Arap isyanlarına müdahale etti, taraf tuttu; Gazze ablukasını delmeye çalıştı; hâsılı yönetim kademelerindekilerin popülizmi kullanma tarzıyla da birleşince kendisine verilen rolü abarttı. Burada hatırlatmak isteriz ki halkımızın Filistin konusunda samimi gayret gösterenleri müstesnadır.
Rücu
2010 yılı sonrasında, Arap isyanlarının kimisi maniple edilip yenildi, kimisi bir denge/demokrasi durumuna evirildi, Yemen/Suriye örneğinde kimisi İran ve Rusya’nın etkinliğinin iyiden iyiye artmasına sebep oldu. Bu arada İran kendi üzerindeki ambargoyu kırdı. Neticede bu işler İsrail’in lehine olmadı; yıllar sonra yeniden çevrelendi, nefesi daraldı. İsrail’in kadim güvenlik kaygısı yıllar sonra yeniden realize oldu.
2010 sonrası işler Türkiye açısından da iyi gitmedi. Rusya’nın ve İran’ın bölge politikasında geldiği nokta, örneğin Rusya’nın ve ABD’nin Suriye’de aracısız fiziki teması; İran’ın dünya ticaret sistemine aracısız dahli, Türkiye’nin “tampon” olma özelliğini, yani temel varoluş biçimini anlamsızlaştırma tehlikesi doğurdu.
Tüm bunlardan dolayı, “tamponculuğa” ricat edildi. Tabiri caiz ise, hoplayıp zıplamaktan vazgeçildi. 200 yıllık Devlet politikası devreye sokuldu: Rusya ve İsrail ile aynı günde barışıldı. Rusya’ya karşı İsrail kozu ele alınmaya çalışıldı. Buna karşın Aşdod düzeni teyit edildi.
Tercih
Şimdi bir gemi “yeniden” Mersin Limanı’ndan Aşdod Limanı’na yol almak, İsrail’in kuruluşundaki olduğu gibi daralan nefesi açmak için hazırlanıyor.
Bu hazırlık halklarımıza Gazze’ye nefes olarak takdim ediliyor. Halkların gözünü kaplarken 2010 ve devamında Mavi Marmara, Arap isyanları ile yırtılan perdeler yamanmaya çalışılıyor.
Perdeye kesik atan şehitler sıfatları gibi her şeye şahit oluyor.
Geride kalanlara iki tercih kalıyor: 200 yıllık Devlet politikasına tâbi olup susmak ya da o perdeyi yırtıp atmak.
Tâbi olanlar, bugünlerde “ölmeselerdi” diyorlar.
Devletlerimizin haklı ve aslında bizim olmadıkları gerçeği çırılçıplak önümüze seriliyor.
O gemi, Mersin’den Aşdod’a gittikçe halklarımız üzerindeki zulüm ve sömürü sürecek. Halklarımız haksız/sömürgeci devletlerine başkaldırmadıkça Gazze ablukası da…
Onur Şahinkaya

Suriyeli Mülteciler

­Suriyeli Mülteciler: Büyüyen Sorunlar, Daralan Zaman
Göç İdaresi ve AFAD verilerine göre[1] Türkiye’de 3 milyona yakın Suriyeli sığınmacı var. Suriyeli mültecilerin 260 binden fazlası AFAD’ın 10 ilde kurduğu ve yönettiği 26 barınma merkezinde yaşıyor. Barınma merkezlerinde, yani kamplarda, 261 bin Suriye ve 8.200 Irak vatandaşı olmak üzere 269.200 mülteci kalıyor. Bu durumda, Türkiye’de yaşayan mültecilerin yaklaşık %10’u kamplarda, geri kalan %90’ı da, yani yaklaşık 2.700.000’i neredeyse tüm şehirlere dağılmış olarak yaşamaktalar.
Suriye’de yaşanan iç savaş ve çatışmalı süreç beş yılı geride bıraktı, bu süre boyunca yaklaşık 12 milyon Suriyeli evini terk etmek zorunda kaldı, 4,8 milyonu ise çevre ülkeler Türkiye, Lübnan, Ürdün, Irak ve Mısır’a sığındı. Avrupa ülkelerine sığınmış olan Suriyeli sayısı da 1 milyonu aşmış durumda.[2] Dünya, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük göç olgusuyla karşı karşıya. Bu sorun, geçerli göç politikalarının da yeniden sorgulanmasını beraberinde getirdi. Suriye krizi, başta Avrupa olmak üzere, tüm dünyada göçmen meselesinin yeniden tartışılmasına, göç mevzuatının gözden geçirilmesine sebep oldu. Türkiye gibi, neredeyse mülteci ve göçmen mevzuatının olmadığı ülkelerde her şey yeniden yazıldı. Batı açısından, sınırların belirsizleştiği AB ülkeleri sınır politikalarını yeniden gözden geçirir duruma geldi. Toplumlar açısından, göçmen ve mülteciyle birlikte yaşamanın nasıl olacağı tartışmaları gündelik konular içerisinde en ön sırayı almaya başladı. Bir yandan çatışmalı ortamın doğurduğu şiddet, güçlenen radikalizm ve bu radikallerin dünyayı neredeyse savaş alanı hâline dönüştürmesi. Diğer yandan yaşadıkları ülkelerden, yaşayamaz duruma gelen, canlarını ve geleceklerini kurtarmaya çalışan insanların akın akın, güvenli gördükleri ülkelere sığınmaları ve bunun için ölümü de göze alacak yollara başvurmaları, durumu karmaşıklaştırıp kaotik bir hale getirdi.
Bugünlerde, pek çok ülke ve yönetimleri olabildiğince göçmenleri kendi ülkelerinde uzak tutmanın yollarını ararken, uluslararası anlaşmalar yeniden gözden geçirilmeye ve yeni anlaşma metinleri oluşturulmaya başlandı. Batılı ülkeler bu sorun karşısında olabildiğince sınırları ve kapıları sıkı tutmaya çalıştı ama bunu yapmak için, yaklaşık 1 milyon Suriyelinin sınırlardan geçmesini de bekledi. Yapılan araştırmalar bu kişilerin çoğunlukla eğitimli ve meslek sahibi kişiler olduğunu ortaya koyuyor. Ürdün ve Lübnan dışındaki körfez ülkeleri ta ilk günden beri sınırlarını sıkı sıkıya kapalı tuttu, ilk günden bu yana Suriye içerisinde kendi meşreplerine yakın olan isyancıları destekliyorlar. Türkiye, Suriye ve Lübnan’daki Suriyeli mültecilere çoğunlukla kendi siyasal düşüncelerine yakın sivil toplum örgütleri eliyle yardımda bulunuyorlar. Zengin körfez ülkelerinin ekonomileri uzun süredir “göçmen işçi emeğine” dayalı bir sömürü üzerine kurulu ve kurulan dengenin bozulmasının bu ülkeleri yöneten rejimlerin de sonunun getireceğini biliyorlar. Bu yüzden kapıları kapatıp Baas rejiminin olabildiğince çabuk yıkılması için Suriye içindeki muhalif, çoğunluğu İslâmcı örgütlere açıktan destek veriyorlar.
Göçün ana taşıyıcısı olan Türkiye’de ise durum gün geçtikçe, hem siyasi açıdan hem de mülteciler açısından zorlaşıyor. Türkiye hükümeti, iç savaşın başlamasından bu yana, Suriye politikasını iki ana ayak üzerinde kurdu. Savaşın ilk yıllarında, rejimin birkaç ayda devrileceği ve kendisine yakın düşüncede olan Müslüman Kardeşler gibi siyasal İslâmcıların iktidara geleceği üzerinden hesap yaptı. Aslında bu gerçekleşseydi, diğer ayak olan Kürt politikasını etkileyecek ve kontrol altında tutabilecekti. Çünkü ta ilk günden beri Suriye muhalefetine, gelecekte kurulacak Suriye’de Kürtlerin statü sahibi olmaması telkin ediliyordu. Aslında hesap basitti, rejim gidecek, yeni gelen muktedirler, Kürtleri ve taleplerini bir şekilde, Baasçılar gibi, kontrol altında tutacaktı. Ama bunun olmayacağı 2014 yılında, yani ayaklanmanın ikinci yılında anlaşıldı. Çünkü Suriye, birden dünyadaki güçlerin kapışma alanına dönmüştü. Rusya, İran, Irak, gibi ülkeler Baasçıların arkasında durmuş, Amerika ve Avrupa ülkeleri ise güçlenen radikalleri mi Esad’ı mı tercih edecekleri konusunda tereddütlere kapıldılar. Rejimin devrilmesindense IŞİD, Nusra ve diğer radikal örgütlerin yok edilmesi için koalisyon kurdular. Her geçen gün, Türkiye’nin Suriye politikasının gerçekleşmesini imkânsız kılıyordu. Kürtlerin statü talepleri ve oluşacak yeni durum, kadim Türk politikası ve devleti için bir beka sorununa dönüştü. İçeride Kürtlerle kurulan masanın ana dosyası her iki tarafça da artık “Rojava” ve geleceği olmuştu. Son bir yılda, Türkiye içinde yaşanan çatışma ve ölümlerin sebebi, Kürtlerin Sur, Cizre, gibi tarih mirası ve hafızasının yok edilmesi, ardından da “Rojava”nın geleceği meselesi idi.
