9 Haziran 2015 Salı

Karanlıkla Konuşmalar

Geldi,
Oturdu karşıma
Yüzüme baktı
Konuşmadım...
Anlatmaya başladı hatırlamadığım o günleri...
Anlattı,
Bir göz odada on kişi kaldığımız, toprak damla evi
Duvarları kireçli odayı
Evi aydınlatan kandili
Evi saran sobanın sıcaklığını
Annemin duvarda asılı güvercin nakışlı oymasını
Hiç hatırlamadığım
Dedemin sesini
Babamın tütününü
Sordu hatırladın mı?
Baktım yüzüne
Sonra devam etti,
Dedi ki;
Hatırlamadın mı
Oynadığın sokağı
Dizini yaraladığın taşı
Komşunun tarlasını
Taşlarla çevrili dağı
Dayını öldüren devleti
Derede yüzen balığı
Çayırı, ovayı, çölü...
Sustum, bir şey diyemedim
Anlatıyordu
Bıkmadan, usanmadan
Hani dedi;
Annenin siyah zülüflerini
Babanın dede yadigarı puşisini
Bir bir anlattı
Gidenleri
Kalanları
Gelmeyenleri
Sıkılmadan gücenmeden
Yüzüme baka baka anlattı
Vakti erişip;
Gitme zamanı gelince,
Son bir kez yüzüme bakıp, “yazık çocukcağız” dedi
Ve gitti ...
Mir Serhedî

8 Haziran 2015 Pazartesi

Oylar AKP'den mi CHP'den mi?

Türkiye’nin Sosyal Muhafazakârları HDP’ye Zaferi Nasıl Getirdi?
Türkiye’de dün yapılan çalkantılı seçimin ardından olan biteni eldeki verileri kullanarak göstermenin iyi bir fikir olabileceğini düşündüm.
Şu çok açık: AKP oylarının yüzde onunu kaybederken, Kürdlerin ve Kürd olmayanların desteklediği HDP yüzde 13 civarında oy aldı ve yüzde on barajını geçti, bu sayede, bilebildiğim kadarıyla Kürd yanlısı bir seçmen kitlesine sahip bir politik parti ilk kez meclise girdi. Bu da AKP’nin 2011’de kazandığı 327 koltuğun 258’e düşmesi anlamına geliyor.
Bu yazıda tartışma imkânı bulamayacağım başka meseleler de var ama ben burada özel olarak HDP’ye ve onun yüzde on barajını aşmasını ne tür bir seçmen kitlesinin sağladığına odaklanmak istiyorum.
Kimileri Demirtaş’ı öne çıkartıyor. HDP ve elde ettiği seçim başarısı, solun veya liberalizmin (burada ve burada) geri dönüşü olarak takdim ediliyor. Partinin ve Demirtaş’ın, başka konular yanında, LGBT toplumuna yönelik destekleyici duruşu ile bir insan hakları avukatı oluşu üzerinde duruluyor. Demirtaş’ın birçoklarınca “Kürd Obama” olarak anılması boşa değil.
Takip etmesi gereken soru şu: HDP’nin seçim başarısının, ilericilerin ve liberallerin Türkiye’deki oy gücünün bir ifadesi olduğunu söylemek ne ölçüde mümkün?
Emanet oylar”dan, yani ağırlıklı olarak geleneksel manada (benim varsayımıma göre) CHP destekçisi olanlardan gelen stratejik oylardan bahsedilse de, seçim sonuçlarına baktığımızda, HDP’yi meclise sokanın geleneksel sağ oylarda yaşanan kayma olduğu görülüyor. Bu kayma, Doğu’daki toplumsal açıdan muhafazakâr olan Kürd topluluklar ile AKP’yi terk edip HDP’ye geçen, büyük şehirlerde yaşamakta olan kesimler arasında yaşandı.
Bunu göstermek için aşağıda ben daha çok partinin oy yüzdelerine ve son 2011 seçimi ile 2015 seçimi arasında bu yüzdelerin nasıl değiştiğine odaklandım. 2011 seçimine katıldıkları için bu değişikliği AKP, CHP ve MHP üzerinden okumak çok kolay. HDP için bu değişim çok net değil, zira partinin birçok üyesi o seçimlere bağımsız adaylar olarak girmişti. Bu amaçla, HDP bağlamında ben HDP’nin ilgili şehirde 2015’te aldığı oy oranı ile tüm bağımsızların 2011’de aldıkları oyların toplamına baktım. Burada şehrin politik açıdan Kürd partilerin aktif olup olmadığını göz önünde bulundurdum. Eğer şehir bölgenin dışında ise bu noktada 2015 oy oranına baktım. Önce aşağıdaki grafikte oy oranlarını illere göre bir araya getirdim, buradaki sıralamada AKP’nin 2015 ile 2011 seçimlerinde aldığı oy oranları arasındaki fark göz önünde bulunduruldu.
Öncelikle bu grafik, AKP’nin oy oranının Kürd bölgesinde ciddi bir biçimde azaldığını gösteriyor. Bu bölgede AKP’den HDP’ye kayma yaşandığı görülüyor. Bu noktada en ilginç ve çarpıcı örnek Ağrı. Bu şehirde AKP’den HDP’ye yaşanan kaymanın yüzde 30’un üzerinde olduğu görülüyor. Diğer bir örnek ise Tunceli. Ağırlıklı olarak Alevî Kürd olan bu şehirde kayma CHP’den HDP’ye doğru yaşanmış. Mersin, Adıyaman, hatta Adana gibi yerlerde HDP’nin kazancı ile CHP’nin kayıpları orantılı. Grafik ayrıca MHP’nin de birçok ilde oldukça iyi sonuçlar aldığını gösteriyor.
İl düzeyindeki oy kaymalarını gösteren bu grafiğin büyük şehirlerdeki kaymaları az göstermesi muhtemel, aşağıdaki grafiklerse bu konuda daha fazla şey söylüyor. Bu grafikler, partilerin 2011 ve 2015’te aldıkları oy oranlarındaki değişikliklerle bağlantılı ve bu değişiklikleri çift yönlü olarak değerlendiriyor: HDP-AKP, HDP-CHP, HDP-MHP, AKP-CHP, AKP-MHP ve MHP-CHP arasındaki kıyaslamalar il düzeyinde yapılıyor, her bir çember o ildeki geçerli oy sayısının kareköküne denk düşüyor. Büyük çemberler daha kalabalık şehirleri ifade ediyor.
Sol üstteki grafik, AKP’nin Kürd illerindeki oy kayıpları ile HDP’nin oy artışları arasındaki ilişkiyi, aynı zamanda ülkedeki en büyük şehir olan İstanbul’daki önemli oy kaymasını gösteriyor. Çizgi üzerindeki noktalar birebir ilişkiyi ifade ediyor: örneğin AKP’nin kaybettiği her bir oy HDP’nin kazandığı bir oy. Çapraz çizgi üzerindeki noktalar ise AKP’den HDP’ye yaşanan kaymayı anlatıyor. Örneğin bu kaymanın İstanbul, Adana ve Mersin’de yaşandığı görülüyor. Özellikle İstanbul’daki oy kayması bir milyon oya denk düştüğü için önemli ki bu da HDP’nin aldığı toplam oyların altıda birine denk düşüyor. Çizginin altındaki noktalarsa AKP’nin HDP dışındaki partilere de oy kaptırdığını anlatıyor.
Üst orta grafik, CHP’den HDP’ye giden oyları gösteriyor. Burada oy kaybının görece daha küçük bir oranda gerçekleştiği görülüyor. Birçok gözleme göre, HDP oy oranındaki artışı ifade eden çapraz çizgiye bakıldığında, kısmen CHP’den gelen oylar daha az. Üst sağdaki grafik ise HDP-MHP ilişkisini gösteriyor, neredeyse L şeklindeki bu ilişki iki partinin oy artışlarının birbirlerine görece dikey bir konumda karşılığını buluyor. Üst sağ grafikteki gözlemler, Gaziantep, Erzurum ve Elazığ gibi şehirlerle ilgili ve AKP’nin hem HDP’ye hem de MHP’ye oy kaybettiğini gösteriyor.
Alt sol ve orta grafikler AKP-CHP ve AKP-MHP arasındaki kıyaslamaya dair. Buna göre AKP ve CHP Bursa, İzmir gibi şehirlerde başka partilere oy kaybetmiş (alt sol grafik). Buralarda AKP’den CHP’ye önemli oy kaymaları yaşanmış. Ayrıca Rize ve Ordu’da da çarpıcı oranlarda oy kaymış.
Alt orta grafikte görebildiğimiz kadarıyla, AKP Kayseri, Kütahya ve Manisa’da MHP’ye önemli oranlarda oy kaybetmiş. Alt sağ grafikte ise Aksaray, Elazığ, Kahramanmaraş ve Gaziantep’te MHP’nin CHP’den az da olsa belirli miktarda bir milliyetçi oyu aldığı görülüyor.
Toplamda iller bazında AKP’den HDP’ye ciddi oy kayması yaşanmış, CHP’den HDP’ye gelen oyların oranı ise diğerine kıyasla daha düşük. Bu da yaşanan bu seçimin solun yükselişini gösterdiğine dair tespitin yanlış olduğunu gösteriyor. Zira AKP’yi destekleyenler sağcı (ya da en azından solcu değil).
Bu da İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerdeki oy kaymalarıyla ilgili soruyu cevapsız bırakıyor. İl bazında sol oylarda anlamlı herhangi bir artış gözlemleyemiyorsak, bu şehirlerde yaşanan nedir?
Zamandan kazanmak adına ben burada toplam oyların beşte birini ifade eden ve HDP’nin oyların altıda birini aldığı İstanbul’a odaklanacağım. Bu amaçla aşağıda İstanbul için oy oranlarındaki mahalle bazlı kaymaları verdim. Bildiğim kadarıyla, 2011’de bağımsız bir Kürd aday olmadığından, burada HDP’nin 2015’te aldığı oy oranına başvuruyorum.
HDP ile AKP’yi ayrıca HDP ile CHP’yi kıyasladığımızda HDP’nin her iki partiden oy aldığını görüyoruz. Ancak HDP-AKP saçılım grafiğinin merkezi solda iken HDP-CHP konusunda İstanbul’un birçok mahallesinde HDP’deki oy artışının CHP’den ziyade AKP ile ilişkili olduğu görülüyor. Aslında İstanbul’da bile sol oylarda HDP’ye ciddi bir kayma yaşandığına dair elde yeterli delil yok. Son olarak da sağdaki grafiğe bakalım. Bu da dikey eksen üzerinde bulunan CHP ile yatay eksen üzerinde bulunan AKP arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Genel manada CHP’nin oy oranı büyük ölçüde sabit kalmış (2011’de %31; 2015’te %29). Parti bu seçimde HDP’ye bir miktar oy kaybetmiş ama biraz da AKP’den almış.
Bu uygulamada mesele şu: dünkü seçimde HDP’nin elde ettiği seçim başarısının Türkiye solunun veya liberallerinin bir tür dirilişini ifade ediyor olduğunu söylemek mümkün değil. HDP’nin politik nüfuzunda gerçekleşen patlama, büyük ölçüde Doğu’daki ve İstanbul’daki AKP seçmenleriyle ilgili. Özellikle Kürd yanlısı partilerin bağımsız adaylarını desteklemiş olan doğuda AKP’nin eski başarısı, önemli oranda halkın dinî muhafazakâr değerlerine cevap vermiş olması ile bağlantılı. İstanbul’da bile HDP’nin AKP’den aldığı oyların önemli Kürd gruplarından geldiğini söylemek mümkün. Gene de bunun sınamadan geçmiş bir hipotez olmadığını söylemem lazım.
Kanaatimce, HDP’nin başarısı büyük ölçüde Kürdlerin başarısı. (Kürdler mecliste ilk kez doğru düzgün bir temsiliyet imkânına kavuşuyorlar.) Aslında HDP’nin vitrininde duran liberal ve solcuların yarattığı cazibeye rağmen, bu isimlerin altta dindar ve toplumsal açıdan muhafazakâr, üstte ise seküler ve ilerici olan bir partiyi yönetmelerinin güç bir iş olacağını da belirtmek gerek. Bu nedenle gözlemciler, Kürdlerin uzun süredir liberal alternatifi sunmayı başaramamış mevcut Türk partileri karşısında liberal bir alternatif sunacağını umuyorlar ama muhtemelen hayal kırıklığına uğrayacaklar.
Aklıma gelmişken şunu da belirteyim: Türkiye’de liberal demokratik bir parti var ve ismi de “Liberal Demokrat Parti” (LDP). Dünkü seçimde bu parti oyların yüzde 0,06’sını aldı. Liberal Türkiye arayışı hâlâ devam ediyor.
Erik Meyersson

