7 Haziran 2015 Pazar

Ayıklığımızı Yitirdik

Alp Buğdaycı, Metin Kaçan’la tanışmasını ve uyuşturucu, grup seks ortamlarına sapıp nasıl yoldan çıktığını anlatırken, “Marksist gelenekten geliyorum, alkol bile içmezdim” diyor. Yahya Sezai Tezel’in (sâbık) Marksistliğine benzer bir şeyden bahsetmediği açık olduğuna göre, kastettiği, eskinin tabiriyle, “militan”; yeninin tabiriyle, “aktivist” geçmişi. Biraz tuhaf bir hatıra, şimdilerde muhafazakârlığı aşma namına unutturulmakta, ancak bu ülkede sosyalist solun içki tüketimine düşman değilse de pekâlâ mesafeli olduğu bir dönem yaşandı.
Murtaza Gürkan’ın Bardanadam kitabını 1980’lerden 1990’lara solun yeni kültürel mabetleri olan “entel barlar” hakkında gözlem notları sanıp almıştım. Karşıma çok daha çarpıcı bir portre çıktı. 12 Eylül’ün sadmesiyle erken yaşta hem siyasi, hem toplumsal ilişkileri yönünden yalpalamaya başlayan genç bir yazarın sol renkli barlara sığınarak, kendisine benzer insanlara sokularak ayakta kalma çabası. Çok çarpıcı ve hüzünlü kısımlar var, ayık kafayla yazılmış olması mümkün değil. Bodrum’a gidiyor ve oranın turistik, hedonistik barlarından püriten bir nefretle, yabancılıkla bahsediyor. Bir an önce tatili bitsin de duvarında Nâzım resmi olan, Joan Baez çalınan barına kavuşsun istiyor.
Hobisini meslek haline getiren insanlara hep imrenmişimdir. Uzunca bir süredir de solcu yahut eski solcu hobisi içmek olduğu için bar açanlar çok çıkıyordu; şimdi ne zamandır meyhanecilik furyası var. Kırk yıllık rakı ince ilim nesnesi haline getirilirken meyhane kavramı da tuhaf bir nezihleştirmeye, yapmacık bir nostaljikleştirmeye, egzotik bir azınlıklaştırmaya maruz kaldığı için tam solcu mesleğine dönüştü. Adam meyhane açıyor, ismi yok Barba Yorgi’nin Laternası, yok Madam Eleni’nin Paskalya Yumurtası, soruyorsun nereli olduğunu, “Sıvaz Zaralıyım hocam” diyor. Velhasıl aynı zamanda hemşerim olan bir meslektaş da evin yakınında meyhane açmış, “gelin” dedi, “uğrarız” dedik.
ÖDP üyesi Bahadır Grammeşin’in bar işletmecisi mafya elemanları tarafından öldürülmesinden bu yana düşünüyorum. Bu olay başka bir yerde de yaşanabilirdi, belki Beyoğlu’nda, belki Sakarya Caddesi’nde. İçkili eğlence mekânlarının ezici çoğunluğunun suç örgütü ağlarının parçası olduğu ama dostane mekânlara kavuştukça bu manzarayı pek de umursamayan solcuların mutat şekilde arşınladığı herhangi bir kent parçasında.
Ve düşünüyorum da sanırım biz gardımızı çok fena düşürdük. İşin sağlık kısmından ziyade, asıl siyasi olarak ve yaşam yordamı olarak. İçkili mekânları yaşam tarzımıza yönelik tehditlere karşı birer korkuluk, sağlam birer temel kazığı gibi gördükçe, içki tüketimini asli bir sosyal katalizöre, kimliksel ethos’a dönüştürdükçe, “içen adamdan zarar gelmez” gibi sathi, anlamsız lafların arkasına sığınıp, kursağına alkol giren her ben-i Âdeme rindmeşrep baba erenler veya bilge balıkçı muamelesi yaptıkça, “bizden” olan “steril” mekânlara kapılanıp eğlence sektörünün ardındaki devasa mafya gerçeğine gözlerimizi kapadıkça, mahallesinde pavyon istemeyen halkı “yobaz”, onlara hasbelkader destek veren solcuları “otoriter” ilân ettikçe… Açıkçası ve korkarım ki ayıklığımızı yitirdik.