Türkiye, Avrupa’nın mülteci krizine gösterdiği reflekse bakarak, bu süreç boyunca, çok önemli bir araca sahip olduğunu da fark etti. Suriyeli mülteciler, Avrupa’ya karşı bir koz olarak kullanılabilirdi. Son zamanlarda bu kozun içerideki Kürt ve Alevi muhalefete karşı da etkili olabileceği düşünülmüş olmalı ki, Osmanlı’dan devralınan ve Cumhuriyet döneminde de sık sık baş vurulan “iskan” politikaları yeniden masanın üzerine çıkarılmaya başlandı . Mültecilerin gelecekte Kürt ve Alevi nüfusun yoğun olarak yaşadığı illerde “iskan” edileceği fısıltısı, toplumun bu kesimleri içerisinde hızla yayılıyor. Pazarcık ve Sivas’ta yaşananlar, böyle bir niyet olduğunu da doğruluyor. Mültecilerin yapılacak böyle bir davete icabet edip etmeyeceği ise henüz bilinmiyor. Evleri yıkılan, topraklarından koparılan insanların gelip başka insanların evlerine ve topraklarına el koyup yerleşmeleri kuşaklar sürecek bir çatışmayı da beraberinde getirecektir. Hele ki, bu iki toplum da aşırı politikleşmişse, bu sürecin yeni çatışmalara everilebileceği şimdiden görülmelidir.
Yeniden mülteci meselesine dönersek. Türkiye için bu koz o kadar işlevseldi ki, bu koz elinde olduğu sürece, içeride ve dışarıda ne yaparsa yapsın Batı'nın buna ses çıkarmayacağını düşünüyorlardı. Doğrusu Batı mülteci meselesindeki ikiyüzlülüğünü beş yıldır sürdürüyordu. Türkiye’yle bunu pazarlık unsuruna dönüştürmüştü.
Ve antlaşma imzalandı, Türkiye’nin mültecileri kendi ülkesinde tutma karşılığında, 3 milyar euro, AB üyeliği için birtakım fasılların açılması ve vize muafiyeti gibi vaatlerde bulunuldu. Taraflar şu günlerde, antlaşmanın vaatlerinin gerçekleştirilip geçekleştirilmediği üzerinde birbirlerini suçlamakla meşgul. Tüm bu yaşananlar, kimilerince sayısı 3,5 milyona yaklaşan Suriyeli mültecilerin de gözünün önünde oluyor. Hepimizde şöyle bir algı var: Sanki bu insanlar hiç yoklar, bizim onlara dair düşüncelerimizi, onlar üzerinden yaptığımız pazarlıkları duymuyorlar, izlemiyorlar, görmüyorlar…
Oysa neredeyse 6 yıldır, bu insanlar bizimle birlikteler, yaşamaya çalışıyorlar. Belki statüleri yok, beş yıldır misafirler, bekleme odasına alınmış, “geçici” yaşam sürekli bir hal almış, hayata tutunmaya çalışıyorlar. Bu ülkenin sorunları onları da yoruyor, bu ülkenin bir ucunda, kadim Halep’le yaşıt Diyarbakır’ın yüreği Sur’un Halep gibi yerle bir edildiğini görüyorlar. Suriye’nin, doğdukları kentlerin ve sokakların yıkılışına tanık oluyorlar. Geleceklerinin ellerinin arasından kayıp gittiğini görüyorlar. Türkiye’nin dört bir yanında ucuz işgücü olarak kullanıldıklarını en iyi onlar biliyorlar. Çocukların ve kadınların başına gelenleri televizyonlarda her gördüklerinde, başlarını öne eğip gözlerini toprağa dikiyorlar. Eğitim, sağlık, barınma, insan hakları alanında yaşadıkları sorunları, birbirlerine ve konuştukları herkese bir nefeste anlatıyorlar. “Bizi neden kimse dinlemiyor. Bizimle ilgili kararlar alındığında, neden bizim de fikrimiz sorulmuyor?” diyorlar. “Sorunlarımız birikiyor, gençlerimiz, öleceğini bile bile denizlere, tekin olmayan yollarla, Batı’ya gitmeye çalışıyor,” diyorlar. “Umudumuz tükeniyor. Çocuklarımız beş yıldır eğitim almıyor,” diyorlar. “Savaşın ve göçün travmasıyla başa çıkamıyoruz; çocuklar, kadınlar, erkekler, psikolojik sorunlar yaşıyoruz,” diyorlar. “Muhacir diyen Ensar da, göçmen, mülteci, Arap diyen de bizi sömürüyor. Doktorumuz, mühendisimiz, öğretmenimiz, kadınlarımız, çocuklarımız da biz de köle gibi çalıştırılıyoruz ama ancak karnımızı doyurabiliyoruz,” diyorlar.
Türkiye’de yaşayan Suriyeli mülteciler açısından, beş yılı aşkın süredir yaşanan sorunlar, geleceğe dair belirsizlik ve statüsüzlük hali, bu toplum içerisinde umutsuzluğu da büyütüyor. Temel sorunlar olan eğitim, ucuz işçilik, işsizlik gibi alanlarda acil önlemler almayı gerekli kılıyor.
İşgücü Piyasasına Yedek Kaynak: “Göçmen Emeği”
Kitlesel göçlerin yaşandığı ülkelerde “göçmen işçiler” yoğun olarak işgücü piyasasına girerler ve işverenler tarafından yerli işgücüne karşı yedek işgücü olarak devreye sokulurlar. Bugün Türkiye’de tekstil, inşaat, tarım sektörü gibi kayıtdışı alanlarda yerli emeğe karşılık, ucuz işgücü olarak göçmen işçiler tercih ediliyor. Kitlesel göç dönemlerinde çocuk işçiliğine rağbet de artmaya başlar. Son beş yıldır Suriyeli çocuklar Türkiye’nin de içinde bulunduğu Suriye ile komşu ülkelerin iş piyasasında taze işgücü olarak görülüyor.[3]
Eğitim ve Çocuk İşçiliği
Türkiye’nin de taraf olduğu çocuk işçiliğiyle ilgili, Birleşmiş Miletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO); “Asgari Yaş” ve “Çocuk İşçiliğin En Kötü Biçimlerinin Bitirilmesine Yönelik” şartlara göre 6-17 yaş arası kişiler çocuk sayılmaktadır. Türkiye İş Kanunu’nun 71. maddesine göre 15 yaşını doldurmamış çocukların çalıştırılması yasaklanmıştır.
Bu sözleşme, şart ve kanunlar gereğince 18 yaşının altında çalışanlara; çalışan çocuk ve bu yaştakilerin çalışma biçimine de çocuk işçiliği denilmektedir.[4] 18 yaşını doldurmamış çocuk ve gençlerin çalıştırılması sıkı koşullara bağlanmıştır. Çocuk işçiliği, insani gelişim açısından çok ciddi sorunlar doğurmaktadır. Çalışan çocukların, büyük ölçüde eğitim, sağlıklı bir çevreden ve temel özgürlüklerden mahrum kaldıkları, küçük yaşta çalışmanın fiziksel, sosyal, kültürel, duygusal gelişimlerine zarar verdiği görülmüştür. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, bugün dünyada her beş çocuktan biri çalıştırılmaktadır.
Bu süreçte çocuk işçiler ücretsiz işçi ya da ucuz işgücü olarak en çok sömürülen kesimi oluşturmaya devam etmektedir. Dünyada çocuk işçiliğine karşı mücadele için her yıl binlerce toplantı ve proje yapılsa da, gün geçtikçe, güvencesiz ve esnek çalışmanın emek piyasasını baskı altına aldığı çalışma yaşamının direncini yitirdiği görülmektedir. Özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkelerde, taraf olunan anlaşmaların istisnai bölümlerinin esnetilmesi ya da uygulanmaması, çalışma yaşıyla ilgili sınırlamaların aşağı çekilmesi, kayıtdışı alanların oldukça geniş olması sebebiyle, çocuk işçiliğinin son yıllarda artış gösterdiği gözlemlenmektedir.
