16 Haziran 2015 Salı

15-16 Haziran Direnişi

“Benim iki yaşında, evde bir çocuğum var. ‘Baba, akşam eve gelirken bana ne getireceksin?’ dedi, biz o arkadaş ve hepimiz olarak konuşuyorum, iki yaşındaki çocuğumuz yarın sabah evden çıkarken ‘baba, bana ne getireceksin?’ dediği vakit, ‘oğlum, ben akşama eve gelmeyeceğim, savaşa gidiyorum’ demesi lazım. Çünkü bu savaş babasının değil, oğlunun savaşıdır. Bugün alacağımız savaş kararı bizden sonra gelecek işçi sınıfını yaşatmak için yapacağımız bir savaştır. Arkadaşlar, biz Türk Demir Döküm olarak bu savaşa her zaman hazırız. Gerekirse bu kanunun emriyle, toplum polisi gibi, isim de veriyorum, para ile doyurulmuş kişileri bizim üzerimize kışkırtabilirler. Her zaman onlarla savaşmaya, gırtlak gırtlağa gelmeye, hatta ve hatta sonuna kadar, artık onlar ne şekilde yapacaklarsa yapsınlar, onları da kabullenmeye razıyız arkadaşlar. Biz bütün isteklerimizle, Türk Demir Döküm olarak burada kararlıyız. Savaşa hazırız arkadaşlar.”
└└ 15-16 Haziran Direnişi ile ilgili askerî savcılıkça hazırlanmış iddianamede “sanık işçi Recep Akgül” ağzından aktarılan cümleler ┐┐
[Kaynak: 15-16 Haziran, Sırrı Öztürk, Sorun Yay., s. 192.]

Mursi'ye İdam Cezası

Bir Mısır mahkemesi Salı günü, 2011 ayaklanması esnasında polise yönelik saldırılar ve hapishanelerden gerçekleşen firar olaylarını örgütleme suçuna istinaden, devrik cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi ölüm cezasına çarptırdı.
Bu karar, istişarî bir role sahip bulunan, şeriat konusunda hükümete yorumlar sunan Mısır başmüftüsünün danışmanlık yaptığı mahkemece verildi.
Mahkeme, ilk başta Mursi’yi ve yüzden fazla destekçisini geçen ay ölüm cezasına çarptırmıştı.
Mursi’ye ölüm cezası veren kararın açıklanmasından sadece birkaç saat sonra başka bir Mısır mahkemesi de Mursi’ye ömür boyu hapis cezası verdi. Cezanın gerekçesi, Mursi’nin Filistinli grup Hamas, Lübnanlı militan grup Hizbullah ve İran için casusluk yapması.
Casusluk suçlamasıyla ilgili olarak mahkeme ayrıca 16 destekçiye ölüm cezası verdi. Cezaların verilme sebebi, bu kişilerin 2005-2013 arası dönemde gizli belgeleri yurtdışına çıkartmasıydı.
Mısır’da ömür boyu hapis cezası 25 yıl. Mursi’ye Salı günü verilen cezanın temyiz yolu açık ama ölüm cezasının değil.
Ordunun devirdiği Mursi, Mısır’ın ilk demokratik yollardan seçilen cumhurbaşkanıydı. Mursi, bir yıllık kimi ihtilaflara yol açan yönetimi ardından Temmuz 2013’te devrilmişti.
2012’de cumhurbaşkanı iken göstericilere şiddet uygulama suçu üzerinden yargılandığı ayrı bir davanın sonucunda 20 yıla çarptırılmıştı.
Ölüm cezasına çarptırılan 16 destekçisinden sadece üçü tutuklu, bunlardan biri de Müslüman Kardeşler’in finansörü Hayrat Şatir.
Mahkeme, Mursi’nin yanı sıra Müslüman Kardeşler’in ruhani rehberi Muhammed Bedii ve 15 kişiyi de ömür boyu hapis cezasına çarptırdı. Aralarında cumhurbaşkanının emir subayının da bulunduğu üç destekçi ise yedi yıl hapis cezası aldı.
35 kişinin hepsi de “devleti yıkıp kaosu yaymak amacıyla ülkede terör saldırıları gerçekleştirmek için”, 2005’ten 2013 Ağustos’una dek uluslararası Müslüman Kardeşler örgütü ve Hamas adına casusluk yapmakla suçlandı.
Mursi’nin devrilmesinden beri devlet İhvan yandaşlarını ağır bir biçimde ezdi. İnsan Hakları İzleme Komitesi’ne göre, en az 1.400 kişi öldürüldü, 40.000’den fazla kişi tutuklandı.
Birleşmiş Milletler’in “yakın tarihte beklenmedik bir durum” olarak değerlendirdiği, hızla sonuca bağlanan kitlesel yargılamalar sonucu yüzlerce kişiye ölüm cezası verildi.
Devletin baskı politikası Mübarek’e karşı 2011 isyanına öncülük etmiş seküler ve solcu eylemcileri de kapsayacak şekilde genişletildi. Polisin izin verdikleri dışında tüm gösterileri yasaklayan bir kanuna istinaden onlarca kişi hapse atıldı.
MEE

AKP’yi Kim Kurtaracak?

Seçim öncesi, önümüzdeki süreçte siyaseti belirleyecek üç temel toplumsal dinamik üzerinde bir tartışma açmayı amaçlamış, bu dinamikleri doğru kavrayamadan siyasetin doğru okunamayacağı iddia etmiştik.
Hatırlanacağı üzere bu üç dinamik;
“Gezi hareketi” ile görünür hale gelen kentli-orta sınıf gerçeği, AKP’nin “Devletçi İslam”ı karşısında “Halkçı” bir İslamî söylemin belirginleşmesi, İslamî ilkelerin taşıyıcısı olabilecek yeni toplumsal yapıların ortaya çıkışı ve Kürt siyasal hareketinin zorlamasıyla ortaya çıkan Kemalist Cumhuriyet’in yapıbozumunun yeni bir “toplumsal sözleşme” tartışmasını zorlaması gerçeğidir.[1]
Bu yazının odağına da AKP’yi alarak sonuçları değerlendirelim.
Öncelikle sonuçların kesinleşmesinin ardından, gerek AKP kadrolarının gerekse yandaşlarının sonuçlara ilişkin ilk tepkilerinin kabaca iki alanda toplandığını gördük; “Seçime iyi asılamadık, yeterli çalışmadık, yanlış tercihler, yanlış propagandalar ve aşırı özgüven“ gibi giderilebilir “teknik” hataları gerekçe gösterenlerle, “Uluslararası komplodan, halkın nankörlüğünden ve ‘ırgat’lığı”ndan dem vuran bir seviyesizlik üzerinden yapılan değerlendirmelerdi.
Dolayısıyla seçim sonrası ortaya çıkan akıl dışı panik havasıyla birlikte düşünüldüğünde, AKP kadrolarının ve seçmenlerinin gerçeklikten ne kadar koptukları ve nasıl imal edilmiş bir illüzyonun içine hapsoldukları gerçeğine hayret etmemek imkânsız.
Böyle olunca da bu sanal dünyanın içinde toplumsal dönüşümü algılamaksızın, hatta kantitatif büyüklükleri dahi görmeksizin salt “yüzde kaç oy alınacağı” üzerinden yapılan “tahmin” denemelerinin 13 senelik “fantastik dünya”nın sonunu öngörememeleri şaşırtıcı değil.
Seçim sonuçlarını analiz edebilmek için öncelikle şu “halkın yüzde ellisi bizi destekliyor” tezinin ne kadar aldatıcı olduğunu tespit etmek lazım.
AKP’nin toplumsal gücünü anlamak için şu grafiğe bir göz atmak yeterli olacaktır.