6 Haziran 2015 Cumartesi

Ultras

Kahire Acil İşler Mahkemesi ülke genelinde Ultras olarak bilinen ve kararlı futbol taraftarları olarak görülen grupların faaliyetlerini önceki hafta yayımladığı bir kararla yasakladı ve taraftarları “terörist örgüt” ilan etti.
Taraftarların kulübe girişini yasakladığı ve kendisini ölümle tehdit ettiğini söyleyen Zamelek Kulübü Başkanı Murtaza Mansur’un ihbarından sonra mahkeme, Ultras grubunu terörist ilan eden kararını aldı.
Futbol stadyumlarında Ultras taraftarları ve polis güçleri arasında yaşanan çatışmalar ve Ultras gruplarının 2011 yılında Mısır devriminde yer alarak devlet güçleri ile çatışmaları, devlet ile Ultras grupları arasındaki uzun bir geçmişe sahip olan düşmanlığın yeni bir aşamaya geçtiğini gösteren bir adım oldu.
Ultras grupları 2012 yılından beri meydana gelen 2 katliamdan güvenlik güçlerini sorumlu tutmaktadır. 2012 Şubat ayında, Ahly ve Port Said taraftarları arasındaki çatışmaları takiben Port Said stadyumunda yapılan maçta güvenlik güçlerinin çıkışları engellemesi ile 72 Ahly taraftarı öldürüldü. Yine 2015 Şubat ayında polis küçük metal kutularda göz yaşartıcı bomba atmasıyla yaklaşık 20 Zamalek taraftarının stadyuma girerken ölmesine neden oldu.
Son yıllarda Ultras gruplarını geniş ölçüde araştırmış olan toplumsal araştırmacı Dalia Abdel Hamid, “Devletin Ultras’a karşı düşmanlığının, devrime katılması, devletin organize gruplara karşı korku duymasını da içeren birçok faktöre dayandığını ifade etti. Devrimde yer alan aktivistler, gazeteciler ve sivil toplum örgütleri bu faktörlere göre cezalandırıldı. Müslüman Kardeşler ile birlikte her iki grup da gerçek katliamlarla yüzleşerek en ağır sonuçlara dayanabilmişlerdir.” dedi.
İki ana taraftar grubu olan Ultras White Knights ve Ultras Ahlawy 2007’de kurulduklarından beri birçok kez devlet güçlerinin saldırısına uğramışlardır.
2008 yılında polis taraftarların kapalı tribüne girmesini engellemek için taraftarlara saldırdı. Polis, Ultras taraftarlarına maç boyunca havai fişek ve pankart açma yasağı koymaya çalışarak saldırılarına devam etti. Stadyum dışında da devam eden saldırılar, çatışmaların yeniden başlaması ile sonuçlandı.
Eski futbolcu ve talk show sunucusu Ahmed Sohobeir tarafından 2009 yılında bir medya kampanyası başlatılarak taraftar grupları uyuşturucu bağımlısı olmakla suçlandılar. Al Masry Al YoumGazetesi kampanyanın ardından Ultras taraftarları evlerinden alınarak kitlesel tutuklamalar yapıldığını yazdı.
2011 Devrimi boyunca Ultras grupları futbol maçlarında en ön sırada polis ile çatışmayı sürdürdü.
Abdel Hamid, “Ultras gruplarının iyi organize olmaları, finansmanlarını kendilerinin sağlamaları nedeniyle politik gruplar olmamalarına rağmen devlet için bir tehdit oluşturduğunu” söyledi.
Binlerce üyesi olan ve ülke geneline yayılmış olan Ultras grupları, mahkeme kararına Zamalek Spor Kulübü taraftarı Ultras Beyaz Şövalyeler, 8 Şubat’ta Hava Savunma Stadı’nda hayatını kaybeden bütün taraftarlar için yapılan şarkıyı yayınlayarak cevap verdiler.
“Yarayı deşme, Biz ölüyoruz,” başlıklı şarkı kalabalık stadyumda meydana gelen izdihamda dar bir yere sıkışan taraftarların biber gazı ile öldürüldüğünü bir kez daha hatırlatıyor.
Ölenlerin hatırasının anımsanması ve kaybedilenlere saygı gösteren şarkı aynı zamanda açık bir mesajda veriyor. “Sen terör silahlarınla statlarda güvenliği sağlayabilirsin ama unutma ki Biz Ultrasız. Baskı devletinin sonu hayırlı olmayacak.”
Hangi takımın taraftar grubu olurlarsa olsunlar Ultras’lar birbirlerine sıkı bağlılıkları ve iyi organize olmuş bir hareket olarak oldukça popülerlik kazandılar. Etkili şarkıları ile tanınan Ultras’lar Eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in devrilmesinde yaptıkları oturma eylemleri ve stat dışındaki faaliyetleri ile önemli rol oynadılar. Mübarek devrildikten sonrada protesto ve yürüyüşler ile siyasete aktif katılımlarını sürdürdüler.
Çeviri: İsyandan