Çocuk işçiliği, istihdama katılan ve ev içinde çalıştırılan çocuklar olarak iki kategoriye ayrılıyor. Çocuğun emeği karşılığında eğer ücret, kâr ve aile işletmelerinde ya da aile ile birlikte ailenin kazancı için satılıyorsa buna “istihdama katılma” deniyor. Bu alandaki çocuk işçiliği tarım, ormancılık, hayvancılık, sanayi, madencilik, imalat, inşaat, atık, toptan perakende ticaret, sokak satıcılığı ve taşıt onarımı gibi iş kollarında yoğunlaşmaktadır.
Ev içinde çalıştırılan çocuklar ise, hane üyeleri tarafından ücretsiz olarak yapılan yemek yapmak, temizlik, çocuk ve hasta bakımı gibi işleri kapsıyor.
Türkiye’de Çocuk İşçiliği Yaygınlaşıyor
Türkiye’de, istihdamdaki çocuk işçi sayısı dönemsel olarak farklılık gösteriyor. Örneğin, 1999-2006 yılları arasında istihdam edilen çocuk sayısı, 15-17 yaşa arası, 2 milyon 270 binden, 890 bin düzeyine düştü; 2006-2012 yılları arasında ise çocuk işçiliğinde azalma eğiliminin durduğu ve özellikle tarım kesimindeki artış ile birlikte çocuk işçi sayısının tekrar arttığı bir döneme girildi. 2015 yılında ise bu sayı 1 milyonu aştı ve artmaya devam ediyor.[5]
İstihdam içinde değerlendirilmeyen ev işlerinde çalışan çocukların sayısı 8 milyonu aşmış durumda. Bu sayının 15-17 yaş arası çocuklar için olduğu unutulmamalıdır. 15 yaşın altında çocukların çalıştırılması kesinlikle yasak olduğundan, bu konuda net sayısal veri bulunmamaktadır. Bu alanda yapılan çalışmalar 15 yaş altı çocuk işçiliğin öteden beri oldukça yaygın olduğunu göstermektedir. Türkiye’de kayıtdışı ekonomi çok yaygın olduğundan bu enformel alanda ucuz işgücü olarak çocuk ve kadın emeğinin yaygınlaştığı görülmektedir. Çocuk işçiliğinin en yoğun olduğu sektörlerden olan tarım sektörü ve buna bağlı mevsimlik gezici tarım isçiliğinde son yıllarda, Suriyeli mültecilerin katılımıyla, çocuk emeği yoğunluğu artmaktadır.
UNICEF’in 4 Nisan 2016 verilerine göre, Türkiye’deki kayıtlı Suriyeli mülteci sayısı 2.749.140, kamplarda kalan Suriyeli sayısı 270.380, kamp dışında yaşayan Suriyeli sayısı 2.478.760, Suriyeli çocuk sayısı (toplam Suriyeli nüfusun %54’ü) 1.490.033, okula kayıtlı Suriyeli çocuk sayısı 325.000. AFAD verilerine göre, haziran itibarıyla, 10 ilde ve 26 barınma merkezinde “yaklaşık 261 bin Suriyeli ve 8,2 bin Irak mülteci olmak üzere 269.200 mülteci”yaşamaktadır. Geçici Barınma Merkezlerinde (kamplarda) 83.443, devlet okullarında 75.600, Geçici Eğitim Merkezlerinde 175.000 çocuk olmak üzere Suriyeli öğrenci sayısı toplam 334.043’tür. Kamplarda okullaşma oranının yüksek olduğunu göz önüne alırsak, toplam Suriyeli mültecilerin % 31’ini okul yaşında olarak kabul edebiliriz, ki bu sayı yaklaşık olarak 850.000 çocuk olduğu anlamına geliyor. UNICEF’e göre bu çocukların yalınızca 325.000’i okula kayıt yaptı, ne kadarının okula devam ettiğini bilmiyoruz. Örneğin Başbakanlık Göç ve İnsani Yardımlardan Sorumlu Başmüşavirliği’nden Ercan Mutlu ise 22 Ocak 2016 itibarıyla 315 bin Suriyeli çocuğun karne aldığını, yaklaşık 200 okulun ikili eğitim ile Suriyelilerin kullanımına açıldığını belirterek, “2016 sonu itibarıyla 450 bin Suriyeli öğrencinin eğitim görmesini hedefliyoruz,” dedi.[6] Çocukların 15 bininin okula devam etmediği, gelecek yıl planında Suriyeli çocukların ancak yarısı kadarının okula gidebileceği düşünülüyor.
Tüm bu verileri doğru kabul edersek, 2015-2016 eğitim döneminde eğitim almayan yaklaşık 525.000 civarında çocuk bulunuyor. Bu yarım milyonu aşkın çocuğu ve geçen beş yıllık süre boyunca eğitim yaşının dışına çıkan diğer yüz binleri de katarsak, karşımızda devasa bir eğitim almamış, okuma yazma dahi bilmeyen çocuk ve gençler var. Peki bu insanlar nerede? Bu soruya yanıtı Suriye toplumu içerisinde aradığımızda karşımızda eğitimle ilgili biriken devasa sorunlar çıkıyor. Suriyeli mülteciler, işsizlik, düşük ücret, uzun çalışma saati, hayat pahalılığı, statü ve diğer yaşamsal sorunlar içerisinde en can yakıcı sorunu, “eğitimi” olarak tanımlıyor. Eğitimde şu sorunlar öne çıkıyor: mülteci çocuklara dair eğitim stratejisinin ve planlamanın olmaması, okulların çok başlılığı, müfredatın belirsizliği, eğitime dair kararların kendileri dışında alındığı, okulların denetlenmediği, yönetim sorunlarının olduğu belirtiliyor. Acil olarak “geçmiş 5 yılı nasıl telafi ederiz” üzerine çalışılması ve buna dair planlar yapılması isteniyor. Bu yapılmasa, bir neslin yitirileceği korkusu Suriye toplumunda hakim olmuş durumda. Okulların yetersizliği, bunun için Türkiye geneli Suriyeli mültecilerin yaşadığı kentlerde ve kent içlerinde bir haritalandırma yapılmaması ve okul dağılımının buna göre planlanmaması sonucu, okullara ulaşım aileler için büyük bir maddi yük getirmektedir. Okullarda eğitim kalitesinin çok düşük olduğu söyleniyor ve mevcut okullar sadece “abc okulları” olarak tanımlanıyor. Büyük ölçüde kitap sorunun olduğunu, öğretmenlerin pedagojik eğitim almamış insanlardan oluştuğunu, bu insanların ideolojik eğitim verdiklerini ve bunun da çocukların siyasallaşmasına, radikalleşmesine sebep olduğunu belirtiyorlar. Öğretmenlere verilen maaşın çok düşük olması (yaklaşık 900 TL), pedagojik eğitim alan, mesleği öğretmenlik olan insanların okulları tercih etmemesine sebep oluyor. Suriyeli eğitmenler, eğitim metodu ve yöntemi üzerine tartışırken, dil bariyeri üzerine de tartışmakta, çokdilli eğitimin, anadilde eğitimin, bununla birlikte, toplumsal entegrasyon için çocukların Türkçe öğrenmesi zorunluluğu üzerinde yoğunlaşıyorlar. Türkiye’nin kendi vatandaşları olan Kürtlerin çokdilli ve anadil eğitimine izin vermediği bir eğitim sisteminde bunun nasıl olacağı da ayrı bir tartışma konusu (Kanımca, ileriki dönemlerde Türkiye kamuoyunun tartışacağı konulardan biri de bu olacaktır. Suriyeli göçmen çocukların Arapça eğitim aldığı okulların yanına Kürtler, Çerkezler ve diğer halklar da kendi dillerinde eğitim veren okullar talep edeceklerdir).
Diğer yandan engelli çocuklar, Çingeneler, Filistinliler, Ermeniler, Asuriler gibi etnik ve dinsel azınlıkların çocuklarıyla ilgili eğitim konusunda neredeyse hiçbir şey yapılmıyor. Örneğin sayıları 50.000’i bulan Suriye’den gelen Dom ve Abdal,[7] Çingene çocuklarının neredeyse hiçbiri okula alınmıyor. Suriyeli aileler ve eğitimciler bu çocuklarla kendi çocuklarının aynı okul ve sınıfta olmasını istemiyor.