Seçim yılı
Toplam seçmen
Kullanılan geçerli oy
Alınan oy
AKP
2002
41.291.000
31.414.000
10.808,000

2004 Yerel
43.551.000
32.268.000
13.447.000

2007
42.571.000
34.822.000
16.327.000

2009 Yerel
48.049.000
39.998.000
15.353.000

2011
50.237.000
42.813.000
21.400.000

2104 Yerel
52.600.000
44.866.000
19.470.000

2014 /CB
55.692.000
40.545.000
21.000.000

2015
56.590.000
46.153.000
19.200.000
Ortaya çıkan kaba gerçek; milletvekili belirleyen “yüzdelik” hesabının toplam seçmene göre değil, oy kullanan seçmen sayısına göre belirlendiğidir. Bu hesap partilerin “meşru parlamenter sayıları”nı gösterir, ancak tek başına “toplumsal meşruiyeti” göstermez.
Örnek vermek gerekirse, AKP’nin en yüksek oyu aldığı 2011 seçimlerine bakalım; AB sürecinin tüm hızıyla devam ettiği, çözüm sürecinin başlatıldığı, yeni bir anayasa vadinin yapıldığı, “paralel” denilen cemaat dâhil olmak üzere tüm sağcı/dindar kesimin desteklediği bir siyasal atmosferde, AKP, tarihinin en yüksek oyu olan 21 milyon dört yüz binlik bir rakama ulaştı ve bu “halkın yarısı bizi destekliyor” propagandasının temelini oluşturdu.
Oysa siyaseten doğru olan bu rakamsal ifade, bir toplumsal meşruiyet iddiası olarak kullanılmaya müsait bir gerçekliğe tekabül etmiyordu. Zafer yılı olan 2011’de dahi AKP’nin 21 milyonuna karşı dışarıda kalan 30 milyonluk bir toplumsal kitle söz konusu idi. Yani AKP en güçlü olduğu; yolsuzlukla, Suriye politikalarıyla, baskıcılıkla suçlanmadığı, zirve yaptığı dönemde dahi, toplumun çoğunluğunun desteğini almayı başaramadı.
Bir kitle partisi olduğunu iddia eden AKP’nin başardığı şey; yüzde on barajı sayesinde, muhafazakâr/sağ seçmen kitlesinin üzerinde bir tekel kurarak, tüm sağ oyu bir havuzda toplamaktan ibaret idi. Bu durum siyasal olarak kimse tarafından tartışılmadı; zira mevcut sistem içinde önemli bir başarıydı ve meşruydu.
Ancak AKP ve özellikle Erdoğan kendisine kanunî meşruiyet sağlayan bu siyasal aritmetiği kendi kişisel iktidarı için “halkın yarısı benim her yaptığımı destekliyor” gibi bir algı operasyonuna çevirip, sistemin çerçevesini zorlamaya başlayınca, mevcut toplumsal desteği de hızla yitirdi ve meşruiyetini sorgulanır hale getirdi.
Bunu anlamak için de yine somut rakamsal verilere bakmamız yeterli.
2002–2011 arası seçmen sayısı 9 milyon artarken, AKP oyunu 10.5 milyon arttırdığı halde 2011’den 2015’e kadar geçen sürede AKP oylarını 21 dört yüzden, 19 milyona düşürdü yani iki milyon oy kaybetti. Ancak daha kritik olanı, aynı süre zarfında seçmen sayısının tam 6 milyon artmış, 50 milyondan 56 milyon’a çıkmış olması!
Yani aslında AKP son dört senedir seçmen sayısının artışına rağmen aslında 20 milyon bandına sıkışmış durumda.
Bu somut rakamsal tespiti yaptığımızda AKP’nin seçim stratejileriyle çözülemeyecek, ciddi bir toplumsal meşruiyet krizi yaşadığı ortaya çıkıyor.
Özellikle Gezi Olayları’ndan itibaren AKP, aslında diğer seçmen kümelerini, toplumsal grupları kazanmak yerine, kendi kemikleşmiş seçmenini; yani radikalleşen bir muhafazakâr kitleyi bir arada tutmak dışında bir siyaset geliştiremiyor. Bunun için ajitatif, kutuplaştırıcı bir söylemi ısrarla sürdürüyor ve böylece diğer toplumsal kesimlere de hızla yabancılaşıyor. Bu yabancılaşma, daha ajitatif ve kutuplaştırıcı söylemleri mecbur kılıyor ve neticede bugün AKP ve Erdoğan’ın içine düştüğü paradoks ortaya çıkmış oluyor.
Dolayısıyla, diğer toplumsal kesimler nezdinde meşruiyetini “sıfırlamış” ve kendine, mevcut muhafazakâr yapıyı daha da radikalleştirerek bir arada tutma dışında bir manevra alanı bırakmamış AKP’nin, yeni bir seçime dahi girse alacağı sonuç, onu bu 20 milyon oy bandından çıkarmaya yetmeyeceği gibi, muhtemelen bu rakamı dahi koruyamayacaktır.
Tartıştığımız toplumsal dinamikleri algılayamadığı gibi, toplumsal/siyasal dönüşümün tam tersi istikamette ilerleme ısrarını sürdüren Erdoğan ve onun ellerinde oyuncak olmuş AKP’nin buradan bir yere varmaları mümkün değil.
Deniz Baykal’ın çevireceği bir entrikaya, mevcut sistemdeki yasal boşluklara, olmadı bir erken seçime bel bağlayan, ancak bu seviyede, taktik düzeyde bir hayatta kalma mücadelesi veren iktidarın açıkçası başarıya ulaşma şansı yok.
Vahim olan ise bu kaçınılmaz sona giderken Erdoğan ve avenesinin İslamî camiayı hoyratça kullanmaya çalışması, iktidarı uğruna ülkeyi yeni bir şiddet sarmalına sokabilecek hamleler yapmaktan dahi imtina etmemesidir.
Seçim sonrası tüm AKP medyasında açıkça görülebilen, özellikle HDP tabanına dönük yapılan örgütlü saldırılarla, AKP seçmenini; “bölgede Müslümanlar ve HDP’ye oy atanlar arasında bir savaşın olduğu”, “HDP’lilerin aslında PKK’li olduğu ve “müslüman”ları katletmeye başladıkları” gibi bir algı oluşturarak yönlendirme, ve dindar Kürtlerin oyunu alabilmek için Kürtleri tekrar birbirine düşürerek içinde bulundukları açmazdan çıkma gibi hesaplar içinde oldukları anlaşılıyor.
Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki bu hesap tutmaz! Lakin bu hesabı yapanlar, bu alçaklığın faturasını çok ağır öderler.
Dipnotlar