Humeyni'ye Suikast

İsrail’in dış istihbarat kolu Mossad’dan ayrıldıktan yirmi üç sene sonra bir hatıra, Yossi Alfer’i sabahın dördünde uyandırıyor. O günlerde hâlâ Paris yakınlarında sürgünde olan Ayetullah Ruhullah Humeyni’yi 1979’un başında öldürme isteğini Mossad ya kabul etmiş olsaydı?
Verdiği mülâkatta Alfer bu soruya “cevap vermesi imkânsız” karşılığını veriyor. “Oldukça karizmatik liderlerin merkeziliği ve dolayısıyla onların ortadan kaldırılması için her zaman bir gerekçe ortaya konulmak zorunda.”
Alfer bu olayın temellerini son kitabı Periferi: İsrail’in Ortadoğu’da Müttefik Arayışları’nda ortaya koyuyor. Mossad’ın başındaki isim olan İshak Hofi, Mossad’ın Tahran temsilcisi Eliezar Şafrir ile Alfer’i huzuruna çağırıyor ve onlara, giderek büyüyen protestoların önünü kesmek için o dönem Şah’ın bekçi niyetine atadığı başbakanı Şapur Bahtiyar’dan gelen, Humeyni’ye “suikast düzenleyin” ricasını iletiyor.
Şafrir’in cevabı olumsuz oluyor: Eğer Humeyni İran’a dönerse, onun muhtemelen ordu ve Şah’ın güvenlik polisi Savak’ın hakkından geleceğini söylüyor. Alfer derin bir nefes alıp şu tespiti yapıyor: “Mevcut risk hakkında hükümde bulunabilmek için, Humeyni’nin neyin savunucusu olduğunu, elinde ne tür imkânlar bulunduğunu pek bilmiyoruz.”
Humeyni’yi hafife almak sadece Mossad değil, ABD, Britanya ve Savak’ın da önemli bir hatası. Bugün bildiğini bilse Alfer neyi tavsiye ederdi acaba?
Alfer bu noktada, “Eğer bu konuşma birkaç ay sonra yaşanmış olsaydı, ben muhtemelen ‘bu riske değer’ derdim” diyor. “Ben farklı bir görüş sunsaydım, Mossad başkanının farklı bir karar vereceğini söylemiyorum, bu, bugüne kadar bende kalan bir yüktür.”
Devrimciler iktidara gelince niyetlerini hızla açık ediyorlar. “Muhalefetin hakkından nasıl geldiğini, tüm o idamları gördük ve onların kararlılıklarını bir biçimde takdir ettik. Devrimi ihraç etmeyle ilgili planlarını hiç saklamadılar. Anlaşılan o ki Bahtiyar bunu anlamıştı ama biz ne Bahtiyar’ı ne de mollaları tanıyorduk. Gidişatı anlamadık.”
Alfer’in bu sürükleyici çalışması kendi tecrübesine ve bir yığın mülâkata dayanıyor. Kitap, esas olarak Cemal Abdulnasır liderliğindeki Mısır’ın başını çektiği, “Arap merkezci” devletlere karşı İsrail’in bölgesel müttefikler bulduğu, 1957-8 döneminde başbakan olan David Ben Gurion tarafından geliştirilmiş “Periferi Doktrini”ni inceliyor.
Alfer, “Mossad’ın başbakana bağlı olduğunu, dolayısıyla Ben Gurion’un bu görevi Mossad’a vermesinde bir anormallik bulunmadığını” söylüyor: “Ben Gurion dışişleri bakanlığına uzaktı. Bunlar gizli ilişkilerdi ve temelde bu ilişkilerle ilgili tüm bilgileri başbakana bildirmek de Mossad’ın işiydi.”
Alfer gibi Mossad ajanları, ülkelerde ve oralardaki etnik veya dinî azınlıklar içerisinde faaliyet yürütüyorlar. Bu faaliyet alanları Etiyopya’yı, Sudan’ı, Fas’ı, Yunanistan’ı, Lübnan Marunîlerini, Irak Kürtlerini, güney Sudan’ı ve Berberîleri içeriyor.
Alfer, o dönemde Saddam Hüseyin’in iktidarda olduğu Irak’ta Kürt savaşçıları eğitiyor ta ki Şah, 1975’te Cezayir Anlaşması ile Kürt isyanına yönelik desteğine son verip fişini çekene kadar.
İsrail’in Ortadoğu’da müttefik arayışı üç başlıklı. Ellilerden beri Türkiye ve İran ile istihbarat üzerinden bir ittifak söz konusu. İran ile ilişki 1979 Devrimi’ne dek sürüyor, 2009 civarı başbakan Erdoğan ile birlikte iki ülke arasında belli bir mesafe açılıyor.
“Tahran’daki ticarî heyetin başındaki isim oldukça tecrübeli bir büyükelçiydi. Şah’a direk ulaşabiliyordu ama [resmî] bir rütbesi yoktu, diplomatik kokteyllere hiç davet edilmiyordu, zira İranlılar Araplar karşısında İsrail’i belli ölçüde reddettiklerini göstermek istiyorlardı.”
Toplamda periferi doktrininin kapsamı seksenlerde “merkezî” Arap devletleri ile yürütülen barış görüşmelerine doğru daralıyor. Bu ilişki militan İslamcılığın muhtelif akımları karşısında düşman olmayan kimi Arap devletlerinin ortaya çıkmasıyla, 2010’dan sonra farklı bir kılıfta yeniden gelişme imkânı buluyor.
“Bugün eğer düşman kesimi tarif etmek istersek, karşımıza gayet amorf bir yapı çıkar: ilk başta sayılması gereken, Hizbullah ve Hamas gibi devlet olmayan aktörlerdir. Buna IŞİD ve Nusret Cephesi eklenebilir. Etrafımızda akışkan, devrimci bir durum mevcuttur. Bu durum bizim her daim tetikte olmamızı gerekli kılıyor. Bu nedenle bölgeye bir mozaikmiş gibi bakıyoruz. Mozaiğin her bir kare taşına atlayıp mevcut durumları birer faydaya çevirmeye çalışıyoruz. Sahaya baktığımızda karşımıza İran ve Türkiye çıkıyor. İran Hizbullah’ı destekliyor ama Türkiye’yi tam bir düşman olarak tanımlamak güç. Son süreçte İsrail’le Türkiye arasındaki ticarî ilişkilerde, diplomatik gerginliğe karşın, ciddi bir patlama yaşanıyor.”
O hâlde İsrail için en büyük tehdit kim? İran ekseni mi, Hizbullah mı, Esad rejimi mi? Yoksa IŞİD ve Nusret Cephesi gibi militan Sünni Müslüman gruplar mı?
Alfer bu soruya şu cevabı veriyor: “Her ikisi de bizim için kötü. Ama hangisi acil olarak halledilmeli diye sorulacak olursa, bu sorunun cevabı Hizbullah ve İran olur. Esad burada artık neredeyse pasif bir oyuncu hâline gelmiştir. Bunlar bizim için acil ele alınması gereken düşmanlar, öte yandan IŞİD’in ağzından bizimle ilgili tek laf işitmiyoruz. İslamî fanatiklerin bizden kurtulmak istediklerine şüphe yok ama ellerindeki kara listede biz epey alt sıralarda yer alıyoruz.”
Karşısında bu düşman cephesini bulunca İsrail, Azerbaycan, Romanya, Yunanistan ve Kıbrıs’la bağlantılar kuruyor, Rusya, Çin ve Hindistan’la ticarî ilişkilerini geliştiriyor. Bu da, periferi doktrininin geliştiği ellilerle kıyaslandığında, bugün İsrail’in epey güçlü olduğunu gösteriyor. Alfer bu noktada şu tespiti yapıyor: “Elimizde daha fazla seçenek var, artık sırtımızı sürekli duvara yaslamak zorunda değiliz.”
Bir de İsrail’in Suudi Arabistan gibi Körfez ülkeleriyle ilişkileri meselesi var. Bu da İsrail’e ihraç edilen Şah petrolleri kadar “gizli” bir mesele.
“Bir buçuk yıl önce Bibi [Netanyahu, -İsrail başbakanı] BM’de çıkıp İsrail’in Körfez ülkeleriyle ilişkisini faş etti. Her şeyi açık açık söyledi. Bu ilişki ne kadar somut, bu başka bir mesele ama en azından bir ilişki olduğu açık. Ama gene de ikircikli bir ilişki bu, çünkü bu ülkeler IŞİD ve Nusret Cephesi’ni besliyor, bu, İdlib’de ve diğer yerlerde yaşananlardan belli.”
Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle ticareti de İsrail üzerinden gerçekleşiyor. Zira Irak ve Suriye artık güvenli değil. “Türk kamyonları İsrail limanı Hayfa’dan çıkıp Beit She’an Vadisi’nden geçerek Ürdün’e giriyor, Türk malları buradan Arap yarımadasına ulaştırılıyor. Türk plakası kamyonlar gemiyle gelip yollarına devam ediyor. Bu, birkaç yıldır bu şekilde gerçekleşiyor, bir tür statüko gereği muazzam bir ticarî çıkar söz konusu burada.”
Alfer İran konusunda biraz karamsar. Kitabında “periferi nostaljisi” başlıklı bir bölüm var. Bu tabirle Alfer, İran’la ilişkilerin iyileşmesinin Tahran’daki devlet yetkililerinin değişmesine veya yerinden edilmesine bağlı olduğuna dair kanaate işaret ediyor. Her ne kadar Alfer, Obama yönetimi içerisinde bir “muadil” keşfetse de, İran-Irak savaşında İsrail’in Irak’a silâh gönderdiği seksenlerden beri bu ilişkinin çok zayıfladığını söylemek gerekiyor.
“Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve dışişleri bakanı Muhammed Cevad Zarif ile yapılan bu nükleer anlaşmasının İran’daki politik hayatı ılımlılaştıracağını ve bunun İranlı ya da değil, herkesin faydasına olacağını söylüyorlar. Umarım başarılı olurlar. İran’ın nükleer silâha sahip olması konusunda hiç endişelenmeksizin bir on yıl daha yaşamaya itirazım yok benim ama beni asıl rahatsız eden, bu anlaşmanın İran’ın Irak, Suriye ve belki de Yemen’de bölgesel hegemonya peşinde koşmasına dönük sahada uygulamaya sokulacak bir hoşgörüye tercüme edilmek istenmesi.”
Belki de bugün her şey çok farklı olabilirdi. Mossad’ın Tahran’daki eski ajanı Şafrir ile Alfer bugün Tel Aviv’de birbirlerine yakın evlerde yaşıyorlar. Alfer mülâkatta “onunla yüzme havuzunda buluşup sohbet ettiklerini” söylüyor.
Gareth Smith