Suriyeli Çocuk İşçiler
Suriye’deki savaşın en büyük mağduru olan mülteci çocuklar, eğitim hakkından mahrum bırakıldıkları için  ailelerinin yaşam mücadelesine ortak oluyor. Çocuklar kırsalda tarlalarda, bahçelerde, kentlerde ise atölyelerde ve sokakta çalıştırılıyor. Diğer yandan yetişkinlerin iş bulamaması çocukları çalışmaya zorluyor. Kayıtdışılığın en yüksek olduğu sektörlerde çocuk emeği hızla yaygınlaşıyor. Antep, Kilis, Urfa, Antakya gibi sınır illerde, Suriyeli çocuk işçiler, trikotaj atölyelerinde, tekstil fabrikalarında, kuru meyve fabrikalarında, ayakkabı imalat atölyelerinde ve araba tamirhanelerinde, tarım işçiliğinde, sokaklarda kâğıt mendil, su satıcılığı gibi işlerde çalıştırılıyor. Çocuklar yetişkinler için bile tehlikeli kabul edilen işlerde çalışmak zorunda kalıyor. Suriye’deki iç savaş koşullarına bir de ağır işyükünün eklenmesi çocuklar üzerinde olumsuz fizikî ve psikolojik etkiler bırakıyor. Suriyeli göçmenler ve Suriyeli çocuklar, artık kayıtdışı ekonominin bir parçası olmuş ve bu alanın en ağır koşullarına mahkûm edilmiş durumda. Türkiye’de Suriyeli mültecilerin çalışma izinleri sorununun tam olarak çözülmemesi sonucu, Suriyeli işverenlerin üretim yaptıkları atölyelerin çoğunluğunda da çocuk işçiler yoğun olarak çalıştırılmaktadır. Özellikle plastik, ayakkabı, trikotaj gibi ağır işkollarında yoğun olarak çocuk işçiler çalıştırılmaktadır. Yetişkin işçilerle birlikte izbe atölyelerde, günde 12-14 saat çalışan çocuk işçiler, genellikle yarı yarıya ücret almaktadır. Erken yaştan itibaren kimyasallar ve ağır iş şartlarına maruz kalan çocukların bedenlerinde meslek hastalıkları daha çabuk görülüyor.
20 Haziran Dünya Mülteciler Günü ve geçen haftaki “Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü” sebebiyle, tüm dünyada bu günler, mülteci ve çocuk işçiliğinin tartışıldığı, karaların alındığı, toplantıların yapıldığı, bildiri ve raporların sunulduğu günler olma özelliği taşıyor.
Bugünün dünyası, 65 milyon yerinden edilmiş, 23 milyon mülteci ve 10 milyon vatansız insana ev sahipliği yapıyor.[8] Her beş çocuktan birinin çalıştığı gerçeği de karşımızda duruyor. Dünyada ve ülkemizde çatışma alanları genişledikçe, insanlar bu çatışma alanlarından uzaklaşmak ve güvenlikli alanlara çekilmek amacıyla göç etmek zorunda kalacaklardır. Bu savaş ve göç hali öncelikle savunmasız olan çocuklara zarar vermekte, onları eğitimlerinden uzaklaştırmaktadır. Bu durumdaki ailelerin yoksullaşması işsizlik, maddi yoksunluk, barınma, gibi sorunlarla yüz yüze kalan çocukları çalışmaya zorluyor.
12 Yaşında Bir Usta
Mahmut 12 yaşında, beş yıl önce gelmiş Halep’ten. Suriye’de iç savaş başladığında 6 yaşındaymış, okula başlamış ama çatışmaların şehre yayılmasından dolayı okula gidememiş. Okuma yazma öğrenememiş. Ailesi önce Kilis’e sığınmış, sonra da Antep’e göçmüşler. Suriyeliler için okullar çok az ve uzak olduğundan okula gidememiş, çeşitli işlerde çalışmış. “Babam, ‘Okul yok, bari meslek sahibi ol,’ dedi; zaten o babam iş bulamıyor, eve ben bakıyorum,” diyor. Beş yıldır trikotaj, plastik, araba tamiri gibi pek çok işte çalışmış. Antep’te, bir zamanlar halı fabrikalarının olduğu Ünaldı Sanayi bölgesinde çalışıyor. Yaklaşık 40 kişinin çalıştığı atölyede, çalışanlardan 6 işçi dışında hepsi 18 yaşının altında çocuklar. 8-9 yaşında çocuklar daha çok taşıma, iplik kesimi, dizme, sıralama gibi işler yapıyor. Çalıştığı atölye yerin iki kat altında eski bir halı fabrikasının bir bölümü; patronu Suriyeli, bu atölyede daha büyük bir ayakkabı fabrikasına fason dikim yapılıyor. O büyük fabrika da Suriyelilere ait, burada parça parça dikilen ayakkabılar ana fabrikada birleştirilip ayakkabı ve terlik haline getiriliyor. Daha çok Suriye içine satılıyor. Mahmut 6 aydır bu atölyede usta olarak, makinede ayakkabı tokalarını dikiyor. Diğer ustaların hepsi kendisinden 4-5 yaş büyük ama Suriyeli ustabaşı “Eli çok yatkın makinaya,” diyor. Gerçekten küçük elleri dikiş makinesine öyle uyum sağlamış, ustalaşmış ki hayretler içinde kalıyoruz. Konuşmayı da çok sevmiyor. Arkadaşları, “Usta olmadan önce çok konuşurdu, usta ağırlığı çöktü üstüne,” diyorlar. Diğer ustalar haftalık 300-350 TL alırken, Mahmut 150 TL alıyor. “Neden?” diye soruyorum ustabaşına. “O daha çocuk,” diyor…
Ne Yapılmalı?
Öncelikle Suriyeli mülteciler, kendilerine dair alınan karar mekanizmalarına dâhil edilmeli. Eğitim sorunu hızla çözülmeli ve çocuklar formel eğitime dâhil edilmeli ve tam okullaşma sağlanmalıdır. Geçmiş beş yılın kaybının telafi edilmesi için gerçekçi strateji belirlenmeli ve gerçekleşmesi için kamu ve sivil toplum birlikte çalışmalıdır. Çocukların ve ailelerinin barınma, beslenme, eğitim, sağlık gibi asgari yaşam koşulları sağlanmalı. Türkiye genelinde bir haritalandırma çalışması yapılarak Suriyeli çocukların yoğun yaşadığı alanlara okullar açılmalı, kitap, müfredat, öğretmen sorunları çözülmelidir. Çok başlı okul sistemi kaldırılmalı ve Mili Eğitim Bakanlığı’nın denetiminde eğitimin siyasallaşması ve çocukların ideolojik yönlendirmelerinin önüne geçilmelidir. Öğretmenlerin formasyon, ücret ve eğitim eksiklikleri giderilmelidir, savaştan çıkmış, derin travmalara maruz kalmış öğretmen ve öğrencilere psikolojik destek sunulmalıdır. 5-14 yaş arası okul çağındaki tüm çocukların tam okullaşmalarının sağlanması, 15-18 yaş arası okuldan kopmuş çocukların da en azından çıraklık okullarına yönlendirilmesi gerekiyor. Özellikle Suriyelilerin de sahip olduğu işyerlerinde çocuk işçilerin çalıştığı işyerlerinin denetimi sıklaştırılmalıdır.
Ve tabii Kürt, Arap, Çerkes ve diğer halklardan çocuklar arasında ayrım yapmadan anadilde eğitimin önü açılmalıdır.
Kemal Vural Tarlan
Dipnotlar
[2] “Syria Regional Refugee Response”, UNHCR.
[3] “Savaş, göç, sınıf: Emeğin göçü”, Birikim Dergisi.
[4] “Türkı̇ye’de Mevsı̇mlı̇k Tarımsal Üretı̇mde Yabancı Göçmen İşçiler". Kalkınma Atölyesi tarafından hazırlanan bu çalışma Mevcut Durum, Politika Önerileri ve Dersler raporlarından oluşuyor. Şimdiye kadar bu alanda yapılmış en kapsamlı çalışmalardan biri... Emek Göçü, Göçmen İşçiliği, özellikle de Suriyeli Göçmen İşçiliği açısından, farklı ülkelerdeki deneyimler ve uygulamaların da yer aldığı oldukça detaylı bir çalışma. Göçün emek yönüne ışık tutuyor. Kalkınma Atölyesi.
[5] “DİSK-AR: Türkiye'de Çocuk İşçiliği Gerçeği Raporu, 2015”.
[6] Türkiye’deki Suriyeli Çocuklar Raporu, Nisan 2016.
[8] “Figures at a Glance”, UNHCR.