15 Haziran 2015 Pazartesi

Ortadoğu’da Karanlık Komplolar

Geçen Mart ayında Suudi Arabistan’da yapılan sessiz toplantı ve İsrail ordusundan son günlerde sızan anonim bilgiler, Ortadoğu’da savaşın yeni bir aşamaya geçip daha da genişlemesi noktasında gerekli zemini teşkil ediyor.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suudi Arabistan’da yeni kral olmuş Kral Salman ve toplantıyı organize eden Katar Emiri, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da bir araya geldi. Toplantı, Suriye’deki Beşar Esad hükümetinin devrilmesi için işbirliği yapılması ve Riyad’ın karşı çıktığı, Ankara’nın Müslüman Kardeşler’e yönelik desteğine karşı Suudilerin salladığı savaş baltasının saklanması için gerekli fırsatı sundu.
Esad’a Nişan Almak
Anlaşma uyarınca Şam rejiminin yenilgisi öne plana alınıp, IŞİD ve El-Kaide’nin yol açtığı tehdidin savuşturulması meselesi geriye itildi, ayrıca İran’ın bölgedeki nüfuzunun bozguna uğratılması bir hedef olarak belirlendi. Ancak Türkler ve Suudiler mesele İran olunca aynı yerde durmuyorlar: Türkiye Tahran’a yönelik yaptırımların sona ermesi hâlinde doğacak iş fırsatlarına bakarken, Riyad İran’ı önemli bir bölgesel hasım olarak görüyor.
Türk-Suudi ekseni, Türk silâhlarının, bomba yapımında kullanılan malzemelerin, istihbaratın ve bunlara eşlik eden tonla Suudi parasının El-Kaide ile bağlantılı Nusret Cephesi ve Ahrar’uş Şam gibi gruplara açıktan akacağı anlamına geliyor. Bugün Nusret Cephesi de ve Ahrar’uş Şam da “Fetih Ordusu” içerisinde birleşmiş durumda.
Yeni ittifak ABD’de bir dizi uzlaşmazlığa neden oldu. Bir kesim Esad’ın devrilmesini istiyor ama bugün itibarıyla esasta IŞİD’e saldırılmasını ve İran’la nükleer anlaşmasının imza edilmesini savunuyor. Ancak bu kanaatin değişmesi muhtemel, zira Obama yönetimi içerisinde, ülkenin Suriye meselesine ne ölçüde girmek istediğine ilişkin tartışmalar ayrışmalara neden oluyor. Eğer Washington Fetih Ordusu’na uçaksavar silâhlar vermeyi kararlaştırırsa, bu, ABD’nin Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar kadar savaşın içine girdiği, Suriye’de rejim değişikliğinin ön plana geçip “teröre karşı savaş”ın ikincil bir nitelik arz etmesi anlamına gelecektir.
Amerikalılar, İslamcılara yardım etme ve onlara suç ortaklığı yapma konusunda pek endişeli değiller. ABD, Irak ve Suriye’de IŞİD’i bombalıyor, Obama yönetimi de kendisini Şam rejimi karşısında İslamcıların kampına nesnel olarak yerleştiren bir tutumla Esad’ın devrilmesi için Suriyelileri eğitiyor. Washington aynı zamanda Yemen’deki Husilere karşı yürüttükleri savaşta Suudilere de yardım ediyor. Gelgelelim Husiler, Arap Yarımadası’nda IŞİD’in ve El-Kaide’nin en etkin düşmanı. ABD, öte yandan El-Kaide’ye karşı insansız hava araçlarıyla saldırılar düzenliyor.
Görünüşe göre, Türk-Suudi ittifakı, Suriye iç savaşında farklı bir kanala girdi. Parçalı muhalefete karşı geçen yılın başında elde ettiği kimi başarıların ardından Suriye hükümeti, son birkaç ay içerisinde çok kötü yenilgiler yaşadı ve bugün Humus, Hama ve Şam ile sahil bölgesindeki desteğini savunmak için yeniden toparlanıyor. Suriye hükümeti, ülkenin yarısından fazlasını isyancılara kaptırmış olsa da hâlâ nüfusun yüzde altmışını kontrol ediyor.
Türkiye, uzun zamandır Esad karşıtı güçler için gerekli silâh, ikmal malzemeleri ve savaşçı geçişleri noktasında en önemli bir kanal oldu. Suudi Arabistan ve Ortadoğu’daki krallıkları temsil eden Körfez Koordinasyonu Konseyi’ndeki birçok müttefiki isyancılara para akıttı. Ama Suudi Arabistan, Suriye ve tüm bölge ülkelerinde önemli bir varlığa sahip bulunan Müslüman Kardeşler’i kendi krallığı için her daim bir tehdit olarak gördü.
Erdoğan’ın başında olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi de Suudilerle sürtüşme içerisinde olan İhvan’la ideolojik yakınlığa sahip. Örneğin Türkiye Mısır’da seçilmiş İhvan hükümetine karşı yapılan askerî darbeyi kınarken, Suudi Arabistan Mursi’nin devriliş sürecini öncelikle parasal açıdan destekledi, Mısır’ın ekonomisini dertten kurtarmaya dönük gayretlerini hâlen sürdürüyor.
Ama öte yandan Esad’dan kurtulma noktasında köprünün altından çok sular aktı. Türkler ve Suudiler, Suriye’de yeni ele geçirilen İdlib kentinde ortak bir komuta merkezi kurdular ve Esad muhaliflerini tek bir merkezde toplamaya başladılar.
Hizbullah’la mı Savaşılacak?
Üç yıllık iç savaş Suriye Ordusu’nu lime lime etti. 2011’de 250.000 olan asker sayısı bugün 125.000 civarında. Ama diğer yandan Şam, Lübnan’daki Hizbullah savaşçılarından destek görüyor. 2006’da İsrail’i püskürtmek için savaşmış olan Lübnanlı Şii örgüt, bugün Esad rejiminin en ehil güçlerinden biri.
İsrail’den o bilgi de tam bu noktada sızdı.
New York Times’ta 12 Mayıs tarihinde çıkan hikâyenin zamanlaması gerçekten tuhaf. İsimsiz “üst düzey İsrailli subaylar”a dayanan bu hikâye bir anda ön plana çıkıyor. Kaynak gizli olsa da mesajı çok açık: “Hizbullah’a çok sert vuracağız. Elimizden geldiğinizce sivil kayıpları sınırlı tutmak için her türlü gayreti ortaya koyacağız. Ama roket saldırıları karşısında da elimizi kolumuzu bağlayıp oturmayacağız.”
Makale, özünde, Hizbullah’ın sivilleri güney Lübnan’da bir zırh olarak kullandığını söylüyor. İsrail’in sivil olup olmadığına bakmadan söz konusu grubu bombalamaya niyetlendiğini iddia ediyor.