Saray Soytarıları, HDP, Seçimler ve İftiralar

Seçim sathı mailine girdiğimiz günden beri AKP cenahından HDP'ye çok çirkin, seviyesiz, adap dışı birçok suçlama yönetildi. Bunların çoğu mesnedsiz iftiralar olmakla birlikte, adeta münafıkça yapılan karalama kampanyalarıydı. Şimdi her birine teker teker açıklama getireceğim.
1. Selahaddin Demirtaş, “Taksim Kabemizdir!” dedi.
İktidar partisi en baştan beri bu yalanın arkasına saklanarak miting meydanlarında gerçekleri çarpıtmak suretiyle oy toplamaya çalışıyor. Demirtaş böyle bir şey söylemedi. Taksim'de ifade ettiği şey, ''Müslümanlar için Mekke'yi önemli kılan şey Kâbe'dir. Kendisini sosyalist olarak tanımlayanlar için de Taksim de orada ölüleri olması bakımından kutsaldır, bunu böyle anlamak lazım!'' minvalinde şeyler söyledi. Sözgelimi, “Hindular için inek ne kadar kutsalsa, Müslümanlar için Kâbe de o kadar kutsaldır” denilse, bu ineğe tapma mı oluyor, yoksa vakıanın daha iyi anlaşılması için verilen somut bir örnek mi? İftiralarınızda boğulun.
2. HDP Zerdüşt'ür, Müslüman olan arkasında durmaz!
En baştan söylemem gerekir ki, bu nasıl bir cehalet, bu nasıl bir aptallık. İki sayfa dinler tarihi okuyan biri bile, Zerdüşt olmak için Zerdüşt bir anne-babanın evladı olmak gerektiğini bilir. Yani, sonradan Zerdüşt olmak gibi bir şey söz konusu değildir. O yüzden Zerdüştlerin nüfusu statiktir ve her geçen gün erir, hatta bu yüzden yok olmaya yüz tutmaya başlamışlardır. Bildiğiniz üzere HDP içerisinde, başta Selahaddin Demirtaş olmak üzere, hiç kimsenin anne-babası Zerdüşt değildir. Evet, Zerdüştlük Kürdlerin ilk inançlarındandır, fakat Türklerin de ilk inancı Şamanizm'dir. Kimse Türklere “Şamansınız” diyor mu? He diyelim ki, Türkler Şamanlar. Bu aşağılanmayı, seçim meydanlarında malzeme olmayı mı gerektirir? Bir insan farklı bir dinden ve mezhepten olabilir. Önemli olan onun neye inandığı değil, ne yaptığıdır. Ancak, günümüzde yalancı, hırsız, iftiracı, üçkâğıtçı ve katil olmak, başka bir dinden, mezhepten, siyasi fikirden olmaktan daha evla geliyor insanlara.
3. HDP LGBT'yi savunuyor, bunlar Lut kavmi.
Bu iddia da diğerleri gibi tamamen bir çarpıtmaya mündemiçtir. Şöyle ki, eşcinselliği meydan meydan dolaşıp gündemleştirenler, bunu ahlaklı olmak adına, dindar olmak adına yapmıyorlar. Her şeyi, politik bir araç haline getirmekten imtina etmeyen bu anlayış, kerhanelerin hepsinden vergi alıyor. Yine kumar bunların döneminde kurumsallaşarak, adı iddia olan bir boyuta evrildi. Faizle kazanç, zirvesini, ahlak adına başkalarına saldıran bu güruh zamanında yaşadı. Ayrıca, eşcinselliği böyle öcü gibi lanse eden bu rantçı anlayış, eşcinsellerin örgütlenmesinin önündeki bütün engelleri bizzat kendi eliyle kaldırdı. Peki, hâl böyleyken, neyin davası güdülüyor? Amaç üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek ve durmadan dayak yiyen bu bağcı, elbet zamanı gelince tepkisini ortaya koyacaktır.
4. Yasin Börü'yü Selahaddin Demirtaş öldürdü.
Hatırlarsanız, Kobani kuşatıldığında iktidar, adeta dalga geçiyor, “düşerse düşsün, bize ne Kobani'den” demek suretiyle de Rojava'da kimin tarafında olduğunu belli ediyordu. Çeteler sabah sınırlardan geçip gidip burada yaşayanların akrabalarına tecavüz ediyor, akşam ise hiçbir şey yokmuş gibi geliyorlardı. Hastanelerde tedavi oluyor, gerekli mühimmatı da sınırdaki müttefiklerinden alıyorlardı. Halkın 4 sene boyunca şahit olduğu bu tablo, bir de Kobani'deki kuşatmaya karşı lakayt ve umursamaz tavırla karşılaşınca, bir patlama noktasına geldi. O gün Selahaddin Demirtaş, “sokağa çıkmayın” dese bile insanlar sokağa çıkacaktı. Zira, psikolojik olarak çok yıpranmış, gerçekten gerginleşmiş olan Kürdler, sınırdaki kardeşleri için bir şey yapmak istiyorlardı. Netice de sokağa çıkıldı, o tepkiden sonra sınır kapıları sınırlı olarak YPG-YPJ'ye açıldı. Yani, söylendiği gibi 6-7 Ekim olayları, sonuçsuz eylemler dizisi değildir. Tam tersine işe yaramış, Türkiye'yi sıkıştırmıştır. Ancak istenmeyen olaylar da yaşanmıştır. Yasin Börü, bir evde sıkışmış, saatlerce polisi aramış, ancak kimsenin gelmemesi üzerine katledilmiştir. Bu