Kudüs: Mazlumiyetin Tarihi

Bir tarih ekolü olan maduniyet ekolü, kolonyal ve milliyetçi tarih yazımlarının taraflı olduğunu iddia eder. Zira toplum seçkinlerine dâhil olmayanların toplumsal katkıları bu iki tarih yazım ekolünce görmezden gelinmiştir. Madun olanların, yani aşağıda kalanların/ezilmişlerin aşağıdan bir tarihini yapmak, egemen tarih yazımının dışına çıkmayı ve bu bağlamda egemen tarih yazımına da bir direnmeyi ifade eder. Buradan hareketle maduniyet tarihinin bir anlamda mazlumiyet tarihinin, iktidarın her türlü tarih yazımına direnerek ortaya konulmasıdır, denilebilir.
Bu çerçevede Filistin tarihinin, bir maduniyet ve mazlumiyet tarih yazımına ihtiyaç duyduğunu hatırlatmak gerekmektedir. İsrail ile her türlü ticari faaliyetler devam ettirilerek bu tarih yazılamaz. Siyonizmin Müslümanlara saldıran askerleri birlikleriyle protokoller imzalayarak yapılamaz bu. Mavi Marmara vakıasına rağmen İsrail ile güven tazeleme adına koşuşturarak Mavi Marmara'da şehit edilen mazlumların hakkı alınamaz. IŞİD terör örgütünün daha ilk çıktığı yıllarda İsrail ile olan yakınlığına rağmen, bu örgüte destek vererek birçok Cuma namazında Mescid-i Aksâ'da göz yaşartıcı gazlara ve mermilere maruz kalan Müslüman kardeşlerimizin sesi asla duyurulamaz.
Ancak maalesef ülkemizde Filistin meselesi denildiğinde böyle bir tablo ile karşı karşıyayız. Kudüs ve Filistin'de yürütülen kültürel faaliyetler ve bunların televizyonlarda sergilenmesiyle bu vahim tablonun basiret sahibi Müslümanlardan gizlenebileceğini mi zannediyorlar? Filistin davası için, hatta tüm Müslümanlar için Siyonizme başkaldıran Seyyid Hasan Nasrallah'ın faaliyetlerini, mücadelesini, konuşmalarını kamuoyundan saklayarak kalbini ilk kıblesine bağlamış müminleri kandırabileceklerini mi düşünüyorlar? İsrail-Filistin arasındaki anlaşmazlığın giderilebilmesi için, ‘1967 Savaşı öncesi sınırlarına dönülmesi'ni isteyerek neyi kastediyor bu zihniyet? Osmanlı dönemi sınırlarına dönülmesini mi? Elbette hayır! Açıklamalarında Filistin'in başkentinin Doğu Kudüs olması gerektiğini ifade ettiklerine göre, Kudüs'ün bir kısmını Siyonistlere bırakmaya çoktan rızaları bulunmaktadır.[1]
İmam Humeynî, Müslümanlar bu tür oyunlara gelmesin diye Kudüs Günü'nü ilan etti. Mazlumların tarihinin nasıl yazılması gerektiği, direnişin ne şekilde yürütüleceği unutulmasın diye bir hatırlatma gününü hediye etti. Ramazan ayanın yüksek manevi havasında böyle bir günün varlık bulması da ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur. Müslümanların ortak paydası Kur'ân'ın indirildiği ay olan bu kutsal vakitte ulaşılan manevi doyumlar, ümmeti aynı zamanda bir bilinç seviyesine de taşımalıdır. Manevi hazlara eriştiğimizi zannedip Kudüs'ün batısını nasıl verebileceğimizi düşünürüz? Oruç dediğimiz ibadet sadece yeme, içme ve cinsel tutkuların ihtiraslarına karşı kendini tutma değil, bunun da ötesinde zihni tutulmalara karşı kendi bilincini daima açık tutma eylemidir. Bu bilinçten yoksunlukla dolu ramazanlar aç ve susuzluktan öte ne bırakır insanda?
Kudüs günü sadece mazlum bir halk olan Filistinlileri değil, tüm dünya ezilenlerini kucaklayan bir gündür. Zira bugünün dünyasında tüm ezenler emperyal bir işbirliği içerisindedirler. Dolayısıyla milli, coğrafi, etnik ve hatta dinî aidiyetlerin farklılaştırdığı bir güruh olmanın zararlarını, ümmet bilincinin ve cihânşümûl birlikteliğin ortak paydasını ve gücünü ortaya koyan bir gündür Kudüs günü!
Mazlumların onurlu direnişi de ancak bu aşamada güçlü bir safhaya evrilebilir. Birlikteliğin ve bunun yaratacağı niteliğin farkına varılması için bir fırsat olan Kudüs günü, aynı zamanda ezilmişlerin tarihinin yazılacağı zamanlarda bir milat olarak hatırlanacaktır.
Dipnot
[1] Dışişleri bakanlığı resmi sayfasındanbakınız. 23.06.16.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Bağzı Tartışmalar Üzerine…

Değerlendirme ve tespitlerimize başlamadan önce “zorunlu” bir açıklama yapma ihtiyacı duyduk. Mayıs ayında İştirakî dergisinin blog sayfasında yayınlanan Eskiyen Ne Varsa Atalım başlıklı araştırma-değerlendirme yazımızdan sonra mail adresimize olumlu yönde eleştiriler ve katkılar geldiği gibi, olumsuzlayan eleştiriler de aldık. Bu eleştirilerin her biri bizim açımızdan oldukça değerlidir. Değerlendirmelere dönük yazımız içerisinde de belirttiğimiz üzere, eleştirilere açık olduğumuzu, değişeme dair yanlış değerlendirmelerimiz olabileceğini de peşinen kabul ettik. Bunları karşılıklı eleştiri-özeleştiri tartışmalarıyla sonuçlandırabiliriz.
Fakat bağzı mailler var ki değinmeden yapamayacağız. Bu bağzı maillerin genel olarak ortak vurgusu Kaypakkaya’yı inkâr ettiğimize dönük bilindik, sıradan öfkelenmelerdir. Ne kadar anlatsak da böylesi temelsiz, duygusal tepki ve eleştirilerle karşılaşacağımızı biliyorduk. Açıkçası bunları gayet normal karşılıyoruz.
Bizler Eskiyen Ne Varsa Atalım başlıklı yazımızda Kaypakkaya yoldaşı inkâr etmedik, böyle bir yönelimimiz de olmadı. Sadece Kaypakkaya yoldaşın kendi dönemine ait sosyo-ekonomik yapı tespitinin günümüz açısından güncelliğini yitirdiğini ve buna bağlı olarak devrimin yolu, esas alan, kızıl siyasi iktidarlar meselelerine dair düşüncelerimizi yaptığımız bir çalışmayla yazıya döktük.
Ne bahsini ettiğimiz araştırma/değerlendirme yazısında ne de Haziran ayında Kaypakkaya Partizan ve İştirakî dergisinin internet sitelerinde yayınlanan “7 Haziran Seçimleri ve Devrimci-Demokratik Hareket başlıklı değerlendirme yazılarında Kaypakkaya’yı inkâr etmediğimiz açıktır. Amacımızın Kaypakkaya geleneğine eleştirilerle birlikte katkıda bulunmak olduğu görülmelidir.
Eğer çok merak ediliyorsa; Kaypakkaya yoldaşın Kemalizm, Devlet, Parti, Ulusal Sorun vb. konularda güncelliğini koruduğunu belirtmek isteriz. Bu konulara dair esas korunarak çeşitli katkılar yapılabileceğini de düşünüyoruz.
Velhasıl merak edenler ve tekrar okumak isteyenler 18 Mayıs vesilesiyle yazılan yazıyı, istiraki.blogspot.com.tr linkinden, 7 Haziran genel seçimleri sonrası yayınlanan makaleyi www.kaypakkayahaber.comya da istiraki.blogspot.com.tr linklerinden okuyabilirler.
Bu uzun ve “zorunlu” açıklamayı yaptıktan sonra bu ayki yazımıza geçebiliriz. Yazımızda; egemen kliklerin kendi aralarındaki çatışmaları, buna bağlı olarak devlet meselesi, güncel politika olarak meclis başkanlığı seçimleri ve koalisyon tartışmalarını değerlendireceğiz. Bununla birlikte Türkiye Solu’nun, Kürt Özgürlük Hareketi’ne yaklaşımı ve bu mesele üzerinde birlerine yönelttikleri eleştirilerine değineceğiz.