Doğrusu pek de sıcak bir gelişme değil bu. İsrail ordusu bu türden iddiaları 2008-9’da Gazze’ye yönelik “Dökme Kurşun” saldırısından beri dile getiriyor. Geçen yıl “Koruyucu Sınır” saldırısında da savaş durumuna girmişti. Bugün Birleşmiş Milletler, sivillerin hedef alındığı savaş suçlarının işlenip işlenmediğini soruşturuyor.
İsrail Hizbullah’la ilgili bu sözleri ilk defa da söylemiyor. Beyrut’ta yaşayan yazar ve fotoğrafçı Mitch Prothero, “sivillerin arasında saklanma mitinin tümüyle yanlış olduğunu” söylüyor. Esasında Hizbullah savaşçıları sivillerin arasına karışmaktan hep imtina ediyorlar, zira onlar, “işbirlikçiler tarafından er ya da geç ihanete uğrayabileceklerini” biliyorlar. Filistinli birçok militanın başına bu türden olayların geldiği biliniyor.
İyi ama İsrail ordusu neden Lübnan’a savaş açmaktan bahsediyor? Sınır sessiz. Birkaç olay oldu, onlar da çok önemli şeyler değildi. Hizbullah savaş başlatma niyetinin olmadığını söyledi. Ama gene de Tel Aviv’i uyardı ve savaşma becerisine sahip olduğunu beyan etti. Sorunun en muhtemel cevabı ise şu: İsrailliler eylemlerini Türkiye ve Suudi Arabistan’la birlikte koordine ediyorlar.
Tel Aviv, İran ve P5+1, yani ABD, Rusya, Çin, Britanya, Fransa ve Almanya arasında bir nükleer anlaşmasının imza edilmesini engellemek için Riyad ile fiilî bir ittifak kurdu. İsrail, aynı zamanda Suudi Arabistan’ın Yemen’e yönelik saldırısını da destekliyor ve Suriye’de Esad karşıtı güçlere destek verme konusunda Riyad ve Ankara ile gayri resmi bir anlaşması var.
İsrail, güney Suriye sınırı boyunca yaralanan Nusret Cephesi savaşçılarını alıp tedavi ediyor. Ayrıca Golan Tepeleri’ndeki Suriye güçlerini bombalıyor. Yapılan bir saldırıda yedi Hizbullah üyesini ve Suriye hükümetine danışmanlık yapan İranlı bir generali öldürmüştü.
Belirsizlik Alanı
Suudiler, Suriye, Irak ve Yemen’de İran’ın genişlemeci siyasetinin hüküm sürdüğüne dair tezini ileri sürüp duruyor ve bu noktada uzun bir geçmişi olan Sünni ve Şii Müslümanlar arasındaki çatışmaya atıfta bulunuyor. Hizbullah esasında Şiilerin bir örgütlenmesi, Irak’ın ekseriyeti bu mezhebin üyesi. Esad rejimi de Şiiliğin bir kolu olan Alevîlerle bağlantılı. Husiler de bu mezhebin bir parçası.
Ancak Ortadoğu’daki savaşlar seküler iktidarla ilgili, ilahi otoriteyle değil. Mezhep ayrımcılığı her ne kadar adam toplama konusunda faydalı olsa da, bu böyle. “İran saldırganlığı” ile ilgili söylenenler de bu konuyla ilgili. Sünnilerin hâkim oldukları Saddam rejimi, Suudilerin parası, ABD’nin desteğiyle, 1981’de İran’ı işgal etmiş ve bu kanlı mezhep savaşı başlamıştı.
Eğer İsrail ordusu güney Lübnan’a saldırırsa, Hizbullah Suriye’deki bazı birliklerini çekmek zorunda kalacak ki bu da kısa süre önce birleşmiş bulunan isyan güçlerinin ağır baskısı altında olan Suriye ordusunu zayıflatacak bir gelişme. Özetle iki cephede savaşmak zorunda kalacak olan Hizbullah’ın eli kolu bağlanacak, güney Lübnan ezilecek ve bu da sonuçta Esad rejiminin devrilmesini beraberinde getirecek.
Karl von Clausewitz’in bir vakit söylediği gibi, savaş esasında bir belirsizlik alanıdır. Gerçekte ilk ateşi açan belirleyici olur. Geçmişte İsrail güney Lübnan’da birçok köyü ezip geçmiş, çok sayıda Şii’yi de katletmişti. Ama bu sefer bir kara harekâtı ve işgal faaliyeti çok pahalıya patlayabilir. Hizbullah’ı yenebileceklerine dair o fikir boş bir hayalden ibaret. Şiiler, Lübnan’daki etnik yapının yüzde kırkını teşkil ediyorlar ve güneye hâkimler. Aynı zamanda Hizbullah diğer toplulukların da desteğini alıyor, bunun bir nedeni, örgütün İsrail işgaline karşı 1982-2000 döneminde başarılı bir direniş sergilemiş olması, 2006 işgalinde de Tel Aviv’in kanını dökmesi.
Ancak İsrail Hizbullah’a saldırırsa bu, Lübnan’da iç savaşı tetikler. El-Kaide’nin ve IŞİD’in Suriye ve Irak’taki gücünü pekiştirir. Türkler, El-Kaide’nin kendileri için bir tehdit teşkil etmediğini düşünebilirler, ama son yaşananlar onların da bir durup düşünmelerine sebep olacak nitelikte.
Afganistan’da Mücahidler ve Libya’da Kaddafi karşıtı güçler gibi bir şey yaratmak çok da zor değil. Onları hep birlikte kontrol etmekse başka bir mesele.
Geri Tepen Hamle
Oklahoma Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları direktörü Joshua Landis’e göre, “Ortadoğu’da her iktidar İslamcılardan kendi amaçları doğrultusunda yararlanmaya çalıştı ama görünen o ki bu hamle geri tepiyor.”
Taliban’ı ve El-Kaide’yi yaratan Afgan Mücahidleriydi; IŞİD’i ortaya çıkartansa ABD’nin Irak’ı işgal etmiş olmasıydı. Libya ise radikal İslamî gruplar için güvenli bir bölge hâline geldi. Erdoğan, AKP’nin İslamî kimliğinin Türkiye’yi Suriye’den sekecek kurşundan koruyacağını zannedebilir, ama bu grupların birçoğu Erdoğan’ı seküler kurumlar dâhilinde demokratik siyaset peşinde koştuğu için mürtet kabul ediyor.
Bugüne dek Suriye ve Irak’ta gönüllü savaşmak için giden Türk genci sayısı beş bin civarında. Bu gençler savaş sahasında edindikleri beceriler ve ideolojiyle Türkiye’ye dönecekler ve Erdoğan Esad’ı devirme saplantısından ötürü muhtemelen pişman olacak.
Eğer Fetih Ordusu Esad hükümetini devirme konusunda başarılı olursa, Ortadoğu bugünkünden daha kaotik bir hâl alacak, eğer İsrail de Lübnan’a saldırırsa “kaos” kelimesi yaşanacakları anlatma noktasında kesinlikle yetersiz kalacak.
Conn Hallinan