katliamda bizzat derin bir anlayışın parmağının olduğu kanaatindeyim. Fakat, konumuz bu değil. Yasin'in ölümünü sabah akşam istismar edenler, kesinlikle bir çocuğun ölümünden duydukları üzüntüyü yansıtmıyorlar. Onların amacı Yasin üzerinden siyasi rant devşirmektir. Böyle olmasaydı, daha dün ölen Berkin'in annesini miting alanlarında yuhalatmaz; Roboski katliamında bedenleri ateşe verilerek yakılan çocukların aileleriyle ve Kürdlerle dalga geçilmez, bir roket atar mermisiyle paramparça olan Ceylan'ın katilleri bulunur, 12 yaşındaki Uğur'un bedenine 13 kurşun sıkan özel harekâtçılar aklanmazdı. Ancak ellerine yüzlerce çocuğun kanı bulaşanlar, çocuk edebiyatı yapınca iş açıkça riyâkârlığa kaçıyor. Çünkü, evleri camdan yapılmış olanlar başkalarının evlerini taşlıyorlar.
5. HDP'nin parti olarak seçime girmesi, üst akılın işi.
Geçen seçimi hatırlayanlar, bizzat Erdoğan'ın BDP'yi seçimlere bağımsız girmesinden dolayı korkaklıkla suçladığını bilir. Bugün ise tam tersine HDP parti olarak seçime girdiği için suçlanıyor. Sabah ayrı konuşup, akşam ayrı şeyler söyleyen insanlardan ne beklersiniz? Evet, bu noktada bir akıl devrede, ancak bu üst akıl değil, ortak bir akıl. Üst akıl arayanlar, AKP kurulmadan önce kurucularının Amerika'ya ve Süleyman Demirel'e gidişine baksınlar.
6. HDP silah zoruyla oy alıyor.
AKP için “kömürle oy alıyor” muhabbetinin daha farklı bir versiyonudur bu. Diyelim ki HDP silahla oy alıyor, devlet bunu bilmesine rağmen mahkemelere neden başvurmuyor? Böyle bir şey varsa, neden elindeki imkânlarla bunu engellemiyor? Seçmeninin yarısından fazlası Batı'da olan HDP bunu devletin tam hâkimiyet altına aldığı yerlerde nasıl yaptığını nasıl açıklayacaklar? Eğer böyle bir şey varsa, devlet acziyet içindedir, yoksa ise yalan söylüyorlar. Her iki durumda da suçlular.
7. HDP mağdur edebiyatı yapıyor, kendisini vurduruyor.
Bugüne kadar HDP'ye, özellikle batı illerinde, 120'nin üzerinde saldırı yapıldı. Bu saldırılarda birçok kişi yaralandı, HDP'nin binaları kundaklandı, bayrakları yakıldı. Ancak, bir kişi dâhil yargılanmadı. Olaylara geç müdahale edilmesine karşın, polisin önünde HDP'lilere saldırılanlar zevkle izlendi. Erzurum'da araç içerisinde HDP'li şoför cayır cayır yakılırken, yüzlerce polis bunu seyretmekle yetindi. Yaşlı, başlı kadınlara ellerinde satırlarla saldıran ırkçı çeteler hoşgörüyle karşılandı. Madem HDP bunu kendi kendine yaptırıyor, o halde devletin polisi ve askeri neden buna alet oluyor? Neden yüzlerce saldırı sonrasında kimse tutuklanıp yargılanmıyor? MİT ve emniyet istihbarat ne işe yarıyor? Bu saldırılar yapılmadan önce internetlerden örgütleniliyor. Koskoca devlet, bunu bilmiyor mu? Daha dün Amed'te bir patlama yaşandı. Orada yüzlerce insan da ölebilirdi. Zaten amaç da oydu, ancak her şeyden önce orada devlet ne iş yapıyor? Miting yapılacak yer haftalar öncesinden belli olmasına rağmen nasıl oluyor da devletin bütün birimlerinden habersiz bombalar oraya yerleştiriliyor? Demek istediğim, HDP'nin barajı geçmesi durumunda geleceği tehlikeye düşenler ülkeyi kana boğmak pahasına HDP'li tabanı sokağa çekmek istiyorlar. Ancak, planları ellerinde patlayacak.
8. Başörtülü bacılarımız...
Kendisine oy veren başörtülüler dışındaki bütün başörtülüleri sözde vatandaş olarak gören bu anlayış, Erzurum'da 70 yaşındaki başörtülü nenenin kafasının patlatılmasını görmez. Kendisini protesto eden başörtülü kadınlara ağzına gelen, söylenmeyecek şeyler söyleyenleri umursamaz. Defalarca polis tarafından yerlerde sürüklenen HDP'li başörtülü yöneticileri kabul etmez. Hayatını başörtüsü mücadelesine veren Hüda Kaya'ya “sözde” der ama daha dün kapanan yandaşlarını dört dörtlük başörtülü olarak görür. 
Anlayacağınız ikiyüzlü, ciddi anlamda seviyesi yerlerde, kaybetme korkusuyla din, mezhep, ideoloji, ahlakî değer kaygısı gütmeden her şeyi ayaklar altına alan, din-i İslam'i mübini siyasete alet eden bir anlayış ve algıyla karşı karşıyayız. Allah sonumuzu hayretsin. Daha fazla yazmak istemiyorum, zira sabah 5'te evimin polisler tarafından basılmasını arzu etmiyorum.
Behzat Fikrî Çözer