Seçimler, HDP ve AKP

Dün yapılan seçimle birlikte meclis aritmetiği AKP'nin tamamen aleyhine olmak suretiyle değişti. HDP çok büyük bir sıçrama yaparak 80 milletvekiliyle parlamentodaki yerini alırken, MHP de önemli bir sonuç kazandı. Fakat CHP yerinde saymasına karşılık, oy kaybı yaşadı.
Bu noktadan hareketle şunu net olarak ifade edebiliriz ki, AKP bir pirus zaferi kazandı. Ancak, AKP'li aydınlar, taban ve siyasetçiler bu pirus zaferini doğru okumak şu yana dursun, başarısızlıklarını halkın nankörlüğüne bağlayarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlar. Özellikle AKP'nin güçlü olduğu Kürd illerinde erimesi ve tabanını neredeyse tamamen HDP'ye kaptırması, kendilerinde ciddi bir duygusallık meydana getirmekle beraber, ırkçılık derecesinde hezeyanlarda bulunmalarına, halka küfredecek kadar şirazeyi kaçırmalarına ve Kürdlerin neredeyse her birine sövmeye kadar giden bir saçmalıklar dizine neden oldu. Bu yazıda Erdoğan'ın siyasi serüveni en baştan ele alarak neden kaybettiğini ifade etmeye ve HDP'nin meclisteki çoğunluğunun ilerleyen dönemlerde halklar adına ne gibi kazanımlar doğuracağını anlatmaya çalışacağız.
1. Kürdler nankörlük yaptı, Erdoğan bunca şey yapmasına rağmen onu yok saydılar.
Bu tez, tarih bilmeyenler açısından bir cehalet belirtisi olmakla birlikte, AKP cenahında MHP'lileşen Türk-İslâmcı anlayışın bilerek ve kasti pompaladığı bir algıdır. Zira Erdoğan'ın iktidar yürüyüşü Kürdlerle başlamıştır. Şöyle ki, Kürd illerinde yaşanan katliamlar ve köy yakmaların neticesinde Kürdler büyük metropollere göç etmiş ve İstanbul da bundan nasibini almıştır. Hatırı sayılır bir nüfusun İstanbul'u mesken tuttuğu dönemde, REFAH Partisi'nin Türkiye'den yüzde 20 civarında oy alırken, Kürd illerinden %60 civarında oy devşirdiği bir iklim söz konusudur. Erdoğan da bu siyasal atmosferde, REFAH'ın kucaklayıcı, kapsayıcı ve yeni projelerle arzı endam ettiği dönemde Kürdler nezdinde teveccüh görmüştür ve neredeyse bütün Kürdlerin oylarını alarak belediye reisi olmuştur. Aynı şekilde 2002'de, 2004'te, 2007'de, 2009'da ve en son olarak da 2011 ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde, yani kendisi açısından en kritik virajlarda Kürdlerin her daim desteğini görmüş ve bunun sonucunda iktidarını perçinlemiştir.
Ancak daha sonra güç zehirlenmesi yaşarak değişmeye başlayan Erdoğan, Kürdlerde ciddi bir rahatsızlık yarattı. Roboski'de 34 kişi paramparça edilerek öldürüldükten sonra adeta Kürdle dalga geçti. O dönemler kendi bakanı olan zat Roboski'dekileri dolap beygirine benzetmesine karşın partisinden -Hüseyin Çelik hariç- bir uyarı almadı. Kendisi ise Roboski'deki katliamı meşrulaştırmak için elinden geleni yaptı. “Köylülerin içinde Bahoz Erdal vardı” yalanından tutun, “bunlar zaten haindir” demeye kadar bir iftira silsilesi yoluyla cinayetleri örtbas etmek için ciddi bir gayret sarf etti. Daha sonra Kobani IŞİD tarafından kuşatıldığında, kendisi dâhil bakanları ve bütün AKP'li başkanlar Kürdler gözlerinin içine baka baka, ''Kobani'den bize ne? Kobani olsa ne olur, olmasa ne olur? Orası neresi? Tutturmuşlar bir Kobani! Ha düştü ha düşecek!'' diyerek de neredeyse bütün Kürdlerin kendisine olan sempatisini yerle bir etti.
Bizzat Erdoğan'ın kendisi, bu devletin Kürdlerin de olduğunu vurgulamasına karşın, sözüm ona kendi devletlerinden yardım isteyen Kürdlere, ''Bize ne kardeşim Kobani'den ya!'' diyerek de aslında kendilerine acı bir gerçeği muştuluyordu. Fakat, “Kudüs'ten Gazze'ye, Bişkek'ten Ulan Batur'a kadar her yer bizimdir” nidaları atarak da aslında politik maslahatının mevzu bahis Kürdler olduğunda kısırlaştığını gösteriyordu. İkinci bir kırılma noktası da buydu. Yine, HDP üzerinden Kürdleri Zerdüştlükle suçlaması, meydanlarda Kur'an sallaması Kürdler nezdinde, ''Biz dini bilmiyor muyuz ki, bu bize Kur'an sallıyor ve ne diye Kur'an'ı siyasete alet ediyor!'' gibi bir algının teşekkül etmesine sebebiyet verdi. Başörtülü Kürd adaylarını “sözde” diye tanımlaması; HDP'nin 120'den fazla yerde saldırıya uğramasına karşın kimsenin yargılanmaması, Erzurum'da polislerin önünde Kürdlerin linç edilmesi ve 70 yaşındaki nenenin başının yarılması, Diyarbakır'daki patlamadan sonra edebince taziye mesajı vereceğine Ağrı'da miting yapması ve “Kürdler Kürdleri öldürüyor ben niye özür dileyeyim” demesi; gazetelerinin, televizyonlarının ve kendisine bağlı yalaka ve yalama takımının sabah akşam tezvirat, iftira ve karalama kampanyası yapması ve bunların hepsinin ellerinde patlaması; Diyarbakır'daki patlama sonrası kendisine yakın gazetelerde bunun haber değeri dahi taşımaması; Iğdır'da kendisini protesto eden kadınları problemli bir üslupla eleştirmesi; yolsuzluk yapan AKP'lileri aklaması ve sorunlu kişileri aday yapması; en nihayetinde son dönemlerde kullandığı milliyetçi dil, kendisine kaybettirdi. Birilerinin söylediği gibi çözüm süreci kendilerini çözen bir süreç değildi. Ancak bu süreç başladıktan sonra Kürd zaviyesi, AKP'nin samimiyet noktasında sıkıntılarının olduğunu düşünmeye başladı. Dolmabahçe'de AKP ve HDP komisyonları bir deklarasyon yayımlamasına rağmen Cumhurbaşkanı'nın, bu bildiriyi kabul etmediğini söylemesi ve Kürd sorunun olmadığını, “var” diyenin de hain olduğu yönünde bir propagandaya girişmesi neticesinde Kürdlerin kendisine karşı olan umutlarını da kendi eliyle çöpe attı.