Yanılsama ve Yine Yanılsama
Ülkemizde hâkim sınıf klikleri arasındaki dalaş TC devletinin kurulduğu günden beri sürekli olarak sürmektedir. Bazı dönemlerde şiddetli çatışmalar, bazı dönemlerde ise geçici “uzlaşmalarla” sürüp gelmektedir. Bu kapışma hali ise gerici-faşist devlet yıkıldığında son bulacaktır. Bu, bir devrim sorunudur ve proletarya önderliğinde gelişen bir devrim sonrası hâkim sınıflar arasındaki çelişme kendiliğinden sona erecektir.
Maalesef ki bir devrim ve proletarya önderliğinde bir iktidar olmadığı için bu klikler arasındaki mücadele de sürmektedir.
7 Haziran seçimlerinde yaralanan AKP, yeni oluşan aritmetik tablo içerisinde koalisyon tartışmalarının belirleyici unsuru olmaya devam etmektedir. AKP ciddi bir darbe alarak tek başına hükümet olma şansını kaybetmiş fakat birinci parti olmayı başarmıştır. Meclis başkanlığı seçimlerini ise MHP’nin HDP’ye olan tavrından dolayı kazanmıştır. MHP’nin kendisi açısından tutarlı olan HDP ile birlikte gözükmeme tavrı meclis başkanlığı seçimlerinde olduğu gibi koalisyon oluşturma sürecinde de AKP’nin işine yaradığı, yarayacağı açıktır. Seçim sonrası süreci, darbelenmiş AKP’nin 7 Haziran seçimleri sonrası ortaya çıkan belirsizlikte inisiyatifi ele geçirdiğini belirterek özetleyebiliriz.
MHP’nin kendi içerisindeki bu tutarlı yaklaşımı, kendini AKP karşıtlığıyla sınırlandıranları hayal kırıklığına uğratmıştır. AKP karşıtlığıyla gözleri karararak, devlet gerçeğini göremeyenlerin böylesi hayal kırıklıklarına uğraması ise oldukça normal ve bir o kadar da trajiktir.
Düzen partilerinin varlığı açısından devletin devamlılığı esastır. Bu, oldukça yalın bir gerçektir. Yanılsamanın ilk etabını devlet ve düzen partilerinin amaç ve işlevlerini unutanlar oluşturmaktadır.
“Yanılsama içerisinde yanılsama” dediğimiz ikinci etap elemanları ise; başta HDP ve ona yedeklenenler ile diğer reformist sol oluşturmaktadır. HDP, AKP karşıtlığı üzerinden çok şeyler bekleyen kendileri değilmiş gibi davranmaktadır. Kitlelere dönük “zaten MHP’den ne bekliyordunuz” anlamına çıkan bir tavır içerisine girmiş olmaları MHP’den bekledikleri umudu kaybetmiş olmalarıyla alakalıdır. CHP-MHP hükümetine destek vereceklerini, devleti hükümetsiz bırakmayacaklarını, istikrardan yana olduklarını kendileri söylememiş gibi, yeni bir hamle yapma girişimleri baştan sona tutarsızlıktır. CHP-MHP koalisyonunu destek tavrına gireceksin, bu olmayınca “AKP-MHP koalisyonu savaş hükümeti olur” diyerek karşı çıkıp AKP-CHP koalisyonuna göz kırpacaksın. Tüm bunları ilkesel siyaset adına dile getirecek kadar da ilkesiz davranacaksın. Kendini AKP karşıtlığıyla sınırlandırmak, diğer düzen partilerine göz kırpmak, pazarlıklar içerisinde, meclis koridorlarında boğulmanın önüne açmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Bakın Kaypakkaya yoldaş meseleye dair yaklaşımını nasıl açıklıyor:
“Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket, ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki, hâkim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hâkim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.” [İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar]
Elbette ki HDP’den Kaypakkaya tavrı beklemiyoruz. Bu alıntıyı HDP’nin yedeği durumuna düşen Kaypakkayacı hareketlere söylüyoruz.
İki Eleştiri: Yedeklenmek ve Sosyal Şovenizm
Sırrı Süreyya Önder’in sosyal medyada paylaşım rekorları kıran TBMM’de yaptığı bir konuşmasını hatırlatmak istiyoruz. HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder TBMM’de yapılan bir görüşmede söz hakkı alarak iktidar ve muhalefetin birbirleri hakkında söylediklerine “ikinizde haklısınız, biz ikinizin de söylediklerine grup olarak katılıyoruz” demişti. Türkiye Solu’nun Kürt Özgürlük Hareketi’ne yaklaşımları üzerinden birbirlerine yönelttikleri eleştiriler değerlendirildiğinde, her iki kesimin birbirlerine yönelik eleştirilerine “ikiniz de haklısınız” diyebiliriz.
Kimdir bu iki kesim: Birincisi; bazı nüanslar taşıyarak Kürt Özgürlük Hareketi’nin yörüngesindeki, “hep destek, tam destek” diyerek yedeklenen hareketlerdir. İkincisi ise Kürt Özgürlük Hareketi’ne mesafe koymak için türlü bahaneler arayan, Kemalizm’in etkisindeki, sosyal şoven hareketlerdir.
Her iki kesimin de Kürt Özgürlük Hareketi’ne yaklaşımı sakattır. Burada bir tercih yapma zorunluluğumuz ve niyetimiz yoktur.
AKP, ezilen Kürt ulusunun başkaldırısına karşı aldatma ve tasfiye amaçlı bir süreç başlatmış ve hükümet olma durumunu günümüze kadar bu dengeyi sağlayarak sürdürmüştür. Uzun yıllardır çeşitli adlarla sürdürdüğü bu aldatma amaçlı siyaset sayesinde 7 Haziran seçimlerine kadar güçlenerek ilerlemiş ve nihayetinde aldatma, oyalama siyasetine karşı Kürt halkı AKP’yi Kuzey Kürdistan’da sandığa gömerek tepkisini göstermiştir. Her ne kadar AKP eliyle sürdürülen “süreç” onun iktidarda kalmasını sağlamış olsa da sürecin bir tarafı olan Kürt Özgürlük Hareketi’ni de güçlendirmiştir. Kürt Özgürlük Hareketi bu süreçten güçlenerek çıkmıştır. Türkiye Devrimci Hareketi’nin belirli kesimlerince dile getirilen “teslimiyet” yaşanmamıştır. Zaten böyle bir tespitte bulunmak Kürt Özgürlük Hareketi’ni tanımamaktan ileri gelmektedir. Onun ulusal çıkarları ekseninde sürdürdüğü uzlaşmacı çizgisini teslimiyet olarak okumuştur. Bu, gözünün önünde cereyan eden ulusal bir hareketi anlamamaktan ileri gelmektedir.
Ezilen ulusun haklı, meşru ve demokratik ne kadar talebi varsa sonuna kadar desteklenmesi komünistlerin tavrı olmalıdır. Günümüz gerçeği içerisinde bu hareketle arasına mesafe koymak politik arenada ezilen ulusun uğradığı milli zulme seyirci kalmaktır.
Bu, onun her dediğinin alkışlanması, “hep destek, tam destek” anlamına gelmez. Ortak düşmana karşı bağımsız siyaset yapma hakkını koruyarak, eleştirilerimizle birlikte, mücadelenin çeşitli alanlarında birarada olmayı başarmalıyız. Özgür Gelecek ve Halkın Günlüğü haber sitelerinde çıkan meclis başkanlığı ve koalisyon meselelerine dair yapılan değerlendirmeler kendini düzen partileriyle sınırlandırmıştır. HDP’nin tüm bu süreçteki tavrını görmezden gelmeleri, yurtsever hareketin hassasiyetlerinden dolayı eylemsizlik kararı almanın, yedeklenmekten başka bir adı yoktur.
Ne yedeklenmek, ne de anlamsız mesafeler koymak doğru bir yaklaşımdır. Türkiye solu kendi yapamadığını ve başaramadığı ne kadar şey varsa hep ulusal hareketin yapmasını beklemiş, bu olmayınca da ya ona yedeklenmiş ya da arasına anlamsız mesafeler koymuştur.
Umut Munzur

10 Temmuz 2015 Cuma

Nasrallah'ın Dünya Kudüs Günü Konuşması

Bismillahirrahmanirrahim
Hamd Allah'a mahsustur; Resulüne, Resulün âline ve seçkin ashabına salat ve selam olsun.
Kız ve erkek kardeşlerin hepinize Allahın selamı olsun; hepinizi bu güzel meclisten dolayı kutluyor, oruç ve ibadetlerinizin bu faziletli günlerde kabul edilmesini niyaz ediyorum.