14 Haziran 2015 Pazar

İslâm-Sol İlişkilerinde İlkeler

Sosyalistler, İslâm-Sol ilişkisinde Tanrı’nın vahyini devreden çıkaran yaklaşımlardan kendilerini arındıracak bir mecra yakalamaya çalışıyorlar. Ezen-ezilen ilişkilerini “ilahiyat” perspektifinde yeniden adlandırma çabası içinde bulunmaktadırlar. “Sol ve İlahiyat” başlıklı yazısında Ömer Laçiner, sol/sosyalist yaklaşımın vardığı sonucun ağır bir çöküntü olduğunu kabul ederek yeniden düşünmeyi teklif ediyor. Tanrı-insan ilişkisinde radikal bir dönüşümü temsil eden zihniyetin Tanrı’yı “sahneden çekmesi” (Descartes) ya da “Tanrı’yı öldürmesi” (Nietzsche) faaliyetinin, insanın varoluş sorularına cevap veremediğini teslim ediyor. Böylece “yeniden düşünme ihtiyacı”nın ciddi bir özeleştiri içereceği umudundan bahsediyor. Ama hangi mecrada?
Laçiner, “Bu yeniden düşünme ihtiyacı, modern ve postmodern çağların asla görmezden gelinemez, olağanüstü zenginlikteki deneyim ve olguları, özellikle de harekete geçirdiği, başatlaştırdığı (bilimsel teknolojik devrimleri) dinamikler nedeniyle de zorunludur (…) gerek sol-sosyalist akım/hareketin, gerekse ‘sol ilahiyat’ perspektifinin, kendini ezilme, sömürülme, yoksulluk ve aşağılanma hallerinin öznesi olarak adlandırılmasının sorunlaştırılması gereğidir (…) ama öte yandan bu isyan enerjisinin çıkış koşullarını, o halleri dönüştürmeye yetmediği (…) tarihin defalarca kanıtladığı bir gerçektir (…) Eylemli varoluşu geçim araçlarının, organik, ihtiyaçlarının temini faaliyetlerin ile sınırlı, etkinliğinin çapı ve derinliği de bu sınırda dönüp duran ‘insan’ın yerine; etkinlik alanını da derinleştirip genişleten, bu bahiste ‘doğaya tabi’ olmaktan ‘doğaya meydan okur’ konuma geçen bir ‘insan’ ve insanlık durumunun zuhurudur” (Laçiner, 2010: 22-25) diyor. Bu noktada “Sol’un İslam ile ilintisinde de ‘dini inançla lâdini sol arasında bir sentez olacaksa, tasavvufun aşk, insan-ı kâmil ve nihayet ‘En el Hak’ ifadeleri ile sol-sosyalist yaklaşımın amacı olan ‘tarihi yapan insan’ı arasındaki diyalektik münasebet gözetilsin” diyor. Laçiner’e göre, gelişme ve sınırsız evrim fikrine katkı yapacak şekilde “düşünmek” şartıyla İslâm ve Sol arasında bu (sentez) mümkündür.
Sol’un, kendi paradigmal aidiyetlerine yönelik eleştirilere başlaması ve Descartes ile Nietzsche’yi bu uğurda gözden çıkarmasını önemli sayabiliriz ama yine de sol, Batı felsefesinin hatalı öncüllerini kullanıyor. Solun bu yorumu, ne yazık ki modern kapitalizmin (Batı’nın) dünyayı ve tarihi belirlemesine boyun eğmektedir. Bir kere bu yaklaşım, Marksist tarih felsefesini eleştirel olarak ele alarak İslâm’ın nasıl bir tarih felsefesi getirdiğini ya da ezilenler-garipler-madunlar hakkında ne teklif ettiğini konu edinmiyor. Dünyayı esaretine almış kapitalist sistemin süreç içinde sanayi ötesi dönüşümüne uğrayarak Batılı proleterleri küçük burjuvalaştırması ama dünya köylülüğünü kentlere sürerek ırgatlaştırması karşısında ulaştığı “yeni sömürü” durumunda “nasıl bir tarih” perspektifi geliştirmek gerektiği hakkında da çalışmıyor. Daha da kötüsü, insanı “doğaya meydan okur” şeklinde ifade ettiği bir kimlikle tarif ederek En’el Hak isyancılığını (kimbilir belki Şeyh Bedrettin ya da Pir Sultan, belki Nesimî’yi) Marksist solun yol arkadaşı kılmak istiyor.
Ancak bu noktada bir sıkıntı başlıyor. Evet, belki “ezilenlerin stratejisi” olarak egemenlere başkaldırmada “En’el Hak” isyancılığı işlevsel kılınabilir ama isyandan sonra inşa edeceği toplumun iktisadî biçimlenmesi hakkında da bir tasavvur geliştirmesi gerekir.
Sosyalistlerin “isyan stratejisi” ile İslâm’ın “sosyal umdeleri” arasındaki fark; İslâm’ın “hürriyet” doktrininin “insanın insana kulluğunu”, “insan emeğinin sömürülmesini”, “akıl ve vicdan hürriyetinin kısıtlanmasını” ortadan kaldıracak mekanizmaları çalıştırma cehdine ilişkindir. İslâm bunları yaparken zorba da olsa muhatabının can-mal-akıl-nesil-din emniyetini ihlal etmeyeceği gibi, kamusal alanda sivil halkın istifade ettiği ilişkiler ağının (geçim yollarının, adalet mekanizmasının, sağlık/eğitim/gıda ihtiyaçlarının karşılanmasına ilişkin sistemin) bozulmasına meşruiyet vermez.
Dolayısıyla bizim endüstriyel sosyalizmle başat kavgamız Batı temelli sosyalizmin 1) Tarımsal üretim biçimini proletaryalaşmaya uğratarak kendini kapitalist sömürü içinde “hürriyet”e kavuşturmaya yöneltmesinden doğan paradoksuna, 2) “Batı Tarihi”ni dünya tarihinin (“kaderinin”) izdüşümü ve senkronize varlığı saymasına, 3) “Batı Sınıfları”nı insanlığın aşama kaydetmiş, evrim geçirmiş “ileri” zümreleri olarak belirlemesine ilişkindir.
Türkiye’de Sol, İslâm toplumlarının önce proletaryalaşması ve sonra “öncü sınıf” ya da “öncü parti” vasıtasıyla kapitalist üretim biçiminin (KÜT) “devrimci bir şiddetle” yıkılmasını teorize ederken Müslüman halkın İslâm üzere kaldıkça ilkesel anlamda proletaryalaştırılamayacağını göz ardı etti.
Bütün Osmanlı asırları boyunca seküler/heterodoks/gayrımüslim öbeklerin ekonomik ilişkileri İslâmîleştirilmişti. Yani Anadolu’da kapitalizmin yokluğu İslâm vesilesiyledir. Bu nedenle günümüz Alevîliğinin “şeriat’a karşı” “duruş”larını Osmanlı Alevîliği için söz konusu bile etmek mümkün değildir. Çünkü gerek tımar ve gerek Ahîlik ve gerek ise mahalle sistemi, kaçınılmaz olarak Alevilerin de bizzat hak-hukuk-kanun aramak için kadıya müracaatını gerektiriyordu. Hatta giderek Osmanlı gayrımüslimlerinin dahi “ekonomik İslâmîleşme süreci” içinde olduklarına işaret edilmiştir. Timur Kuran, Müslüman Ortadoğu’ya Avrupa denetimi çabalarının geçmişinin Haçlı Seferleri’ne kadar geri götürülebileceğini yazmaktadır. Bunun sadece bir toprak kazanımı meselesi olmadığı, Ortadoğu halkları ile iktisadî ilişkileri, üretim yapısını, ticaret yollarını ilgilendiren çok boyutlu dayanakları bulunduğu açıktır.
Timur Kuran, Osmanlı’da Müslümanların taraf olduğu bütün ticari ve finansal ilişkilerde Hıristiyan ve Yahudilerin İslâm hukukuna tabi olduğunu, diğer gayrımüslimlerle ilişkiye girdiklerinde ise “hukuk tercihi”nde bulunduklarına işaret ediyor (Kuran, 2012: 220). Timur Kuran’ın işaret ettiği bu ayrıntı, Batı’da niçin “Yahudi Sorunu” çıktığını da göstermektedir. İşin aslı, “Yahudi Sorunu” son tahlilde bir “kapitalizm sorunu”dur. Hıristiyanların kendilerini koruyabilecekleri bir hukuk sistemi bulunmuyordu. Bu nedenle Sennett, Avrupa’da gettoların “para satarak kirlenen” insanlardan arınmış bir mekân arayışından doğduğu fikrindedir. Hıristiyanlık, “Bir devenin iğne deliğinden geçmesinin bir zenginin cennetin krallığına girmesinden daha kolay olduğu”nu söyler: (Markus 10: 25; Lukas 18: 25; Matta 19: 25). Bu nedenle para işi kaçınılmaz olarak Hıristiyanların elinden çıkmış, Yahudilere kalmıştır. Nitekim Sombart, “bir kente Yahudiler yerleştiği andan itibaren, o kentin ticaret ve para merkezi haline, hem de kısa sürede geldiği görülüyor” demektedir (Sombart, 2005: 9). Sombart, modern kapitalizmin oluşumundaki ikinci etken olarak sömürgeciliği de incelemeye alır ve Amerika kıtasına kalkan gemilerin finansörünün ve sömürgecilerin çoğunluğunun Yahudi olduğunu yazar (Sombart, 2005: 10).