Son olarak da mütemadiyen başkanlık sistemini dayatması, bir Cumhurbaşkanı olmasına rağmen AKP başkanı gibi davranması ipleri kopardı. Ancak, Amerikalı bir liberali getirseniz, teknolojik gelişmeyi, köprüleri, yolları ve inşaatları canhıraş bir şekilde savunamayacağı bir ortamda; AKP'liler ahlakı, manevi gelişmeyi, dürüstçe yaşamayı, insanların dillerinden ve dinlerinden dolayı kırılmaması gibi olguları yerle yeksan ederek bir ajitasyona giriştiler. Bir Müslüman ayırt edici özelliği olan dünyayla-ahireti dengelemeyi uhrevi âlem aleyhine çevirerek tamamen mal, mülk ve servet üzerinden insanlara yaklaşmaya çalıştılar. Yalnız unuttukları bir şey vardı. İnsanlar şerefleri için yaşarlar. Bir mü'min, mü'minliğini dünya malına karşılık ahiretini satmaması tavrıyla ortaya koyar. Tecavüzcülerin Kobani'yi kuşattığı, çocuklarının öldürülüp bir de üzerine dalga geçildiği bir yerde, siz onlara saraylar dahi verseniz, arkalarına bakmayacaklardı. Çünkü, halkın değeriyle fiyatını karıştıranlar, her zaman kaybetmeye mahkum olacaklardır.
2. HDP Kürd milliyetçisidir, o yüzden oy aldı.
Bu, tamamen Kürdleri ve Kürd illerini tanımayan, oturduğu yerden asıp kesen bir güruhun uydurmasıdır. HDP'nin asıl başarısı, bütün toplumsal kesimleri içerisine alma ve Kürd milliyetçiliğine yaslanmadan siyaset yapma stratejisinin doğruluğunun sonucudur. Çünkü, gerek Kürdler gerek ise HDP'ye oy veren diğer toplumsal kesimler çoğulcu, farklı din, mezhep ve etnik kimliklerden gelen, değişik yaşam tarzlarına sahip insanların bir araya gelerek politik arenada yer almasını destekledi. Kaba bir Kürd milliyetçiliğine yaslanarak kendini var etmeye çalışan HDP öncesi Kürd partileri, %5'i dahi geçememişlerdir. Bunun nedeni, Türk milliyetçiliğinin o soğuk, o ruhsuz anlayışının Kürd milliyetçiliğinde de ortaya çıkabileceği ihtimalidir. Bundan dolayı HDP de eski kimliğini kenara bırakarak, bütün sosyal fraksiyonlara seslenmeyi de başararak hatırı sayılır bir başarı elde etti. Söylenildiği gibi, milliyetçiliğe yaslanmış olan HDP, değil %13 almayı; %6'yı dahi geçemezdi. Bunu görmek istemeyenler, yeni yaşam projesini boğmayı arzu edenlerdir.
3. HDP, CHP ve MHP'den oy alarak başarılı oldu.
Bu tespit bir yönüyle doğru olmasına karşın abartıldığı gibi bir durumu ihtiva etmiyor. Zira HDP'nin CHP ve MHP'den aldığı oy çok sınırlıdır. Taş patlasa %1.5'u geçmeyecek bu oy, asıl belirleyici olan AKP tabanından kayan oylar karşısında talidir. Şöyle ki, HDP'nin seçimdeki tek rakibi AKP ve onun tabanında Kürdlerdir. Doğru bir seçim stratejisiyle neredeyse AKP tabanında Kürdlerin yarısını kendisine çekebildi. Geri kalan yarıyı da diğer seçimlerde kendisine kanalize etmesi durumunda durum HDP'nin %20'i rahat almasıyla sonuçlanacaktır.
4. HDP teröristtir, teröristler meclise girdi.
Bu algıya göre HDP'ye 6 milyon oy veren kitle bir terör örgütü yandaşı ve yardakçısıdır. Aynı şekilde, demokratik yollarla siyaset yapan bu terör örgütü, eline silah almadan birçok terör eylemi yapmıştır. Bir dönemin içişleri bakanı olan kişi de resim yaparak, yazı yazarak terör yapıldığını söylüyordu. Bugün, AKP ve MHP gibi Türk-İslâm sentezcisi anlayışlar bu mantıktan daha ileri bir noktada değiller. Kürdleri yıllarca “gelin parlamentoda siyaset yapın, ne işiniz var dağda” diyerek azarlayanlar, Kürd siyasal hareketinin demokratik yollarla politika yapmaktan korktuğunu söyleyenler, bugün HDP'nin meclise girmesini de ne işiniz var meclisimizde demek suretiyle de hor görmeye çalışıyorlar. Dünyanın neresinde 6 milyon insanın desteklediği bir terör örgütü var bilmiyorum ancak bildiğim tek şey var, o da ne söylediğini bilmeyen heriflerin gece gündüz ülke için fikir ürettiğidir. Aklı olmayan ancak düşüncesi olan bu asalak grubu, kendi lehine olan her şeyde, bütün değerleri, ahlaki kavramları kullanmayı mubah görürken, başkası için olanı da tukaka ederek itibarsızlaştırma yoluna gidiyor. Ancak, bu paradoks ne kadar gündemleştirilirse, gündemleştirilsin, bir kıymet arz etmiyor; zira mefkûre çarpık, yaklaşım bozuk ve kafalar darmadağınık...
Kısaca özetlemek gerekirse, Kürdler kırıldılar. Roboski'de, Kobani'de, milliyetçi söylemlerde; akrabalarının Zerdüşt, dinsiz diye tanımlanmalarında; her şeyi siyaset malzemesi yapan, akrabalarının öldürülmesini dahi haberleştirmeyen zift medyasında; durmadan iftira atan, yalan üstüne yalan söyleyen hükümet taraftarlarının tavırlarında; dilleri, dinleri ve mezhepleri yüzünden seçim meydanlarında propaganda aracı haline getirilmeye çalışılan insanların yaşadığı durumlarda... Bunların yekûnunda AKP'li Kürd tabanı iktidara küstü ve bu küsme beraberinde çok ciddi bir kopuşu da getirdi. Artık Kürd illerinde tabela partisi olmaya mahkûm olan AKP'nin hezimetiyle beraber devletçi Türk-İslâm anlayışı da Kürd diyarında çöktü. Halk, diniyle kendisini kandırmaya çalışanlara sandıkta gereken cevabı verdi.
Peki, bundan sonra ne olacak? Büyük ihtimalle tabanı, anlayışı, ideolojisi birbirine çok benzeyen ve seçim sonuçlarıyla da MHP'lileşme cehdi gösteren AKP aklı, kendilerine en yakın parti olan MHP'ye koalisyon yapacak. Ancak, şartlar değişir ve koşullar farklılaşırsa AKP, CHP ve HDP koalisyonu da gerçekleşebilir. Çok yönlü gelişecek bir seçim grafiği var önümüzde. Fakat şu net olarak söylenebilir ki, Kürdlerin Türkiye'ye karşı silah kullanma dönemleri, askerî operasyonlar yapılmazsa, sona ermiştir. Demokratik kanallardan tüm gücüyle temsil imkânı bulan Kürdler, artık seslerini, cezai yaptırıma tabi tutulmamak şartıyla, daha yüksek çıkarabilir. Yeni, şeffaf ve demokratik bir anayasanın da yapılmasıyla birlikte, çok önemli bir barış sürecine gireceğimiz kanaatindeyim. Kürd siyasal hareketinin de, Kürd halkının da tüm temennisi ve isteği budur. Yeni bir ülke kurmak; sömürüye, dışlanmaya, ötekileştirmeye yer vermeden yeni bir yaşam inşa etmek... Dillerin, dinlerin, mezheplerinin ve yaşam tarzlarının hep birlikte bir arada olduğu çoğulcu, eşit ve adil bir düzen... Neden olmasın...
Behzat Fikrî Çözer