5 Haziran 2015 Cuma

Cenaze Fenerleri

Diyarbekir 'de miting saatlerinde İstanbul Bayrampaşa civarında bir berbere girmiştim.
Berber beni koltuğa aldığında TV’de de Esra Erol evlendirme programı vardı. Zevkle izliyordu berber, kalfası ve dükkâna girip çıkan kimileri...
Derken son dakika haberi ile gözüm ekrana kaydı. Patlama, yaralılar...
"Kim yaptı ise Allah belasını versin" dedim bağırarak birden; oysa nasıl da sessizdim. Berber bana baktı; kalfası ile... Ve;
“Kesin Pekaka yapmıştır. Oya ihtiyaçları var. Kendi halkını bombalıyor” dedi. Canı yanmadı, donmadı, şaşırmadı. Dünden hazırdı; berber. Fail belliydi. Asker polis öldüremeyince şimdi de halkını öldüren örgüt!
“Çıkmak istiyorum” dedim. Yarıda bıraktım tıraşı...
Dışarıdan, o sıra MHP seçim propagandası yapan araçlar geçiyordu; onlara da el sallandı. Selamları alındı...
Köşeyi dönerken aklıma Ç. geldi. Ardından K. ve İ... R. geldi. K. geldi...
Sevdiğim onca yüz, gülüşleri ile Diyarbekir'den sevdiklerim geldi...
Miting alanında olabilecekleri aklıma gelince yüreğim çırpınmaya başladı.
"Çiya" dedim usulca...
Ç. eksilse ki İstanbul eksilir yüzümde. Öyle güzel güler ki gülüşüne bir gamze oturur. Bir tarafım kıvrandı. Nefes alamadım o an.
K. Öyle mahcup, öyle serhad, öyle serhildan yüreklim... Eksilse ki omuzlarımı kesip güvercinlere atsam yeridir.
İ. vakarı ile dünyamın Amed kapısı. Sakallarında hep bir Sur içi... Eksilse ki ben sussam bir daha da konuşmasam. O denli...
Daha sayamadığım onca Amed insanı. Diyarbekir’den sessiz sedasız sevdiğim onca güzel insan. “Coğrafya kaderdir” derler. O kaderin içinde tanıdıklarım merak ettiklerim özlediklerim ve... “Artık kaderlerinde ölüm olmasın ne olur” dediklerim...
Orada bunlar olurken burada "o öyle demiş, bu böyle demiş, oynamıyorum ben”lerle telaşlı birileri.
İncir çekirdeği dolmaz alınganlıklar ile oyalanan kimi yakınlarımdakiler... Nasıl sıkıldı isem.
Dilime Sirya’yı seslendiren çocuğun sesi sarılıyor. Hep K.'nın sesindeki masumiyeti duyumsarım o şiirde:
Fısıldıyorum kendime:
"sensiz olmax neyse ne,
amaçsız olmax koyiyê sirya;
Sen dağlara gittin,
ben sokaklara döndüm.
Hangimiz haklı bilmiyem."
Yaralılar taşınıyor. 
İnsanlar nasıl da mutluymuş oysa... Tüpün içine bilye yerleştirip patlatmak da nedir?
Kimdedir bunca acının hesabı? Kitabı? Allah'ı?
Sonra Üsküdar oldum. Yağmur başladı. Yerde yatan yaralıya sarılanların fotoğraflarına bakarken dinledim kaç kez; Ahmet Kaya'nın sesinde sarılıyorum tüm yaralılara:
"başını omzuma yasla
göğsümde taşıyayım seni
gövdem gövdene can olsun
söyle bana ey
ölümün açıklayıcı pervanesi
hangi yavru tek başına yiğittir
hangi yangın bir başına söndürülür
ah herkes susuyor
hiç kimse bilmiyor içimin yangınını
ah herkes mi susuyor
kalbimi kalbine bağladım dostum
ah herkes mi susuyor
kalbi kalbimize benzeyen dostlar
bir çarmıh gibi bırakıyorken kendini dünyaya
hayatın ateş renkli kelebekleri
bir bir tutuluyorken korkunç koleksiyonlar için
ah herkes mi susuyor
bağırsam içimdeki dehşeti
hırsım deler mi toprağı
beni
acısıyla onduran
dostumu
aşkla vurduran hayat
sana
yaşananla harlanan bağrımın sevdasını akıttım
dünyanın yeni baharına
çatlarken kadim güneş
bağrım delinirken fidanların kanıyla
anamın doğurgan karnıdır diye
sevgilimin sütlenecek göğsüdür diye
dostumun üretken gülüdür diye
sana bağlandım
sana sarıldım
beni umutsuz koma
tarihle avutma ben
çünki aşkla sınanmışım sana
sana yangınla, suyla, ateşle
ölümle, yaprakla, şiirle sınanmışım
ey yaşarken kanayan acı
şimşekli gök, tufan, kan fırtınası
uçurum kıyısında hızla büyüyen ot
yapraksız bir ölümün anısı için
körpecik kuzuların derisi için
beni tarihle avutma
umutsuz koma beni
akıtsam deliren sevdamı
köpürür mü hayatı besleyen su
ey benim
yedi başlı kartalım
her başını
bir dağ başlangıcında koyanım
senin
böyle diri bir akarsu gibi kıvrılan gövdendir
bizim aşkımızı solduranların korkusu
çünki elbette bir su
kendi akacağı toprağın sertliğini bilir
ve suyun gövdesiyle yırtılınca toprak
artık ırmak mı ne denir
işte devrim
ona benzer bir akışın hızına denir
yarın ne olur bilirim ben
bahar gelir, otlar büyür
ölüm de yapraklanır
bir dağ bulur uzun uzun bakarım
bir çam ağacı gölgesi
güzel kokular veren
bir damla güneş görünce
sana da gülümseyeceğim yarın
şimdi senin uzanıp yattığın otlarda
yarın yeni bir yeşillik büyüyecek" [Arkadaş Z. Özger]
Büyüyecek evet. Yeşiller, kırmızılar, sarılar, maviler, beyazlar. Kötülüğe inat, B A R I Ş büyüyecek. Sevdiklerimizi vuran her ölümün karşısında öldürülenlerin sevgisi ile büyüyecek. Mezarlar konuşacak bir gün. Şehrin dışına gömdüklerimiz aramıza gelip gözyaşlarımızı silecekler. Çıkacağız bu lanetli labirentten. Akıl verenler, nasihat verenler akıllarını ve nasihatlerini alıp gelecekler. Susacaklar. En büyük nasihat gülümsemektir. En büyük akıl sevgidir.
“Bugün bir kere olsun Diyarbekirli olun” derim. “Sonra sevdiklerinize sarılın” derim... İki üç kelimelik Kürtçe teselli öğrenin. “Geçecek” deyin. Her şey güzel olmasa da biz güzel kalacağız” deyin... Bu hayat Diyarbekir'de bu kadar incitilir mi? Şırnak'ta bu kadar kaybedilir mi? İstanbul'da bu kadar yorulur mu? Yok olmanın Kabe'sinde bu kadar tavaf edilir mi?
(Ç'yi tanıdığımda hep dağlara bakıyordu. Az konuşuyor ve dağlara bakıyordu. Bir şeye gülse sonra yine dağlara. “Olmuyor diyordu” hep. Ümitsizdi, öfkeliydi ama eli, kalbi hep yaşamı ve insanı savunmakla geçiyordu. “İnsanlık güzellikleri hak ediyor” diyor ve didiniyordu. Bir mum nasıl aydınlığını vere vere erirse, o da öyle... K de öyle... İ de...)
İlk defa ölmüyor insanlar ama neden son olmasın artık?!
Bir halk düşünün ki elinde cenaze fenerleri ile hayatı arıyor...
Namazgah - 04:02