Türkiye’de Sosyalizm’in Ortadoğu’nun iktisadî-içtimaî tecrübelerinin Batı’nın tecrübelerinden farklılaştığını görmeyerek Doğu halklarının proletaryalaştırılmasına rıza üretmesi, Doğu halklarının kentlileştirilmesine boyun eğmesi Sol-İslâm ilişkileri açısından kendisini “oryantalist” bir alana sürüklemektedir. Turner, Avineri’nin Marks’ı yorumlayışını şöyle (özetle) anlatır: “Avrupa bağlamında, burjuva kapitalizmi ‘bütün feodal, ataerkil, saf ve sevimli ilişkilere son vermiştir. O [kapitalizm], bireyi ‘doğal üstlerine’ tabi kılan her çeşitten feodal bağları amansızca parçalamış ve insan ile insan arasında yalın bireysel çıkardan, katı, duygusuz, ‘nakit para ödemeden’ başkaca bir bağ bırakmamıştır. Kapitalizmin yayılması bu evrenselcilik üzerine temellenen toplumsal ilişkilerin dışarı aktarılması ile sonuçlanmakta ve böylece yöresel kabilelerin, küçük ulusların özelciliği ve ‘kırsal yaşamın saçmalığı’ kapitalist üretim ilişkilerinin ve kapitalist metaların etkisi ile tasfiye olmaktadır (…) ATÜT’te devlet gerçek toprak sahibidir. Toprakta özel mülkiyet ve mülk sahibi sınıf yoktur (…) Oryantal devletlerin tarihi ‘çoğunlukla gerçekten tarih dışıdır (unhistorical) (…) Bu yüzden kapitalist üretim ilişkilerinin ithali, ATÜT’e dayalı toplumsal oluşumların kökten değişime uğrayabilmelerinin ve dünya tarihine katılabilmelerinin tek koşuludur (…) Bu bakış açısı Arap geri kalmışlığının ve İsrail kapitalizminin ilerici niteliğinin tarihsel koşullarına ilişkin görüşün temelidir” (Turner, 1984: 47-48).
Avineri, Yahudilerin Filistin’e göçünün çifte devrim etkisi oluşturduğuna da değinir. Buna göre Yahudi göçü, Yahudiliğin küçük burjuva özelliklerini ortadan kaldırarak Yahudi küçük burjuvazisini İsrail işçi sınıfına dönüştürmüştür. Diğer taraftan Siyonizm, ucuz Arap emeğini sömürmeyi reddederek kendi gücüne dayanmak ve kendi çalışma değerlerini vazetmek istemektedir. Avineri ATÜT’ü İsrail’in Filistin’i doğrudan sömürgeleştirmesi ve Gazze Şeridi ile Batı Yakası’nda modernleşme sürecini başlatan bir kuramsal yaklaşım olarak ele almıştır. Bu yaklaşımla sömürgeleştirme, İsrail’deki ve işgal edilen topraklardaki Arapların yavaş da olsa, geri dönülemez biçimde geri kalmış bir köylülükten kentsel işçi sınıfına dönüşmesine yol açmaktadır. Teori, “Tarih dışı” olan Arap topluluklarının “işçileşerek ilerlemesi”yle ilintilendirilir.
Turner, Hegel’in masa başı oryantalizmi ile Avineri’nin yoğun sömürgeleştirmeyi en yüksek modernleşme olanakları ile eşitleyişini yeterli bir kuramsal çözümleme sunmadığı için eleştirir. ATÜT’ün kuramsal geçerliliği, İsrail’deki Arapların azgelişmişlik ve bağımlılık hallerinin ortadan kaldırılamaması nedeniyle tartışmalıdır. Arap ekonomisinin elde ettiği kapitalist gelişme fırsatları İsrail ekonomisini koruyan özel ayrıcalıklarla engellenmiştir. Nitekim Altı Gün Savaşı sonrası İsrail liderleri Batı Yakası ve Gazze’nin gelecekte İsrail’in ekonomisiyle ilgili olarak oynayacakları ekonomik role ilişkin iki karar aldılar. Birinci karar, işgal bölgelerinden gelen Arap emeğinin sınırlı kullanımına izin verilecekti. 1966-67 sonrasında %10 olan işsizlik oranı, 1973’te %3’ün altına düştü. Ekonomik yükselme emek pazarında bir kıtlığa neden oldu. İşgal bölgelerinden gelip İsrail’de çalışan Arapların sayısı 1969’da 9.000’den 1974’te 70.000’e sıçradı. İkinci karar ise işgal bölgelerindeki Arap pazarının İsrail metalarına açılması ve bu bölgelerden gıda ürünleri ithaline izin verilmesiydi. Bunun sonucu şu oldu: İsrail, yüksek ücretli, sermaye yoğun ve ihracata dayalı ekonomiyle nitelenen ileri kapitalist bir toplumdur. İşgal bölgeleriyse emek fazlasına sahip azgelişmiş bölgeler durumundadır. Dolayısıyla İsrail’in yürüttüğü işgalin başat sonucu, Arapların tarımda ve inşaat endüstrisindeki becerisiz işlerde yoğunlaşan göçmen işgücüne dönüştürülmesi olmuştur. Köylülüğün proleterleştirilmesi ve Bedevilerin yerleşikleştirilmesi süreçleri, İsrail’in işgal bölgelerini sömürgeleştirmesi, Arapların göç etmesi ve topraklarından kovulması bağlamında ele alınmalıdır. “Avineri’nin savı izlenirse, geri kalmış Arap köylülüğünün işçi sınıfına dönüşümü, İsrail kapitalizminin evrenselci dürtüleriyle gündeme gelen bir modernleşme örneği”dir (Turner, 1984: 50-54). Oysa Arap köylüsünün işçi sınıfına dönüşümü sonrasında Arap işgücü artık İsrail’in endüstri yedek ordusunun bir parçasıdır. Arap işçisi mevsimlik ve geçici işlerde istihdam yoluyla artık-değer katkısında bulunmaya zorlanan kırsal bir mültecidir. İsrail ekonomisi yeni bir pazarın ve ucuz emeğin nimetlerinden faydalanırken, işgal bölgeleri bağımlı ve çarpık bir gelişme patikasına oturmuştur (Turner, 1984: 54).
Dolayısıyla Müslüman toplumlarda köylülüğün proleterleştirilmesi, Batı köylüsünün toprak köleliğinden kurtularak proleterleşmesi ile aynı sürece eklemlenemez. Türkiye Sosyalizmi (ve Türkiye’de sanayileşmeci-kalkınmacı muhafazakâr-İslâmcılık) kırsal alandaki nüfusu kente doğru iten politikanın kapitalist sınıfsal yapıyı büyütürken aynı zamanda kentsel nüfusun kapitalizmin meta arzına bağımlı/muhtaç ve müşteri kılmasına da fırsat veriyor. Oysa Anadolu köylüsü (çiftlik-dirlik sahibi) kırsal alanda pazar hâkimiyeti kendi elinde iken yine kendi toprağında işletme (tımar) sahibi (kiracı) olarak kapitalist üretim ilişkilerine (KÜT) maruz kalmadan yaşamaktaydı. Tımar dediğimiz bu sistemin İslâmî temelleri sosyalizm tarafından bir türlü içselleştirilmek istenmemiştir. Çünkü Türkiye’de sol ve muhafazakâr-İslâmcılık ahî-tımar sistemini tarihin geride bırakılmış bir merhalesi saymakla Batı paradigması içinden Batı-dışını değerlendirmektedir.
Diğer taraftan İslâm’ı hem “devrimci” bir din olarak konumlayıp hem de onun umdelerinin “doğaya meydan okuyarak” Batı kültürü içinde geliştirilmiş bilimsel teknolojik devrimleri gerçekleştirmeye eklemleneceği de düşünülemeyecektir.
Sol, İslâm ile yeni bir senteze girecekse, önce Batı toplumunun paradigmalarının tükendiğini artık kabul etmelidir. İslâm düşüncesi kozmosun refah toplumunun ihtiyaçlarına göre “sömürülmesi”ne en az insan emeğinin sömürülmesi gibi menfi nazarla bakmaktadır. Bu nedenle Sol-İslâm düşünce kalkınma amaçları için tabiatın boyunduruk altına alınmasına rıza göstermeyecektir.
Sanayi toplumu paradigması da, sanayi sonrası ütopyalar da, “devrimci din” tasavvurları da İslâm dininin sol vurgularını Batı felsefi-içtimaî birikiminin alt kümesi haline getirememelidir. Sombart, Yahudiliğin “Doğu”ya ait olduğuna temas etmişti. Türkiye Solu ve muhafazakâr-İslamcılık düşüncesi ilerleme miti nedeniyle düşünsel çabasında “Batı”ya aidiyetten vazgeçemediği için Doğu’nun ortak aklını ortaya çıkaramamaktadır.
-Kuran Timur, Yollar Ayrılırken- Ortadoğu’nun Geri Kalma Sürecinde İslâm Hukukunun Rolü, Yapı Kredi Yayınları, 2012.
-Laçiner Ömer, Sol ve İlahiyat, Birikim Dergisi, Sayı: 250, Şubat, 2010.
-Sombart Werner, Kapitalizm ve Yahudiler, İleri Yayınları, 2005.
-Turner Bryan S., Marks ve Oryantalizmin Sonu, Kaynak Yayınları, 1984.