HDP’nin Zaferi: Moment Kırıldı

Moment kırıldı. 7 Haziran seçimleri HDP'nin yüzde 13 gibi yüksek bir oy alması ve 12 Eylül faşizminin baraj blokajının yıkılmasıyla sonuçlandı. AKP önemli oy kaybı yaşadı. Ciddi bir erime sürecine girdi. Bu zamana kadar kendisine avantaj sağlayan seçim ve baraj sistemi bumerang etkisi yaptı. Sandık gibi burjuva lejimitasyon aracı, HDP'nin başarısıyla lejitimasyonu kırıcı bir sonuç yarattı. Siyasal sistem kilitlendi. Burjuva siyasal fraksiyonlar bloke oldu.
13 yıllık AKP'nin tek parti iktidarı seçimlerle son buldu. Yeni hükümet (farklı kombinasyon ihtimallerini bünyesinde taşıyan), bir koalisyon hükümeti olacak.
Türkiye hızla siyasal krizi tetikleyecek potansiyelleri bünyesinde taşıyor. Öte yandan yıkıcı bir ekonomik krizin eşiğinde. Bu yüksek anafor, 2015 yılında önemli gelişmelerin önünü açılabilir.
HDP yüzde 13 oranında oy alarak olağanüstü bir atak yaptı.
2008 sonrası kapitalizmin yapısal krizinin açtığı yüksek konjonktür, bir yandan katastrofik gelişmeler yaratırken, diğer yandan küresel düzeyde sınıf ve kitle hareketinin yükselmesine, 2011 Tunus ve Mısır Ayaklanmalarına, 2012 Rojava Devrimi'ne, 2013 Taksim Ayaklanması'na, 2014 Kobanê direnişine, Yunanistan'da Syriza ve İspanya'da Podemos başarısına yol açtı. HDP'nin başarısının arkasında böylesi bir küresel/kolektif bir ruh hali var. Ayrıca 2008 sonrası Türkiye'de dipten gelen işçi eylemleri özellikle Taksim Ayaklanması, Kürt özgürlük hareketinin yükselişi, Şengal direnişi, Rojava devrimi, Kobanê direnişi ve son olarak Metal direnişi, HDP'nin başarısını besledi.
Sandık bir momente müdahale oldu ve bir momentin kırılmasını sağladı.
Şimdi yeni bir momentin kapıları açılabilir.
Ama bunun parlamenter alanla gerçekleşeceğini sanmak büyük bir yanılgı olacaktır. Şimdi randevuya sadık kalma zamanı.
Yani sokakta olma, sınıf mücadelesinin içinde olma zamanıdır. HDP de çalışmalarını sokakla bütünleştirebildiği oranda etkili olabilir. Sadece parlamentoya sıkışmış, sıkıştırılmış bir HDP, hızla sistem tarafından absorbe edilebilir ve ruhunu kaybedebilir.
Parlamentonun öldüren cazibesi, HDP içinde de bir nüfuz yaratabilir. Çok sınıflı yapısı ve ideolojik yönelimleri böylesi zafiyetleri ortaya çıkarabilir.
Bunun için sokak ayrıştırıcı ve ön açıcıdır. Sokak ve parlamento diyalektiğine önem verilmeli ve milletvekilleri her düzeyde sokak tarafından denetlenmelidir.
Kürt özgürlük hareketinin çok vektörlü ve çok boyutlu mücadelesi son derece önemli bir birikimdir. Batıda bu mücadeleyle bütünleşecek sokak hareketi, önemli gelişmelerin önünü açabilir.
Yeni bir momentin kapıları aralanabilir.
Metal direnişi, sokağın gücünü ve sınıfın yıkıcı enerjisini ortaya koydu. Şimdi sokak ve legaliteyi sonuna kadar istismar edecek bir HDP'yle hamleler yapma zamanıdır.
Burjuva kliklerin krizinin arttığı ve bloke olduğu koşullarda, sokakta yüklenme zamanıdır.
HDP, bu yönde farklı kimlik mücadelerini, sınıf eksenli mücadeleyle bütünleştirebildiği ölçüde varlığını korur, güçlendirir ve önemli hamleler yapabilir.
Metal direnişini bu manada sınıfın çağrısı olarak okumak gerekir.
HDP'nin önündeki en büyük sınav bu olacaktır.
Bu sınavın başarısı da sokağın gücüyle doğru orantılıdır.
HDP "Podemos" dedi. Yani “başarabiliriz” dedi.
Evet başardık. Şimdi bu başarıyı kökleştirme ve kalıcılaştırma zamanıdır.
O da ancak sokakta politikayla, yani sınıf mücadelesini güçlendirmeyle olur.
Şimdi randevumuz olan yerde; sokakta olmalı ve sokağı örgütlemeliyiz.
Metal direnişi nerede olacağımızı ve ne yapmamız gerektiğini gösterdi. Bu diğer toplumsal mücadele alanlarını hafife alma anlamına gelmiyor. Diğer mücadele alanlarını sınıf eksenli mücadeleyle birleştirebildiğimiz oranda yeni bir momentin önü açılabilir.
HDP, artık önemli bir siyasal aktör olarak devrede. Sokakla birleşen bu aktör önemli olanaklar yaratabilir.
Syriza’nın, seçimleri kazandıktan sonra, Troyka'yla yürüttüğü müzakerelerde yaşadığı tıkanma sonucu sokak ve Yunanistan halkından destek istemesi boşuna değildir.
Parlamento ve parlamenter mücadele tek başına sistemi rektifiye eden, radikal eğilimleri törpüleyen, absorbe eden bir içeriye sahiptir.
Sokak bu bağlamda da güvencedir. Şimdi 8 Haziran, yani sokakta olma zamanı. Yani işimizi bıraktığımız yerden başlama zamanı...