Seçim Oyunları

Seçim artık tek hakikat. Toplumsal organizma kendini yeni seçim düzenine uygun olarak güncellemektedir. Artık neredeyse her altı ayda bir yapılır hale gelen seçimler, doğalında yeni bir siyaset ortaya çıkarmak zorundadır. Biten bir seçim hemen sonrasında yapılacak yeni seçimi gündeme almakta ve bütün çelişki çatışma ve gerilim hatları ve kaynakları bu gündeme endekslenmektedir. Kapitalist örgütlenme, politikanın boşluk tanımadığını iyi bilmektedir. Seçim vakası oluşabilecek yıkıcı bütün imkânları ihtimalleri kendisinde toplayan içine çeken bir kara delik niteliğine büründürülmüştür. Bu yolla düzene karşı ortaya çıkma ihtimali olan büyük enerjiler seçim mekanizması marifetiyle soğurulmaktadır.
Kuşkusuz bu durum son dönemde devlet tarafından bir yöntem olarak benimsenmektedir. Genel ve yerel seçimlerin her dört yılda bir yapılır hale gelmesi, bunların arasına cumhurbaşkanlığı seçiminin eklenmesi toplumsal pratikte  büyük bir meşguliyet alanı oluşturmaktadır. Bu durumun kısa vadeli sonuçları çok net izlenemese de orta ve uzun vadede ağır sonuçlarının olacağı görülmelidir. Zira artık gık diyenin karşısına gerek devlet ve burjuvazi gerekse bu alana oynayan politik unsurlar tarafından “seçim”  çıkarılmaktadır. Kitlelerin sömürü ve zulüm düzeniyle mücadele konusunda başka imkânlar aramaya, yollar açmaya dönük gayretleri tek hakikat haline gelen seçimler nedeniyle akamete uğramaktadır.
Seçim vakası belli şartlar dâhilinde bir mücadele alanı olarak görülebilir. Bu alana ilişkin taktik stratejik bir hamle yapılabilir. Devlet ve demokrasi güçleri arasında yaşanan çelişki/çatışma süreçleri çeşitli imkânlar barındıran bir tür arakesit olarak görülerek buraya yönelik devrimci bir siyaset örülebilir. Fakat bunun şartları ve çeşitli yükümlülükleri olmalıdır. Böyle bir politik yönelime girerken geride kalan yollar unutulmamalıdır. Burjuvazi kendi kurgusunu kabul eden unsurları düzen içine almadan önce sterilizasyon kabininde ilgili unsurun yüklerini bırakmasını, kirinden-pasından temizlenmesini beklemektedir. Hâlihazırda istikametini bu alana girmek yönünde belirlemiş  sol unsurlar bu sterilizasyon işlemini zımnen kabul etmiş sayılmalıdırlar. Ancak bilinmelidir ki sınıfsal devrimci sigortaları olmayan dinamikler için bu işlem geriye dönüşsüz bir nitelik değişimi demektir. Düzen içi dengeler değişip o sahneden atıldığında yapılan eski kirli-paslı işler artık kimseyi cezp etmeyecektir. Çünkü kolay yoldan kitleselleşmenin, etlenmenin-butlanmanın tadına varılmıştır artık.
HDP birliğinin ağırlıklı bölümünü oluşturan Kürt gövdesinin durumu bu noktada farklılık arz etmektedir. Çünkü Kürt Hareketi’nin, girdiği tehlikeli ilişkilerden, handikaplardan kurtarabilecek sigortaları mevcuttur. Dağ kadrosu, dağın kendisi olmuş bir partisi  ve silahı var. Oysa HDP’ye eklemlenen solun ne sahici kitle bağları, ne arkasına aldığı bir işçi sınıfı ne de silahı bulunmaktadır. Sahneyi kuran güçler sahnenin kurgusunu değiştirdiğinde yaşanacak olan koca bir boşluk olacaktır. HDP’nin niyeti ve muradı ne olursa olsun, somut gerçekte uluslararası sermaye ve yerli burjuvazinin bir kanadı ona Erdoğan'ı zayıflatmak için bir aparat olarak yaklaşmaktadır. Dolayısıyla HDP’nin barajı geçmesi veya baraj altında kalması çarpışan bu kliklerin hangisinin daha güçlü olduğuyla ilgilidir.[1]. Burada mevzubahis olan AKP değildir. Pratiği, yönelimleri öngörülemez, kontrol edilemez hale gelen Erdoğan’ın şahsıdır. Bu sürecin sonu er geç AKP'nin reorganizasyonu ile tamamlanacaktır. Bugün HDP’yi destekleyen bilcümle  liberal, orta sınıf, küçük burjuva aydın, gazeteci, yazar akademisyen,  Erdoğan’sız bir AKP kurgusunu hayal etmektedir, bunlar için HDP geçici bir uğraktan ibarettir.
 Lafın özü; parlamenter siyaset istikameti her dönem tehlikeli bir yoldur. Ancak bu dönem her zamankinden daha tehlikelidir. Uluslararası sermaye ve yerli burjuvazinin güçlü kanadı ilk kez kendilerinin uzun erimli hedefleri uyarınca HDP şahsında solu allayıp pullamakta ve ambalajlamaktadır.  Liberal/orta sınıf/küçük burjuva âlemin HDP sevdası bu bağlamdan okunmalıdır.[2] Şimdi bu isimler AKP’nin başında mutlak uyumlu, itidalli, ölçülü bir isim görmek istemektedirler. Bunlara göre piyasa düzenine çapak olan, suyu bulandıran Erdoğan’dır, oysa AKP’nin ideolojik politik yapısı, gerekli iktisadî dönüşüm süreçlerini ve uluslararası sermaye ile entegrasyonu sağlayabilecek yegâne güç durumundadır. Türkiye somutunda piyasanın selametini ancak AKP türü bir politik özne sağlayabilir. Bu  yanıyla Abdullah Gül[3] türü bir politikacı ideal bir şahsiyettir. Burjuva siyasetinin bütün unsurlarının kabul edebileceği bir profildir.
HDP ya da CHP’nin siyasetine bel bağlayan solculuk, başka boyutlarda gerçekleşen dönüşümleri görememektedir. Seçimlere ve yüksek siyasete dayalı bir ideolojik-politik yönelimin gerçekte çözücü bir yönünün olduğu görülmelidir. Ufuk Uras’lardan başlayan, Sırrı Süreyya ile devam eden ve bugün de HDP olarak ete kemiğe bürünen siyasetin kitlelere verdiği mesaj, “siz oy verin, gerisini biz hallederiz”dir. Hemen hemen aynı alt metin Yunanistan seçimlerinde Syriza tarafından dillendi: "hiçbir şey yapmanıza gerek yok, biz müzakere edeceğiz ve yaşam şartlarınızı geri alacağız". Kendisini “Türkiye’nin Syriza’sı” olarak takdim edenlerin de farklı düzlemde benzer bir siyaset dili tutturduğu görülmelidir. Oysa Syriza’nın şişirilmiş, popülize edilmiş vaatler siyasetinin altındaki uzlaşmacılık orta yerde durmaktadır.
Genç, kadın, çevreci, eşcinsel, emekçi, Kürt, Alevi kompartımanları arka arkaya dizildiğinde “biz’ler meclise”. Oysa bir seçim bittikten sonra hep yeni bir seçim sahnesi kurulmaktadır. Oy isteyenlerin ise efendilerin kurduğu o sahneyi parçalama iradesi maalesef hiç yoktur.
Serhat Nebi
Dipnotlar
[1] Seçime iki gün kala HDP’nin Diyarbakır mitinginde gerçekleşen patlamalara bu açıdan bakmakta yarar var. Tipik kolaycılığımız, sorumluluğu hemen AKP’ye yüklemeye meyilli. Ancak soğukkanlı bir değerlendirmede AKP dışı ihtimalleri görebiliriz. Diyarbakır saldırısına Adana ve Mersin’i de dâhil ederek en temel, en basit soruyu sormalıyız: saldırılar seçimin hemen öncesinde kime zarar verir? AKP’li Kürtlerin bir bölümünün savunma ve sahip çıkma güdüsüyle HDP’ye yönelmesi olasıdır. Dolayısıyla HDP’nin barajı aşmasını isteyen bir odağın yaptığı sonucuna ulaşmak mümkündür. Somut durumda HDP’nin barajı geçmesini HDP’lilerden daha fazla isteyen güçlerin olduğu aşikârdır. Katliam girişimlerinin faili de malum bu güçlerde aranmalıdır.
[2] Türkiye siyasetinde cereyan eden bütün meseleleri bu liberallerin salınımlarına bakarak açıklamak mümkündür. Gemiye ilk onlar biner, muhtemel bir sarsıntıda ilk onlar terk eder. AKP gemisinde dümenin uluslaraarası sermaye ve emperyalizm yönünde olduğunda o gemide mutlu, huzurlu olan liberal akıl, Erdoğan'ın dümende kontrolsüzleşmeye ve güvensizlik/tekinsizlik yaymaya başladığında önce dümeni daha ılımlı, itidalli birine verilmesi için çabaladılar, olmayınca gemiyi terk ettiler.
[3] Çehov’un sözüne atıf yapacak olursak: Eğer sahnenin başında, duvarda bir tüfek asılıysa, oyun içinde o tüfek  mutlaka kullanılmalı, yani patlamalıdır. Abdullah Gül tipi bir politik figür reorganize edilecek olan AKP'nin başına geçecektir. Bu, yalnızca bir süreç meselesidir.