Metal Direnişinden Geriye Kalanlar

İşçi direnişleriyle toplamdaki siyasî mücadele arasında nasıl bir ilişki olması gerektiğine ilişkin tartışmalar Bursa’daki metal direnişinde teorik ve pratik boyutlarıyla bir kez daha öne çıktı.
12 Eylül’le beraber sendikaların yozlaştırılıp adalet mücadelesinin terörize edilmesiyle birlikte egemenler önemli mevziler kazandılar. İşçiler, yoksullar, alt sınıflar hak arama ve adalet mücadelesini olması gerektiği gibi veremez oldular. Hemen her mücadele “bölücülük, darbecilik, teröristlik” olarak suçlandı. Bugün bu suçlamalara “Gezici”lik yaftası da eklenmiş durumda.
TOFAŞ ve Renault fabrikalarında işçilerin satılık sendikaya karşı yükselttiği mücadele birçok bakımdan önemli. Türk Metal-İş adlı derin sendikanın işçileri sermayeye köleci mantıkla âdeta pazarlama misyonuna karşı ayaklandı emekçiler. Bu sendika, üstlendiği misyonla paralel bir şekilde sermayenin hizmetkârı olarak çalışmaktadır ve işçiler bu misyona karşı ayaklanmıştır.
Tam da bu noktada örgütlülük tartışmaları devreye giriyor. İşçilerin önemli bir kısmı sendikalardan nefret eder hâle gelmiş durumda. Yaşadıkları fiilî tecrübe onları elbette haklılaştırıyor. İşçilerin dışında da bu tartışma sürdürülüyor. Örgütlülük iyi mi kötü mü?
Kendini bu memlekette 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Darbesi’yle gösteren neoliberal saldırganlık, kapitalist tahakkümün önünde hiçbir engel bırakmamayı kafasına koymuştu. İdeolojik ve siyasal tehdit potansiyelleri tırpanlanarak şeklen varlığını sürdürmesine izin verilmiş sendikalar kontrol aracı işleviyle kodlandılar. Örgüt olarak tanımlananlar bunlar ise eğer, öncelikle bu fotoğrafın iyi analiz edilmesi gerekiyor.
Terörize edilerek ya da sermayenin ve onun kollayıcısı devletin yancısı olarak işlev gören bir örgüt, elbette hak ve adalet mücadelesinin yürütücüsü olamaz; bilakis o mücadelenin saptırıcısı olarak çalışır. Tabloyu bu şekilde okuduktan sonra yapılması gerekenin ne olduğuna dair önerilere odaklanmak gerekiyor.
Devlet-sermaye baskısı ve sendikaların satıcılığı karşısında kolu kanadı kırılmış, siyasal rolü tüketilmiş, çalışma koşulları ağırlaştırılmış, ücretleri buharlaştırılmış işçilerin öfkesi yıkıcı ve kurucu bir mücadeleyi nasıl verecektir ya da bunu gerçekten verebilecek midir; mesele budur.
Bursa’daki işçi direnişinde öne çıkan vurgu, sendikaların gereksizliği çerçevesinde gelişti. İşçilerin öz örgütlenmelerinin sendikayı aşan bir nitelik ve yeterliliğe sahip olduğu işlendi, ancak bunun kocaman bir aldatmacadan ibaret olduğu değişik sûretlerle pek yakında görülecektir.
İşçiler için Türk Metal-İş tecrübesi olumsuz kanaatleri pekiştirmiş olabilir ancak bu sendikanın ideolojik mahiyetinin görülememiş olması, açık söylemek gerekirse, işçi sınıfının zaafıdır ve emek düşmanı faşizan rejim lehine bir kazanımdır. Sahte sendikanın varlığı şimdiye kadar bir şekilde işçiler tarafından reddedilememiştir. Bunun nedenleriyle birlikte tahlili zorunludur ki öncelikli gerekçe, kapitalizmin işleyişinin bütün ayaklarıyla birlikte görülememiş olmasıdır.
Emekçi sınıfların metal sektörünün mahiyetine ilişkin kökensel bir eleştiriyi dillendirdiğine de bu direniş dönemi -özel muhabbetler dışında- şahitlik etmiş değil. Buna ilişkin en ufak bir emare de yok açıkçası. Dolayısıyla emekçi sınıfların kurucu iradesinden bahsetmek bu düzlemde oldukça zor… Ayrıca işçiler arasındaki milliyetçi/muhafazakâr motivasyonun direniş sürecindeki dışavurumu da başka bir zaaf olarak açık bir şekilde gözlemlenebildi ki bu mevzuda esaslı çalışmalar yapılmalı.
Örgütsüzlüğü kutsayan, kökensel kavrayışa odaklanmayan, ücret odaklı işçi direnişlerinin kurucu irade olamayışları siyasal mücadelenin enerjisini verimli planlama bağlamında dikkatle ele alınmalıdır. Sendikaların karşılıklı olarak şeytanlaştırıldığı bir zeminde kazanan, sermaye çevreleri olacaktır.