Volkan Yaraşır

7 Haziran 2015 Pazar

Fil Avı

Önce fili bir tuzağa düşürüyorlar. Siyah elbiseli adamlar sopalarla fili dövüyor. Ardından beyaz elbiseliler gelip onu kurtarıyor.
Fuat Avni’sinden Fethullah’ına belirli bir kesimin AKP ile bu türden bir ilişki içerisinde olduğunu söylemek mümkün mü? Bir yanımız faşizmle korkutulup liberalizme kul ediliyor olabilir mi?
Milletin belini incitmeden sömürmenin, düzene bağlamanın yollarını hep birlikte arıyor olabilirler mi? Aktör olduğumuzu sanırken, yönetmenin son kurgusunda figüran olduğumuzu görürsek ne olacak?
Önce Mersin’de sesi duyurulan, iki gün önce Amed’de şiddeti yaşatılan bombalar, bir terbiye ve entegrasyon operasyonunun parçası olabilirler mi? Seçimlerin devlet nizamı açısından hiçbir hükmünün olmadığı bir düzende bizim hâlâ seçimler denilen şurupla uyutuluyor olduğumuz söylenebilir mi? Seçimlerin bir hükmünün olduğuna inanmak kime yarar sağlıyor?
96’da kurulan seçim bloğunun mitinginde, o zaman aday olan Haluk Gerger kürsüde, “biz seçimlerin en geri politik mücadele aracı olduğunun bilincindeyiz.” diyordu. Bugüne, seçimlerin tek kurtuluş yolu, her şeyin tılsımı, sihirli asası olduğuna inandığımız günlere ne ara geldik? Bunda, o gün genç veya orta yaşlı olan şeflerin bugün yaşlanmış olmasının rolü nedir? Tekil birey şeflere indirgenmiş bir kolektif mücadele nereye gidebilir?
Bu açıdan arkadaşlarımızın çeşitli yazılarına tepki geliştiren, hemen Kürd’ün arkasına saklanan, derhal en pespaye liberali bile sahiplenen, “hep birlikte, çoğul çoğul çağıldıyoruz, barajı yıkıyoruz” diyene o barajın önünü-arkasını göstermeye çalışana “dikkatimi dağıtma” diye tepki gösteren dostlarımızın belirli ayıraçlarla, ölçülerle, bağlam dâhilinde düşünüp hareket etmesi gerekiyor, gerekecek.
* * *
Seçimin hemen ardından hâkim olan öforiyi bozmaya, pişmiş aşa su katmaya, neşeli havayı dağıtmaya hakkımız var mı? Yani bu anlamda HDP şahsında yaşanan zafer bir tuzak olabilir mi? Tersi, kötüyü, olumsuzu öne almak, tam da bu momentte gerekli mi? İnsanın en zayıf olduğu an, kendisini en güçlü hissettiği an olabilir mi?
Gezi zamanı Ankara’da bir forum kuruldu. Doğal olarak Ethem’in ismi verildi. Forumun içeriğine ve biçimine yönelik itirazlarımız ve eleştirilerimiz, verdiğimiz hesap dâhilinde, açık. O gün parkta toplananlara “Parkın ismini değiştirdik. Belediyedeki dostlarımızdan gerekli izinleri aldık” diyenler, bu yalanı gizleme yoluna gittiler. Sonra dediler ki, “parkın ismi değişmedi ama belediyeden parkın restorasyonu sözünü aldık.” Bunun da yalan olduğu anlaşıldı. Park hâlâ aynı izbe park. Bu arkadaşlara zorla kabul ettirdiğimiz, parkın ismini izin-mizin almadan değiştirme önerimiz gerçekleşti. Bir tabela astık. O tabelayı astığımız binanın yerinde bugün yeller esiyor. Biz hesap sorduk, hesap verdik; bunları yapanlar, belediyedeki samimi dostlarıyla birlikte, zerre hesap vermediler. Demek ki burjuvaziyle aşık atmak, aynı düzlemde, eşit olunduğu yanılsamasına kapılmak çürümeyi dayatıyor. Demek ki bağımsızlık, proleterlik üç-beş cümleyi ezberlemiş olmakla, vehimlerle yaşamakla ilgili değil.
Mesele, parkın düzen kanalları içerisine alınması ve orada çözülmesi idi. Kafanın içerisinden bakıldığında görülmeyen buydu. Bu örnek, öznel bir gerekçe ile değil, genel bir bağlam dâhilinde veriliyor. Bugün o arkadaşlar, Soros vakfının “HDP barajı aşamazsa Türkiye için vahim sonuçlar doğar” sözünün altına imza atıyorlar, bu sözün “isabetli ve doğru” olduğunu söylüyorlar. “Sorosçu beklentinin sınıfsal anlam ve içeriğinin irdelenip tartışılması ayrı bir konu” diyorlar. Meselenin de ayrı olan o “konu” olduğunu görmüyorlar. Öte yandan Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” [17 Mart] diyene kadar neden HDP’ye destek açıklaması yapmadıklarının, bu güvensizliğin bir izahı da yok. [18 Mart] Hele ki 2006’da yaptıkları Soros eleştirisinin bugün karşılıksız kalmasını görmek çok acı. [“Soros azılı bir komünizm düşmanı ve liberalizm savunucusudur. (…) “Liberal vahşet için sınırsız özgürlük operasyonları” (…) “Bugün en büyük tehlike açık toplumun kendisi!”]
O gün parkın iç çekişmeler yüzünden tıkandığı noktada bir yürütme kurulu oluşturuldu. Kendisini parkın sahibi görenler, günahlarını başkalarına yükleyip kaçmak için fırsat kolluyorlardı. Bizi de çağırdılar. Tartıştık. Parkın sahipleri bizi yürütme kuruluna çağırma gerekçesini şu cümleyle izah ediyorlardı: “Biz size yol açarak size mani oluyoruz.” Bu, mealen şu anlama geliyordu: “eleştirilerinizi içeriyoruz, mas ediyoruz, hükümsüz kılıyoruz.” Arkadaşlar siyaseti sadece kelle toplamak ve saymak olarak bildikleri için, asıl olarak, bizim eleştirilerimizin kendilerinden kopartacaklarını, uzaklaştıracaklarını düşündükleri insanların sayısı ile ilgileniyorlardı, eleştirilerin anlamının, içeriğinin bir önemi yoktu. Bu mikro örnekten makro ölçeğe geçmek gerek. Söz konusu cümle egemen ideolojinin de düşünce tarzı. “Bu ideoloji de toplamda biz’lere yol açarak onlara mani oluyor mudur?” diye sormak gerek.