Bugün Ne Gördüm?

Bugün ne gördüm:
Alana giden insanların yüzünde umut, başarı duygusu, özgüven, barış sarhoşluğu gördüm. Sümer Park’ın içinde anneler, çocuklar, bir gülü seyretmeye gelmiş kızlar... Alana uğradım sonra. Asfalt sakız gibiydi ayaklarımın altında, ama insanların yüzleri daha sıcaktı. Parka geri döndüm. Yaşlı adamların arasına oturdum. Bir dolunaya benzeyen seslerini duydum. İlk patlama duyuldu. Sanki herkesin beklediği bir sesti. Anladım. Kendimce panik olmasın diye "yok bir şey" dedim. Ama elim böğrümde. Sonra ikinci patlama. Yaşlı amcalar da "yok bir şey" dediler bir nehre bakar gibi. "Trafo patladı" dedik bu sefer Şahin’le. Trafo iki kez patlar mı!? Sonra parkın duvarının ardında yaralıları taşıyan gençler. İnsanlar kırgın bir eğriyle yavaş yavaş yürümeye başladılar. "Na, na, nekin" (hayır, hayır, yapmayın) dedim TOMA'lara doğru gitmeye çalışan gençlere. Biri "kopan ayak gördüm abi" dedi, omzuma dokunarak, "psikolojim çok bozuk!"
Alanı terk edenlerin gözlerinde bu kez kırgınlık, üzüntü, keder gördüm. "Türkiye'nin daha da esneteceğimiz sisteminde yerimiz yokmuş" diye baktı herkes.
Hedef Selahattin Demirtaş'tı aynı zamanda. İkinci bomba 30 metre ötesinde patlatıldı. Devlet elinden çıkma Güngören bombaları gibiydi plan. Önce bir ses bombası ya da düşük hasarlı bir bomba. Kalabalık oraya birikecek, ardından esas bomba. Amaç, katliam ve arkasından gelecek izdihamla insan kırımı. Halkın metanet ilmiyle yoğrulan kalbi olmasa, mezarlıkları yine genç ölüleriyle dolduracaktı efendiler.
Eğer Kürtlerin bu sistemde bir yeri olmayacaksa, bunun hesabını yapanlar büyük bir zararla kapatacaklar hesap defterlerini. Umutlu olacağız. Haklıyız da çünkü!