İmam Humeynî'nin ihdas ettiği Kudüs gününü Ramazan ayının son Cuma gününde kutluyoruz; o ümmetin vicdan, cihat, kültür ve düşüncesinde bu konunun kalıcı olmasını istemekteydi. Onun bu kararının ne kadar isabetli olduğunu son zamanlarda yaşadıklarımız göstermektedir.
Siyonist vahşi İsrail'in Gazze’ye yaptıklarından bir yılın geçtiği bu günlerde, Allah'a hamdolsun, İran olsun Moritanya, Suriye, ırak, Filistin, Türkiye gibi Arap ve İslam ülkelerinde bugün İmam’ın davetine icabet edildiğini görmekteyiz. Bu, gerçekten çok önemlidir. Bu göstermektedir ki Kudüs hatırlanmakta ve Müslümanlar meydanlara çıkıp sesini Kudüs meselesi için yükseltmektedir.
Yemen ve Bahreyn kendi mazlumiyetlerine rağmen Kudüs'ü unutmadılar
İki ülkeye özellikle değinmek istemekteyim. Bugün Yemenliler Sana'ya çıkıp Suudi Amerika'nın yaptıklarına rağmen sokaklara döküldüler. On binlerce kişi düşmanın tüm tehdit ve gücüne rağmen Filistin ve Kudüs'ü unutmadılar. Yemenliler, İslam âlemini ve Arapların onları kendi hâllerine bıraktığını gördü. Bununla birlikte bu üzücü durum Yemen halkının "Kudüs, Gazze ve Filistin ile ilgim yoktur" demesine neden olmadı. Onların bu iradesi, ihlâsı takdire şayandır.
İkinci ülke ise Bahreyn'dir. İslam ve Arap âleminin bu konudaki duruşu da görmezlikten gelme şeklinde gerçekleşti. Bahreyn halkının yaptıkları sıradan gösterilerden addedilmeye çalışıldı. Bahreyn halkı bugünü (Kudüs gününü) her beldesinde kutladı ve tıpkı Yemen halkı gibi dinî ve siyasî duruşunu ortaya koydu. Bahreyn yönetiminin, IŞİD'in tehditlerine rağmen sokaklara döküldüler.
Bugünün önemine binaen düşmanımız İsrail hakkında konuşmak ve sonrasında bölgenin ve Lübnan'ın durumuna değinmeye çalışacağım.
İsrail'in stratejik pozisyonu dört yıl öncesine nazaran değişti; artık İslam âleminden korku duymuyor
Gasıp İsrail bugün nerededir? Geçen Haziran ayında İsrail'de bir zirve düzenlendi; burada İsrailli siyasilerden, askerlerden ve diğer dallarda uzman kişilerden insanlar toplanıp bölge hakkındaki bilgilerini paylaştı. Burada İsrail'in stratejik pozisyonunun dört yıl öncesine nazaran değiştiği söylenmelidir. Esefle söylenmelidir ki Siyonist bilirkişiler 1.5-2milyara yakın Müslüman âleminden bir tehdit ve korku duymamaktadır. Bu 1.5-2 milyar Müslüman’ın ne silahları ne de siyasi duruşu İsrail tarafından tehdit olarak görülmemektedir.
İsrail Suriye ve Yemen meselelerinden memnun
Suriye konusunda İsrail önderleri bu husustaki hoşnutluklarını açıkça dile getirmektedirler. Bundan anlaşılan, burada İsrail ve ABD'ye Filistin konusunda boyun eğmeyen bir ülkenin zor duruma düşmüş olduğudur. İsrail, Cuvlan'ın kendi topraklarına ilhak edilmesine ilişkin diplomatik süreç yürütmektedir.
Yemen hususunda da aynı durum vardır. İsrail, Suudlar ile stratejik işbirliği yapmaktadır. Çünkü onların gözünde Yemen özgür olursa, halkı kesinlikle direnişin ekseninin bir cephesi olup İsrail'e tehdit olacaktır. Bu nedenle İsrail bu konuda da memnundur. Kızıl Deniz'den vb. hususlardan kendi siyasî ve askerî emellerini gerçekleştirebilmesi için Yemen halkının bölük pörçük edilmesi gerekmektedir.
İsrail bölgedeki savaşı daha geniş bir alana yaymak istiyor
İsrail bölgede yayılmış olan savaştan memnun olup bu harplerin daha geniş bir alana yayılması için istihbaratını kullanmaktadır. Maalesef Cezayir'de de benzer bir durumla, kavmî olduğu söylenen çatışmaların başladığı bazı çevrelerin haber ajansları tarafından yayılmaya başlandı bile. Sorunun Cezayir'deki Maliki ve Berberîler arasındaki anlaşmazlıklar şeklinde lanse edildiğini gördüm. Bu konuda henüz detaylı bir bilgiye sahip değilim ama yapılmak istenen ortadadır.
İsrail terörist bir devlettir, münafıktır
İsrail'de gerçekleştirilen bu zirvede ortaya çıkan sonuçların hiçbirinde Arap bir devletin bölgedeki terörizmi desteklediğine dair olmadı; bu, dile getirilmedi. Öne sürülen iddialar arasında Mısır-Sina'da Hamas ile irtibatı kesmeye çalıştığını; Suriye'de ise Durzîleri savunduğunu iddia etmektedir. Oysa bu iddiaların hepsi yalandır. Kendisi terörist bir devlettir, münafıktır. Bu devletin kendi tabiatı terör iken nasıl oluyor da başkalarını terörle suçlayabilmektedir?
İsrail'e göre tehdit ve tehlike İran İslam Cumhuriyeti ile birlikte direniş hareketidir
Bir yıl önce Gazze'ye gerçekleştirdiği insanlık dışı askerî saldırısında, birçok kadın ve çocuğu öldürmedi mi? Buna rağmen mi terör karşısında durduğunu söylüyor? Maalesef bazıları "benim İsrail ile ne işim var; ben teröre karşıyım" demektedir. Oysa İsrail bu terörü destekleyen mercidir. Bu düşmanımıza, İsrail'e göre tehdit kimdir o halde? Sadece tek bir düşmanı vardır; İran İslam Cumhuriyeti. Tüm İsrail aklı İslam Cumhuriyeti'nin çeşitli sahalarına yönlendirilmiş bulunmaktadır. İsrail bunlar üzerine, İran dâhilî ve haricî siyaseti ve durumu üzerine kafa yormaktadır. Bunun yanında direniş hareketi de onun için tehlike olarak görülmektedir.
Evet, direniş onun için stratejik bir tehdit olsa da mevcudiyeti itibariyle tehlike değildir henüz. Varlığı itibariyle tehdit olan tek devlet İran olduğundan ABD ve İsrail'in tüm oyunları İran üzerine oynanmaktadır.[1]
Neden milyar dolarlık silah alan Arap ülkeleri değil de İslamî İran İsrail için tehdit oluşturuyor?
Bir kişi, başını iki eli arasına alıp bunu biraz düşünmelidir; 1,5 milyar Müslüman’ın İsrail'e tehdit olmadığını, sadece İran'ın bu şekilde Siyonistler tarafından tehdit kabul edildiğini görmemiz gerekmektedir. Neden Arap ülkeleri milyar dolarlar karşılığında silah almalarına rağmen İsrail'e tehdit teşkil etmiyorlar? Çünkü İsrail, Arap dünyasının Kudüs ve Filistin'i sattığını bilmektedir. Gazze'de ne oldu, insanlara neler yapıldı? Irak ve Suriye'deki savaşa harcanan paranın toplamı, Gazze savaşına harcandı. Onlar Sünni Müslümanlar değil mi? Neden yardım edilmedi? Çünkü Kudüs ve Filistin'i satılacağına dair Üst Arap Aklı karar almıştır.
Terör hareketleri bölgemizdeki direnişi kırmak için ortaya çıkarılmış durumdadır. Soruyoruz, mücadele bayrağını kaldırıp direnen kimdir? İsrail'in varlığını tanıma karşılığında İran'a uranyum zenginleştirme hususunda her türlü kolaylık sağlansa bile, İmam Hamaney böyle bir uzlaşıyı ve kararı asla kabul etmeyecektir. Bu, dinlerinden taviz vermek anlamına gelir. Çünkü İran, direniş cephesini maddî-manevî her sahada desteklemektedir. Bu, birçok insanın takınamadığı bir tavır ve duruştur.