* * *
Çok alametler belirmişti. AKP, aday tercihleri ile Kürdistan’ı boşalttığının sinyalini vermişti. Mehmet Metiner bile İstanbul’dan adaydı. Kraldan fazla kralcı Abdurrahman Kurt gerilere itilmişti. Sonraki süreçte Ağrı, Mersin, Adana, Erzurum ve en son Amed’deki saldırılar kalanların dışarı çıkartılması içindi. AKP, örgütlenmeden sorumlu adamını sadece Karadeniz’e kilitledi. Çeşitli aşiretlerle kurulan ilişkiler tek tek koptu. Sırrı Süreyya da son mülâkatlarından birinde AKP adaylarının boş olduğunu söylüyordu. Buna bir de AKP propagandasının önemli bir payandasının HDP olmasını da eklemek gerekti. 2002 seçimlerinde Cem Uzan’a aynı muamele yapılsa, mitinglerde sürekli dile dolansa, muhtemelen iktidar ortağıydı. Bugün Cem Uzan figür olarak içeriğini CHP’ye, biçimini HDP’ye bıraktı. Türkiye’nin önü açılmalıydı. Bu ülkeyi yıkıp yeni bir ülke kurmak isteyenleri, ülke ve iktidar ilişkilerine sızıp önemli yerleri ele geçirmeyi siyaset zanneden Fethullahçı akla örgütlediler. Yüksek siyasetin dehlizlerinde, pazarlık masalarında yitip gitmemizi istiyorlardı zira.
Bu noktada devreye Soros ve türevleri girip, “toplumun birliğe ihtiyacı var” emrini verdi. “İstikrar, demokrasi ve insan hakları” için HDP şarttı onlara göre. Medyasıyla, en son Mardin’de HDP’ye destek açıklayan Ahmet Özal’a kadar bir yığın kesimin partinin barajı aşmasını HDP’lilerden daha fazla istediği bir durum yaşandı. Erdoğan önce “ben başkanlığın tartışılmasını istiyorum sadece” dedi. En son konuşmasında da HDP’nin barajı geçtiği ön bilgisiyle, meclis içerisindeki aritmetiğin oluşumunu eleştirdi. Yani “%34 aldım, mecliste %60 küsura hâkim oldum. Ama sonra tam tersi oldu” diyor, iki gün sonra olacak seçimde benzer bir kaybın yaşanacağını ima ediyordu. Seçim hileleri, SEÇSİS üzerinden dönen tüm mavralar hükmünü yitirdi. Fuat Avniciler oradan akan ideolojik selde sürüklenip kıyıya vurdular. Bundan sonrasında atılacak adımlar tüm bu alametleri okumak suretiyle atılacak, bu kesin. Barajı geçmeye dair zafer sarhoşluğundan hemen çıkmak gerek, bu açık.
* * *
“Bizler, Erdoğan’a siyasal demokrasinin sınırlarını genişletmek, demokrasi mücadelesinin bir önemli aşaması tam da Erdoğan’ın nobranlığıyla hesaplaşmak olduğu için karşıyız. Erdoğan’a karşıyız, çünkü özgürlüklerin sınırsız ölçüde genişlemesinden yanayız.” diyor DSİP’liler seçimden önce. Üstelik çok değil, beş yıl önce miting kürsülerinden kendisine teşekkür eden adama… Burhan Kuzu’nun “Biz aslında 2010’da iktidar olduk” lafına binaen, o iktidar oluşa destek verenler bugün bu lafları ediyorlar. Bugün de tek dert “nobranlık”. Ya bu oyunun ötesi, berisi, gerisi?
TDK “nobran” sözcüğünün anlamını “davranışı kaba, sert ve gönül kırıcı olan” olarak veriyor. DSİP’lilere göre, 2010’da kabalaşan, sertleşen ve kırıcılaşan Erdoğan artık sınırsız özgürlüklerin önünde engel. Artık bugün itibarıyla, Yüksekdağ’ın vurgusunda olduğu üzere, “sınırsız özgürlükler” kimin, neyin gürleşmesiyle ilgili, süreçte görülecek. Burjuvazinin, sermayenin, tekellerin, ülke içi Kemalist müesses nizamın gürleşmesine bel bağlamanın beli kıracağı kesin. Tayyip’in burnunu sürtmek için ne kadar eğildiğimizi önümüzdeki mücadele süreci gösterecek. Zaferin salt bu işleme ne ölçüde indirgenip indirgenmediğini hayat söyleyecek bizlere. Kürd’ün mücadelesi bizde mi çözülecek, biz mi Kürd’ün gerçek hamlesinde dağılacağız, hep birlikte göreceğiz.
Ama bugün görülmesi gereken şu: zafer Kürdlerin, DSİP ve onun türevlerinin değil. Dünyayı kendi kafasının içerisinde yaşayan, hayal âlemini politik zanneden, burjuva özneliğini tanrı gören, özne hâline bakınca burjuvadan da tanrıdan da kurtulduğu vehmine kapılan bireyler hiç değil.
İçinde patlayan bombayı, anlık, yerinde örgütlenmeyle bertaraf etmeyi bilen, bir şehri ilmek ilmek örülen direnişle kurtuluşa taşıyan, derin imanı ve yüce kavgasıyla o milletindir zafer.
Zafer, Amed’in orta yerinde kopan bacaklarına rağmen zafer işareti yapmayı bilenindir. Onun dışında kimse kendisine pay biçmesin, övünmesin, böbürlenmesin. Öğrensin, “[…] ‘Öcalan geçmişte kaldı, artık kenara çekilmeli’ diyorlar. Evet, sık sık ben de böyle düşünüyorum.” diyen Hollandalı gazeteci gibi akıl oyunlarıyla hareket etmesin, örgütlensin.
Dolayısıyla; “bu ülkede zaten devrim oldu, mesele onu ilerletmektir.” diyen CHP’ci yaklaşıma benzer bir biçimde, “Kürdler devrim yaptı, mesele onu ilerletmektir” kolaycılığına eklemlenecek bir devrimcilik ve sosyalizm mücadelesinin tüm o cılız köklerini yitirmesi kaçınılmaz. Öğrenci olup mücadeleye girmekle, öğretmen olup öğretmenler odasında çekirdek çitlemek asla aynı şeyler değil. Bu durumda tüm mücadelenin ağaların-paşaların kurduğu bir binanın eşiğinde kurban edilmesi, oraya kapatılması tehlikeli. Yakın geleceğimizi tayin edecek soru ise şu: Kolektif mücadele mi yoksa o binanın koridorlarındaki muhabbetler mi öncümüz olacak?
Eren Balkır