İslâmcılık ve Yezidleşme

AKP döneminde yeni bir reçete gibi sunulan, tamamen pragmatizm ve oportünizme dayanan, temelleri Abdulhamid döneminde atılan, Osmanlı'nın çöküşünü engellemek için ileri sürülen ancak yaralara merhem olmak bir tarafa dursun elde patlayan İslâmcılık cereyanı, 7 Haziran'da sandıktaki en büyük yenilgisini aldı.
Yaklaşık 150 yıllık bir miras, AKP döneminde, dedesinden kalan hanları-hamamları, köşkleri satıp çatır çatır yiyen mirasyedi evlad misali tüketildi. Topluma bir yandan İslâm ve İslâmcılık pazarlanırken, diğer yandan İslâm'ın öngördüğü ve olmazsa olmaz dediği bütün kurallar çiğnendi. Sözgelimi, Allah'ın “her şeyi affederim fakat müşriklikle, kul hakkı müstesna” dediği İslâmî ilke yerle bir edildi. Kul hakkına girilmesine karşın, bunu yapanlar neredeyse ödüllendirildi. Üstüne üstlük bu ahvali eleştirenler iftiralar, yalanlar, kara propagandalarla susturulmaya ve yıldırılmaya; en ufak yönetim eleştirisini yapanlar da baskıyla, zorla ve işsizlikle bastırılmaya çalışıldı. Amacım burada AKP'nin neden kaybettiğini anlatmak değil. Onu 7 Haziran'da kaybedeceğini bir gün önceden vurguladığım, “Saray Soytarıları, HDP ve Seçimler ve İftiralar” ve niçin bu duruma geldiğini ifade ettiğim, “Seçimler, HDP ve AKP” başlıklı yazılarda anlattım. Dileyen okuyabilir. Burada dikkat çekmek istediğim, İslâmcılığın bugün geldiği nokta ve bunun şahıslarda ne biçimde belirginleştiği...
Şimdi size yakından tanıdığım üç İslâmcıyı tanıtacağım. Biri televizyonlara çıkan ünlü bir akademisyen, profesör. Diğeri AKP'nin zift medyasından önemli noktalarda bulunan bir zat. Ötekisi ise AKP'den ihale alan, ancak Kıbrıs'ta kumar oynatan bir şirketin temsilcisi...
Bahsettiğim akademisyen namazında, niyazında biridir. Sabah akşam ümmetçiliğin faziletlerini anlatır durur. Türk bayrağını elinden düşürmez. Türkleri bu İslâm milletinin tek lideri; Türkçeyi ise kutsal bir dil olarak addeder. Ancak, Kürdler kendi dilini, bayrağını ve ülkesini talep ettiğinde direkt onları ırkçılık ve milliyetçilikle suçlar ve hemen ardından der ki, ''Devlet kötü bir şeydir.'' Fakat bu kadar kötü bir şeyle neden bu kadar övündüğünü anlatamaz. Bu mefkûre, seçim döneminde fotomontajlarla sosyal medya üzerinden AKP dışındaki partilere atılan bütün iftiraları sahiplenerek sağda-solda onlarla propaganda yapıyordu. Sözgelimi, Demirtaş'ın “kâfir” olduğunu, HDP'nin “Zerdüştlüğü savunduğunu” söylüyor; “nereden duydunuz hocam?” diye sorduğumuzda da “Facebook’ta gördüm” diyordu. Bunun yanında 1.400 yıllık dini İslâm'ı mübini 13 yıllık AKP'ye endeksliyor; “AKP giderse din gider” demek suretiyle Allah'a inandığını ancak haşa onun dinini sadece AKP'nin koruyabileceğini dile getiriyordu.
Zift medyasının gazetelerinin birinde, çok önemli bir noktada olan diğeri ise, iğrençliğin doruğunda biridir. Gazetesindeki genç kızları taciz eder; ufacık kızlara asılır; her türlü pisliği yapar ancak daha sonra aynı gazeteden İslâm'a çağrı yapar. Başkalarını din düşmanı olmakla suçlar, fakat yurtdışında parayla ilişkiye girdiği küçük kızları utanmadan sağda-solda anlatır. Her türlü üçkâğıdı çevirir, insanları çarpar; yalnız dürüst, dört dörtlük bir ateisti insanlık düşmanı olarak suçlar. Gazetesinden neredeyse her gün, her dakika iftiralar, yalan, kara propaganda, itibarsızlaştırma eksik olmaz. Ama o Müslüman’dır, onun dışındaki herkes ezilmesi gereken böcekler...
En son anlatacağım kişi de her saniye sosyal medyadan ve yazdığı yerlerden Osmanlıcılığa çağrı yapmak suretiyle popülizm dağıtır. Alkol kullanır, zina yapar ama Kemal Kılıçdaroğlu'nun içki içtiği bir fotoğrafı yayımlayıp onu linç ettirmekten imtina etmez. Dürüstlüğü, ahlakı ve adilce yaşamayı vaaz eder fakat Kıbrıs'taki kumarhanelerin daha fazla kâr edebilmesi için cansiperane bir şekilde planlamalar yapar. Günahtan, sevaptan bahseder; akabinde bankaların kapanmasını eleştirir; faizin olması gereken bir olgu olduğu söyler...
Hâsılı İslâmcı câmîa, günümüzde bu algı ve anlayışla hareket eden yüz binlerce Bel'am ile, din istismarcısıyla çepeçevre kuşatılmış ve nefes alamayacağı bir duruma getirilmiştir. Kendisi dışındaki herkesi tukaka etmek suretiyle sindirmeye çalışan bu yaklaşım, hem insanları din ile kandırmaya çalışmakta hem de Allah'ın hoşuna gitmeyecek her şeyi yapmaktadır. Bu iklimin hâkim olduğu partinin lideri tabii ki faiz için “helali hoş olsun” demekten gerek durmayacak ve faiz alan insanlarla övünmeyi kendine bir borç bilecektir. Tabii ki, “bakara makara” diyenler danışman yapılacak; Erdoğan'a Allah ve peygamber vasıfları biçenler milletvekili yapılacaktır... O yüzden bu geminin dümenine su taşıyanlar unutmasınlar ki, cehennemin yolu iyi niyet taşlarıyla döşelidir.
Behzat Fikrî Çözer