İran'a düşman olmak Filistin davasını boş vermektir
Dolayısıyla İran, gerek İsrail için ve gerek ABD'nin bölgedeki varlığı ve siyasî-ticarî gücü için tehdit konumundadır. Bu Kudüs gününde Hıristiyan, Arap ve Filistin meselesine değer veren herekse seslenmeme izin verin; bu davaya sahiplenmek ancak İran'ın yanında yer almakla mümkündür, İran'a düşman olmak ise, Filistin davasını boş vermektir. İsrail'de bilir, İran için bunun dışında bir söz söyleyecek kimse yoktur.
İran'ın Şiiliği domine ettiği iddiası 'Resmi Arab Aklının' yalan ve uydurmasıdır
İran'ın bölgede Fars, Safavî ve Şiîliği domine ettiğine dair iddialar tamamıyla yalandır. Tüm bunlar Filistin ve Kudüs'ü düşmana vermek isteyen Resmî Arab Aklının yalan ve uydurmalarıdır.
Suriye direniyor ve direnecektir, onu ele geçirmek isteyenler bunu asla başaramayacaklar
Kudüs yolundaki Suriye için ise siyasî bir çözüm gerekmektedir. Karşıt görüşte olan Suriyeliler bile siyasî çözüm istemektedirler. İdlip düştükten sonra “Suriye düştü” dediler, ama beş yıla yakın hepiniz bu tür sözlerin sarf edildiğini, bu şekilde Suriye'nin düşmesi için aylar ve yıllar saydıklarını biliyorsunuz. Dera, Ruveyda, Haseki'de de benzer şeyleri söylediler. Suriye'yi ele geçirmek isteyenlere sesleniyorum; asla alamayacaksınız, Suriye direniyor ve direnecektir.
İran ile olan Kudüs iledir; Suriye ve Yemen düşerse Filistin ve Kudüs düşer
Kim İran ile ise Kudüs iledir; bizler önceden de ve bundan sonrada İran ileyiz. Aynı şekilde Suriye ileyiz. Suriye'de güneş altında yüzümüzü gizlemeden savaşıyoruz. Orada şehit olan her bireyimizin cenaze merasimi, Lübnan'da törenle yapılmaktadır. Bizler Kalamun, Halep, Haseki'den ve aynı şekilde Yemen'den geçen yolun Kudüs'e ulaştığını söylüyoruz. Buralar düşerse Filistin ve Kudüs de düşer.
Hizbullah olarak şunu ilan ediyoruz: Yemen'e yapılanlara karşıyız. Suudiler bu saldırıdaki temel amaçlarını ortaya koysun ve bunlardan hangilerinin gerçekleştiğini göstersin. Hezimet üzerine hezimetten başkasını gösteremezsiniz. Suudiler, Yemen harbinin netice vermeyeceğini bilmelidirler. Yapılanlar ancak dökülen kanları arttıracaktır. Suudilerin yaptığını uçak sahibi her ülke yapar; askerî ve siyasî bir operasyondan ziyade intikam hareketi gerçekleştirilmekte, Yemenliler öldürülmek istenmektedir.
Kuveyt'teki tekfirci saldırı karşısında Şia ve Sünni âlimler çok güzel bir örnek sergilediler
Kuveyt'te de İmam Sadık (a.s.) Mescidi'ne gerçekleştirilen terör saldırısı karşısında Kuveyt meclisi, askerî ve medyasının yanı sıra Şia ve Sünni âlimler bu konuda çok güzel bir örnek sergilerdiler. Bunun Arap ülkelerinde çoğalmasını istiyoruz. Benzer bir vahşi saldırı karşısında, bu tür bir duruş sergilenmeli ve yardımlaşıp ortak hareket etme üzere tavır alınmalıdır. Kuveyt toplumundan hiçbir kesimden bu terör saldırısına sessiz kalan olmadı; askerî, siyasî ve medya vb. her kesimden insanlar karşı çıktı bu işe. Çünkü bilinmektedir ki bugün ona, yarın Kuveyt'in diğer kesimlerine tehdit yayılacaktır. Bu bilinçle onlar çıkarılmak istenen mezhepsel kargaşayı devletin vahdetine dönüştürdüler. Bahreyn'de ise aksi söz konusudur. Bahreyn mescitlerine yapılanlardan sonra siyasî erkin insanî ve ahlakî olarak gerçekleşenlere karşı durması; devletin terör ile yüz yüze olup yeni bir sahifenin beraber açılabileceğini söylemesi; Şeyh Ali Selman ile görüşülmesi gerekirken tam tersine Bahreynli hürriyetperverlerin özgürlükleri kısıtlanmaktadır. Ama Bahreyn halkı bunlara rağmen susmayacaktır.
Lübnan ile bitirelim. Bu konuda sadece kısa bir şeyler söylemek istiyorum; çünkü henüz gerekli açıklamaları yapacak zaman geçmiş değildir. Haftalar önce hükümet konusunda ve siyasî anlamda sorun söz konusuydu. Mişel Aun'u desteklediğimiz belliydi. Söz konusu sorunlar hakkında insanların işi ciddi almasını ve iyice düşünmesi gerektiğini belirttik. Ama bazı siyasî çevreler tarafından meseleye dair yanlış bir okuma yapıldı. Hizbullah Suriye ile meşgul olduğundan Mişel Aun'u es geçelim. Bu yanlış bir tavırdı. Bu raddeye varmak zorunda değildik.
Öncelikle bakanlar kurulunun teşkili gerekmekteydi. İmad Avn'ın çevresindekilerin[2] onu bıraktığı söylendi ve ortaya mevcut sorunlar çıktı. İlk olarak halkın Mişel Aun lehine tezahüratına Hizbullah'ın katılamaması eleştirildi. Katılmamamızın sebebi bunun sağlıklı olmayacağından kaynaklanmaktadır. Kendisinin de böyle bir isteği de olmadı zaten. O, bu merhalede Hizbullah'ın üstlendiği sorumluluğun farkında olmalıdır.
Ayrıntılara çok girmek istemiyorum. Birkaç kısa başlıkta meseleyi izah etmeye çalışacağım.
1. İlk olarak cumhurbaşkanı seçimi meselesi ilkesel olarak bazı şartlara bağlanması gerekmektedir.
2. Bakanlar meclisinin işler konuma getirilmesi gerekmektedir ki cumhurbaşkanı seçimleri sağlıklı yapılsın. İmad Avn ve onun yanındakilerden kimse ne hükümetin işleyişini durdurmak ve ne de bu hükümeti düşürmek istemez. Zaten coğrafyamızın durumu bu konuda tehlike arz etmektedir. Çalışmalar ortak yapılmalıdır. İnsanların ve ülkenin maslahatı için bu güven oluşturulmalıdır.
3. Bizim bakanlar meclisine dair görüşümüz gayet bellidir. Cumhurbaşkanlığı hususunda başkalarıyla aynı görüşe sahip olmadığımızdan, en azından ortak bir payda olabilecek şeyi, vekiller meclisinin açılması ve çalışması gerektiğini söylemekteyiz. Bu durumun çözümü için bir çalışma yapılmalıdır.
4. Mesele başka yönlere çekilmektedir. Hür Vatan Partisi hususunda Müstakbel Partisi konuyu başka yerlere taşımaktadır. Müstakbel Partisi Mişel Aun'u istememektedir; zorlama işler netice vermez. Bizler hiçbir müttefikimizi bırakmayız ve bırakmayacağız. Her iki parti arasında görüşmeler olmalı, meclis açılmalıdır.
Lübnan her zamankinden daha fazla siyasî bir istikrara muhtaçtır. Dalgalar içindeki bir bölgede gemideyiz; burada müesseselerimizin ve devletimizin selameti için beraber olmalıyız.
Tüm bu olanlar ve tecrübelerden Filistin, Hıristiyan ve Müslümanların müesseselerini barındıran Kudüs'ün yanında ne kalmaktadır? Tüm tarihî ve siyasî tecrübeler göstermektedir ki Filistin halkının direniş haricinde bir yolu bulunmamaktadır.
Hizbullah olarak bizler, bu Dünya Kudüs Günü'nde İmam Humeynî'ye verdiğimiz sözde duracağımızı ve Kudüs'e ulaşacağımızı bildiriyoruz.
Hepinizi Allah'ın selamı ile selamlıyorum...
Hasan Nasrallah


[1] Seyyid Hasan Nasrallah'ın buradaki kastı, Direniş'in varlığının da İran İslam Cumhuriyeti'ne bağlı olması bağlamında ele alınırsa ne dediği ortaya çıkmaktadır. İsrail ancak, İran'ı zayıflattığı oranda Direniş'i de zayıflatıp ortadan kaldırabilecektir.
[2] Seyyid Hasan Nasrallah'ın buradaki kastı Hizbullah'tır.