Din Özgürlüğüne Karşı İfade Özgürlüğü

Din Özgürlüğüne Karşı İfade Özgürlüğü: Phoenix Camii Dışına Silâhlı İslam Karşıtı Yürüyüş
İslamofobinin yükselişe geçtiği bir dönemde, (29 Mayıs 2015) Cuma günü Phoenix Camii dışında İslam karşıtı bir yürüyüş gerçekleştirildi. Bu, son iki hafta içerisinde aynı caminin dışında yapılan ikinci yürüyüş. 17 Mayıs’ta yapılan ilk yürüyüş çok daha az ilgi görmüş, sosyal medyada daha az karşılık bulmuştu. Bu son yürüyüşse daha fazla ilgi gördü.
Son yürüyüşü örgütleyen, bir Phoenixli olan Jon Ritzheimer. Ateist olmakla gurur duyan Jon, Irak Savaşı’nda yer almış eski bir deniz piyadesi ve İslam’ın şiddete dayalı bir din olduğu iddiasında. Ellerinde tabanca, saldırı tüfeği, Amerikan bayrakları ve Hz. Muhammed çizimleri bulunan 250 kişilik kalabalık Phoenic İslam Cemaati Merkezi’ne yürüdü.
Başka bir grupsa aynı saatlerde dünyaya Arizonalıların insanların dinlerini huzur içerisinde yaşama haklarına saygı duyduklarını göstermek amacıyla, “sevgi yürüyüşü” adı altında bir yürüyüş düzenledi.
Phoenix polisinin tahminine göre, yürüyüşlerde, iki tarafta da 250’şer olmak üzere toplam 500 kişi vardı.
Ritzheimer’i destekleyenler, Cuma öğleden sonra bir parka geldiler ve saat altıda bisikletlerine ve otomobillerine binip camiye gittiler. Bazıları Amerikan bayrakları salladı, bazıları da Hz. Muhammed’e ait olduğu iddia edilen çizimleri medyaya gösterdiler.
Diğer tarafta ise cami cemaatine ait olmayan insanlarsa “Nefret Değil Sevgi” yazılı dövizler taşıdı. Tempe’teki Kefaret Kilisesi’ne mensup bir grup, mavi kıyafetler içerisinde gelip cami önünde sıralandı. İddialarına göre, bu rengi barışçıl olduklarını göstermek için giydiler.
İslam karşıtı yürüyüş öncesi bir barda parti düzenlendi ve burada “Muhammed çizimleri” yarışması yapıldı.
Cuma günü Ritzheimer Facebook sayfasına şu mesajı yazdı: “Başkan Obama ‘gelecek İslam’a hakaret edenlerin olmamalıdır’ diyor. Ondan bu ifadesini şu şekilde değiştirmesini istiyorum: ‘Gelecek, eğer isterlerse, İslam’a hakaret edenlerin olmalıdır.’[…]”
Yürüyüşü örgütleyen bu isim, katılımcıların silâhla gelmelerini istedi. Bunun bir anayasal hak olduğunu söyledi. Birçoğu askerî kıyafet içerisindeki yürüyüşçüler ellerinde saldırı silâhlarıyla geldiler yürüyüşe. İslam karşıtı yürüyüşe dazlaklar ve üzerinde Nazi SS sembolü bulunan bir tişört giymiş bir adam da katıldı.
Bir gazeteye göre yürüyüşte renkli tişört giymiş bir eylemci Kur’an sayfalarını yırtıp ağzına attı. Onun yanındaki bir kolej öğrencisi ise kitabın kalan kısmını yere atarak elindeki megafondan şunları bağırdı: “Bu kitaba ihtiyacınız yok, bu kitap yalan ve nefret dolu! Hey Müslümanlar, kitabınıza bakın, yırtıldı, kirlendi. Siz domuzsunuz, sahtekâr Müslümanlarsınız!”
Kendisini “vatansever” olarak tarif eden Jon Ritzheimer, bu İslam karşıtı yürüyüşü “İfade Özgürlüğü Yürüyüşü” olarak isimlendirdi ve yürüyüşün Teksas-Garland’da 3 Mayıs günü Hz. Muhammed karikatürüne yönelik saldırıya cevap olarak yapıldığını söyledi. Bu saldırıyı Elton Simpson ve Nadir Sufi isminde iki kişi gerçekleştirdi. Hz. Muhammed karikatürleriyle ilgili yapılan bir yarışmaya tüfeklerle ateş açan bu kişiler bir güvenlik görevlisini vurdular. Polisin ateş açması sonucu Simpson ve Sufi öldürüldü. Phoenix İslam Cemaati Merkezi’nin, Simpson ve Sufi’nin bir süredir gittiği cami olduğu söyleniyor.
Müslüman Karşıtı Müfrit
Teksas’taki karikatür etkinliğinin ev sahibi, Amerika Özgürlüğü Savunma Girişimi Başkanı, Müslüman karşıtı aktivist Pamela Geller. Başında olduğu grup, Güney Sefalet Hukuku Merkezi’nce, İslam karşıtı bir nefret grubu olarak sınıflandırılıyor:
“Pamela Geller, İslam karşıtı hareketin en fazla göz önünde bulunan, en parlak siması. Sürekli İslam’a, ayrım gözetmeksizin, kaba ve kulak tırmalayıcı sözlerle saldırıyor. Obama’nın Malcolm X’in ‘gayrimeşru çocuğu’ olduğunu iddia ediyor. İslam çalışmalarıyla asla ilgilenmiyor, Amerika’nın İslamîleştirilmesini Durdurun grubundan Robert Spencer’ın iddialarını paylaşıp duruyor.”
"Geller, Avrupalı ırkçılar ve faşistlerle aynı dilden konuşuyor, Güney Afrikalı ırkçıları övüyor, Sırp savaş suçlusu Radovan Karadzic’i savunuyor, Sırbistan’daki toplama kamplarını inkâr ediyor. Yahudi liberalleri eleştiriyor ama öte yandan İsrail yanlısı bir konum alıyor.”
Yazar Heather Digby Parton’ın ifadesiyle, Geller azılı bir İslam karşıtı müfrit. Hedefi batı dünyasını Müslümanlardan temizlemek. Üstelik bunu Balkanlar’ı Müslümanlardan arındırmak isteten Slobodan Milosevic gibi yapmak istiyor. Web sitesinde bir İngiliz aktivistine ülkeye yönelik Müslüman göçü konusunda şunları söylüyor:
“Eğer bir hükümet İslam’la ilgili giderek artan sorunlarla nasıl başa çıkacağını öğrenmek istiyorsa, Osmanlı ordu subayı Mustafa Kemal Atatürk’ten bazı tavsiyeler almalı. Atatürk, İslam’ı İslamî materyalleri tümden yasaklayıp, camileri yıkarak, ülkesindeki İslam’a ait her türden izi silip bu kötülükten kurtularak ilga etmeyi bildi. İsyan etmeyi deneyenlerse kontrol altına alındılar ya da öldürüldüler.”
“Artık Birleşik Krallık da dışarıda askerini heba etmekten vazgeçmeli, o askerleri ülkeye getirip onların sokaklarda devriye atmalarını sağlamalı, Müslümanları o sokaklardan söküp atmalı. Artık vakit sınır dışı programlarını planlayıp uygulama vakti. Hatta İngiltere’de doğmuş Müslümanlar bile anne-babalarının ülkesine gönderilmeli.”
Kısa süre önce Washington’daki taşımacılık kurumu, kariyerini İslam’ı ve Müslümanları şeytanlaştırmaya borçlu olan Pamela Geller’in İslam karşıtı reklâmının panolara asılmasını istemedi.
Son birkaç aydır Müslüman karşıtı gruplar ABD’de epey aktif. Reklâm panoları satın alıp gösteriler düzenleyerek İslam’ı şiddete dayalı bir din olarak sunmaya çalışıyorlar. Bu noktada hep Irak ve Suriye’deki İslam Devleti militanlarının zorbalığına dair alıntılara başvuruyorlar.
Iowa’daki Luther Koleji’nde din profesörü olan ve İslamofobi çalışan Todd Green’e göre, “Amerikalıların neredeyse üçte ikisi tek bir Müslüman bile tanımıyor. Tek bildikleri IŞİD; El-Kaide ve Charlie Hebdo.” Green, bu noktada Peygamber’e atfedilen karikatürleri dergilerinde yayınlaması üzerine yaşanan öfke sonucu 12 insanın öldürüldüğü mizah dergisi Charlie Hebdo’nun Paris bürosuna Ocak ayında yapılan saldırıya atıfta bulunuyor.
Abdus Sattar Ghazali

Soros: İstenmeyen Adam

Komünist Parti grubundan iki meclis üyesi, Rus savcılardan, George Soros’un Açık Toplum örgütüne karşı, “istenmeyen” yabancı gruplarla ilgili olarak kısa süre önce yürürlüğe giren kanunun uygulanmasını istedi.
Başsavcıya çağrıda bulunan milletvekilleri Valeri Raşkin ve Sergey Obuhof, “Ukrayna, Gürcüstan ve diğer ülkelerde gözlediğimiz yıkıcı faaliyetleri karşısında, Soros’un vakfının Rusya’daki faaliyetlerinin istenmeyen faaliyetler olarak kabul edilmesi gerekir” dedi.
Komünist liderlerin iddiasına göre Açık Toplum isimli STK, “onlarca yıldır aralık bir biçimde Rus karşıtı faaliyetler yürütüyor ve bu faaliyetler Rusya ile diğer ülkelerde gerçekleştiriliyor.” Komünist milletvekillerinin ifadesiyle grup, Ukrayna’da Rusya karşıtı nefreti körüklüyor, aynı zamanda Rusya Federasyonu’nda “başka ülkeler adına baskıcı operasyonlar”a imza atıyor.
Bu iki milletvekili, Soros’un STK’sını bilhassa Rus eğitim sistemini mahvetmekle suçluyor ve bu yıkımın okullarla enstitülerin yeterince mali destek almaması ile öğrencilerin girdiği tek aşamalı sınavla ilgili çokça eleştirilen sistemde karşılık bulduğunu söylüyor.
Bu hafta başında yürürlüğe giren İstenmeyen Yabancı Gruplar Kanunu, Başsavcılığı ve Dışişleri Bakanlığı’nı “istenmeyen yabancı örgütler”e ilişkin resmi bir liste hazırlama görevi ve ülke içinde bu örgütlerin faaliyetlerini kanundışı ilân etme yetkisi veriyor. Uluslararası ya da yabancı bir STK’nın listeye girmesinde kullanılan ana ölçüt ise “anayasal nizama ve Rus Devleti’nin güvenliği veya savunma kabiliyetine yönelik tehdit oluşturmak.”
Soldaki: Devlet Meclisi Etnik Meseleler Komitesi başkan yardımcısı Valeri Raşkin; sağdaki Devlet Meclisi Kamusal Dernekler ve Dinî Örgütler Komitesi başkan yardımcısı Sergey Obuhof. Meclis genel kurulunda. (RIA Novosti/Vladimir Fedorenko)
Soros’un vakfının istenmeyen örgüt ilân edilmesi durumunda, Rusya’daki tüm varlıkları donduruluyor, büroları kapatılıyor ve her türden bilgilendirici materyalin dağıtımı yasaklanıyor. Kanun tasarısının ihlal edilmesi, yasaklanan örgütlere mensup personele ve onlarla işbirliği içerisindeki Ruslara ağır para cezalarının verilmesini gerektiriyor. Suçun tekrar işlenmesi durumunda kişiler altı yıla varan cezalara çarptırılıyor.
Taslak hâline getirildiği günden beri yeni kanun, Rusya’daki hukuk çevreleri, yabancı STK’lar ve devlet makamlarınca şiddetli eleştirilere maruz kaldı. Avrupa Birliği ve ABD kanunla ilgili endişelerini ifade etti ve yabancı gruplarla işbirliğine girilmesinin yasaklanmasının Rus halkının dış dünyadan tecrit edilmesine yol açacağına dair uyarılarda bulundu.
Kanun tasarısını hazırlayan iki muhalefet milletvekili, kanunu önleyici bir tedbir olarak tarif ediyor ve herhangi bir özel yabancı örgütü hedef aldığına ilişkin değerlendirmeleri reddediyor.
ABD’li milyarder George Soros’un ismini taşıyan Soros Vakfı olarak da bilinen Açık Toplum Enstitüsü Rusya’da 1995’ten beri faaliyette. İnsanî yardım ve eğitim alanlarında birçok projeyi finanse ediyor. 2003’te örgüt yaptığı doğrudan bağışlara son verdi ve Rusya’daki tüm faaliyetlerini bitirdiğini ilân etti ama bugüne dek vakıf Moskova, Petersburg, Nizhny Novgorod ve Novosibirsk gibi Rusya’nın dört büyük şehrindeki temsilcilik bürolarını kullanmayı sürdürdü.
George Soros, örgütlerinin “renkli devrimler”de önemli bir rol oynadığını açıktan kabul ediyor. Şiddete dayalı politik yürüyüşler üzerinden mevcut rejimlerin zorla değiştirilmesini ifade eden renkli devrimlere Ukrayna ve Gürcüstan gibi Sovyetler sonrası kurulan birçok devlette tanık olundu.
Bu ay başında Ukraynalı bir grup bilgisayar korsanı, bazı metinleri sosyal âleme sızdırdı. Metinlere bakılacak olursa, Soros, Ukrayna siyasetine hâlâ aktif olarak müdahil oluyor. Ukrayna’ya AB kaynaklı finansal yardımın ve askerî desteğin devam etmesini, böylelikle Kiev’in Minsk barış görüşmelerini ihlal etmeksizin Kiev’in savaş kapasitesini yeniden kazanmasını istiyor.

Kaynak: Press TV